Sosyal Medya

Özel / Analiz Haber

Mustafa Kutlu: Ä°stanbul biter mi?

Salacak kıyısında bir kahvedeyim.



Ä°nce belli cam bardakta çayımı içip Ä°stanbul’u seyre dalıyorum.
 
Sarayburnu, minare ve kubbeler, asıl Ä°stanbul dediÄŸimiz yer: Suriçi. Bu silüet burada durdukça Ä°stanbul yaşıyor demektir.
 
Sonra köprü, sonra Galata, yarım döndüÄŸümüz zaman gökdelenleri ile baÅŸka bir silüet kazanmış olan yeni Ä°stanbul: Mecidiyeköy, Maslak ve ilerisi.
 
Türk Ä°stanbul nedir?
 
Bodur minaresi ile bir mescit, yanında bir ihtiyar çınar, onun gölgesinde bir çeÅŸme, iki dükkân, bir sıbyan mektebi ve mektebin alnında bir kuÅŸ evi.
 
İstanbul bu mu? Bu kadar mı?
 
Evet, öyle.
 
Ya o muazzam camiler, saraylar, konaklar, medreseler, çeÅŸmeler, sebiller, sanayi, nüfus ve finans. Bunlar bir dünya ÅŸehrini göstermiyor mu?
 
Olabilir. Ama bu ne aradığınıza baÄŸlı. Bir dünya ÅŸehri arıyorsanız bilemem. Bana sorarsanız yukarıda tasvir ettiÄŸim mütevazı yapısı ile o bir ruh. Serapa maneviyat. Öyle olmasa, üç kıtaya hükmeden padiÅŸahların sarayı Topkapı gibi minik bir yapıya sığar mıydı?
 
Bu ruhtan neÅŸet eden medeniyet, gaza ile fethedilen toprakları ÅŸenlendirmiÅŸ. Oralara adaletin yanında zarafet ve incelik taşımış. Standartlar bunu gösteriyor. Hâlâ gösteriyor. Kemah’ta, Ermenek’te, Kula’da, Saraybosna’da, Arnavutluk’un, uzak daÄŸ köylerinde bile; Travnik’te, Kırım’da. Semerkant’tan, Buhara’dan kanatlanan güvercin Mostar Köprüsü’ne, Blagay Tekkesi’ne konuvermiÅŸ.
 
Güvercinin gelip geçtiÄŸi topraklarda bu ruhu terennüm eden ilahiyi, mimariyi, merhameti, hizmet ve hürmeti bulabilirsiniz.
 
Ä°stanbul’un üzerine asırlardır melekler iniyor. Öyle bir medeniyet inÅŸa edilmiÅŸ ki, bunu yapanlar yalan dünyadan ebedî âleme geçerken bu meleklerin kanadı üzerinde uçuyorlar.
 
Yahya Kemal “Türk Ä°stanbul” yazısına ÅŸu cümle ile baÅŸlıyor:
 
“Bir iklimin manzarası, mimarisi ve halkın arasında tam bir âhenk varsa, orada gözlere bir vatan tablosu görünür.”
 
Cibali’de mi, Ayakapı’da mı yol kenarında bir taÅŸa rasladım. Yarısı topraÄŸa gömülü, yarısı dışarıda kalmış. Dışarıda kalan kısmı yeÅŸile boyanmış, görenler evliya kabri zannediyor. Başında el açıp dua edenler bile var.
 
YaklaÅŸtım, taşın üst kısmında kalan tek satır yazıyı okudum: “Raziye Hatun hayratıdır.” Belli ki bir çeÅŸme taşı.
 
Halk mistik Ä°stanbul’u müstevlilerin istilasından korumak için elinden gelse her eski eseri yeÅŸile boyayacak. Kısası mescit ve çınardan meydana gelen o çekirdek tablodan bir yüzük taşı gibi parıltılı Åžemsi PaÅŸa, bir muazzam Süleymaniye vücut bulmuÅŸ.
 
ehirlerin silüeti onun hangi esasa, fikre, inanca, güce, medeniyet ve estetiÄŸe mensup olduÄŸunu ortaya koyar. Eski ÅŸehirler dünyanın her yerinde dinî düÅŸüncenin, inancın silüetini taşırlar. Budistlerin pagodaları, mabetleri; Hıristiyanların katedral ve çan kuleleri, Müslümanların kubbe ve minareleri, paganların piramitleri..
 
Bir ara gözlerim Kızkulesi’ne takıldı. Onu hep BoÄŸaz’ın firuze sularında salınan gizemli bir geline benzetmiÅŸimdir. Hangi umutsuz sevdanın rüzgârı ile kendini denize atmış, suya seccade salan derviÅŸler gibi dalgalar üzerinde yürümeye baÅŸlamıştır.
 
Heyhat!
 
Yukarıdan beri dile getirmeye çalıştığım bu ÅŸairane düÅŸünce ve duygular gerçekle yüz yüze gelindiÄŸinde yerini tarifsiz kederlere terk ediyor. Bu “taşı toprağı altın” ÅŸehir, her ÅŸey satılık fehvasınca ihaleye çıkarılmıştır. Kızkulesi dahi ihaleden nasibini almış, yeniden dizayn edilmiÅŸ, masumiyetini kaybederek iÅŸletmeye açılmıştır.
 
“Men tâ senin yanında hasreten sana” mısraı, o Türk Ä°stanbul’u inÅŸa eden ruh uçup gitmiÅŸ; öte fikri kaybolmuÅŸ, gün bu gün, saat bu saat olmuÅŸtur. Bu; Ä°stanbul’un üzerine bir ÅŸu kadar zamandan beri abanan hâkim sermaye-hâkim kültürün hegemonik baskısıdır.
 
Bakışlarımı Pera’ya, Maslak’a doÄŸru çeviriyorum. Ufukları paranın mordan kırmızıya çalan rengi kaplamış. Bu rengin ortasından gökyüzünü fethe çıkan gökdelenler hortlamış.
 
Gökdelen.
 
Nedir gökdelen?
 
Firavun’dan miras kalan ve Tanrı’ya kafa tutan bir kule mi? Yoksa çaÄŸdaÅŸ küresel fikriyatın dünyayı istila eden zihniyet sembolü mü? Evet o. Nereye bir gökdelen dikilmiÅŸse, orada paganist gücün paradan baÅŸka ilah tanımayan kanunu geçer.
 
Gökdelenlerin Pera-Maslak hattında oluÅŸturdukları silüet, suriçi Ä°stanbul’un kubbe ve minarelerden oluÅŸan silüetine meydan okuyarak “güç bende” diyor.
 
Yani.
 
Yani bundan böyle Ä°stanbul benim ardımsıra gelecek, beni takip edecek, bana inanacak. Suriçi melul-mahzun soruyor:
 
– Ya ben ne olacağım?
 
Pera sırıtıyor:
 
– YaÄŸlı müÅŸterilerimizi gezdirecek, mistik-egzotik-otantik bir müze.
 
– Ama müze yaÅŸamaz ki. O bir kelebek koleksiyonu sayılır.
 
– Elbette, sana yaÅŸa diyen kim?
 
Sen doÄŸma, doÄŸurma, yürüme, ses çıkarma, olduÄŸun yerde kal ve don. Senin adın artık “Müze Åžehir”dir.
 
KeÅŸke “Müze Åžehir” olsaydı. Hiç olmazsa tozu alınır, tamiri yapılır, barındırdığı eski eserler muhafaza edilir, etrafı aÄŸaç-çiçek-çimen ile süslenirdi. Tersi olmuÅŸ.
 
Kullanılmış ve terk edilmiş.
 
En azından bir mimari geleneğimiz olduğunu kabul etmek lazım. Bunu yenileyebilir miydik?
 
Bir gelenek yenilenemezse kurur, ölür, yok olur.
 
Ancak mesele dıştan göründüÄŸü gibi deÄŸil. Daha derinde.
 
KurduÄŸumuz medeniyet esasen tarım toplumuna dayanıyor. Biz sanayi kuramadık. Sanayi medeniyetini inÅŸa edenlerin fikir ve eserlerini ya ithal ettik ya da taklit. Belki vahÅŸi kapitalizmin kurduÄŸu bu sanayi, bu medeniyet bizim inanç ve geleneÄŸimize uymuyordu. DoÄŸrusu bu.
 
Ä°çimde karmaşık fikirler, çeliÅŸkili duygular, aÄŸzım ve gönlüm acımış; kahveden kalkıp karşıya, Ä°stanbul’a geçtim.
 
endimi surdışına attım.
 
Sur boyunca Yedikule’den Topkapı’ya kadar uzanan bostanlarda dinlendim.
 
Buraları babadan oÄŸula ekip yeÅŸerten Cideli bostancılarla konuÅŸtum, yarım ekmek-peynir-tere-maydanoz ile karnımı doyurdum. Geçen asrın başında çekilen fotoÄŸrafları hatırladım. O günden bugüne bostanlarda deÄŸiÅŸen bir ÅŸey yok. YeÅŸil örtü surları bekliyor. Yenikapı Mevlevihanesi ile Merkez Efendi ÅŸehre doÄŸru âyinler, ilahiler üfürüyor.
 
Daralan içim geniÅŸledi.
 
Bu beldeyi evliyaların koruyup kolladığına bir kez daha inandım. Onların yüzü suyu hürmetine, kurudu denilen gövdeden her devirde yeÅŸil bir dal fışkırıyor; ve Türk Ä°stanbul düÅŸtüÄŸü yerden bir daha kalkıyor.
 
Tanpınar Divan ÅŸiirinden hareketle söyler bu sözü. “Åžiirimiz düÅŸtüÄŸü yerden kalkacak” der. Yani “ses”ten. Sesini kaybeden, musikisini, âhengini kaybeden ÅŸehir onu yeniden bulacak. Yeter ki insan kaybolmasın, insan bozulmasın. EÅŸyayı, etrafı yenilersin, düzeltirsin ama bozulan insanı düzeltmek zordur; kim bilir kaç nesil alır.
 
Fikriyatımız da öyle. Yeter ki biz, etrafımızda pervane kesilen ruhun fısıltısını duymak için kalbimizi açabilelim. Fetih bir defaya mahsus deÄŸil.
 
Fetih, açmak-açılmak demek.
 
Bu ÅŸehrin kapıları bize yeniden açılacak.
 
Edirnekapı’ya, oradan EÄŸrikapı’ya kadar yürüdüm. Åžehitlere, sahabe kabirlerine Fatihalar okudum. EÄŸrikapı’dan içeri girdim, Ä°vaz PaÅŸa Camii ve önünde hâlâ akan çeÅŸmenin yanından geçtim.
 
Karşıma minyatürlerde görülebilecek ÅŸirinlikte küçük bir hamam çıktı. Kapısında büyükçe bir kilit. Öylece bakınıyordum ki yanında bir ihtiyar peyda oldu.
 
– Hamam kapalı delikanlı, dedi. Çok oldu kapanalı.
 
– Neden kapandı, dedim.
 
– Her evde banyo var artık, kim hamama gider? Bitti o iÅŸ.
 
Öyle, baÅŸka bir hayat tarzının ürünü hamam, baÅŸka bir yerleÅŸim ve yaÅŸama biçiminin uzantısı. Ama insan kıyamıyor iÅŸte. GeçmiÅŸten kalan mirası ne yapacağız? Başımı kaldırıp kitabesini okumaya çalıştım. Karmaşık, sanatlı bir yazı, sökemedim. Ama altında pırıl pırıl bir beyit var. Talik ile yazılı, ÅŸöyle diyor:
 
Taharetle erer Hakk’a erenler
 
Åžifa bulur bu hamama girenler. (Bu hamamın adının “Hançerli Hamam” olduÄŸunu Mehmet Ziya Bey’in Ä°stanbul ve BoÄŸaziçi-Kasım 2016 adlı kitabından öÄŸrendim.)
 
Evet, eski dünyadan bize miras kalan eserleri sadece turistik mekân olarak kullanabiliyoruz. Turistlere hitap eden “Türk Hamamı” yaşıyor. CaÄŸaloÄŸlu, Galatasaray vesaire. O güzelim Beylerbeyi Hamamı dahi can çekiÅŸiyor. Turist varsa hayat var. Ama burası kenar köÅŸe bir yer, turist gelmez. Ne olacak bu güzelim hamam? Ya atölye, ya depo.
 
Batsın bu dünya diyeceÄŸim geliyor.
 
Bir yer, bir ÅŸey turistik oldu mu çek kuyruÄŸunu. O artık sirk aslanı sayılır. Hayatımızdan çıkıp gitmiÅŸtir.
 
Hayatımız. Öyle bir ÅŸey kaldı mı?
 
Derken. Bu acı içinde kıvranırken birden ezanlar patlıyor.
 
Dört bir yanım ezan sesi ile kaplanıyor. Åžükür Rabbim’e, ÅŸükür.
 
Ezan sesi semalara yükseldikçe elbette bir hayatımız vardır.
 
Yeni Åžafak ArÅŸiv

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.