Makale
İslam Dünyasının Sorunları ve Çözüm Yöntemi
İslam dünyasının, mevcut durumun içinde kalarak kendini yenilemesi ve doğru bir düşünme zemini yakalaması imkânsız gibi görünüyor. Bu yüzden kendi sorunlarının dışına çıkarak çözümün ne olduğunu düşünme imtiyazı kazanabilir. Kendi hastalıklarının farkına varmadan da sağlıklı bir düşünme zemini inşa edilemez zaten! Yani İslam dünyasının işi zor; düşünürleri sahici bir düşünce arayışı içinde olma çabasını küçümsüyorlar. İdeolojik kamplaşmalar gerçeği ıskalama konusunda teşvik edici oluyor. Çürümüşlük almış başını yürüyor. Bu yüzden de ısrarlı bir şekilde mevcut ortamı aşacak bir yaklaşıma ve bakışa olan ihtiyaç kendini zorunlu kılıyor. Her zaman bir çözüm yolu bulunabilir. Ama bu çözüm yolunun herkesi ve kesimi ihata edecek bir özellik taşıması elzemdir. Bu öyle bir şey olmalı ki mevcut her şeyi aşmalı ve kuşatmalı ki her kesim kendine ait bir his, emare ve fayda göreceğinin umudunu taşısın…
Sorunların Tespiti...
İslam dünyası kendi içinde parçalanmış bir akla sahip olma durumundadır. Bu akıl parçalanması, önündeki sorunları çözüme kavuşturma konusunda en önemli sorunu oluşturmaktadır. Çok farklı dünya görüşleri çerçevesinde oluşturulmuş bir akıl, sorunu akletmede ve çözümleme yetisinde ciddi zaaflar oluşturmaktadır.
İslam dünyasının kendi başına bırakılmadığını, el an yaşadığımız siyasi gelişmeler bir kez daha gözümüze sokarcasına göstermektedir. Birinci dünya savaşı sonrası İslam dünyasına yönelik siyasi ilgi beraberinde yeni bir kültürü oluşturma zorunluluğunu da doğurmuştur. Zaten kendi içinde çoğulcu olan İslam dünyası kendine yabancılaşacak yeni bir kültürü; Rönesans kültürünü de eğitim müfredatına ekleyivermiştir.
İslam dünyası modern kültürün başat öğeleri üzerinden kendi kültürüne de yabancılaşmış ve bu kültürün ürettiği çatışma dilini hem kurgusal zeminde hem de kurumsal zeminde süreklileştirerek kendi varlığına ihanet etmiştir. Bu ihanettir ki son yüzyılda İslam dünyasını bir türlü bağımsızlığına taşıyamamış, bağımsızlığını ilan eden devletlerin ise müstevli güçler tarafından hala sömürülmesinin önüne geçememiştir. Bunun göstergelerini hala gözlemleyebiliyoruz. Böylece sadece askeri ve siyasi bir yenilgi değil aynı zamanda kültürel bir yenilgi de kaçınılmaz olmuştur. Ve hala İslam düşüncesi kendi sahih çizgisini oluşturma çabasına yöneldiğinde kocaman bir yasakla karşı karşıya kalmaktan kurtulamamaktadır. Kültürel yenilgi beraberinde sanatsal ve düşünsel işgale zemin hazırlamış ve aslında oryantalist bakışın en sert boyutunu kendi içinden yaşamaya devam etmiştir. Sekter bir düşünceye sekter bir cevap üretmek ise zaten kendine yabancılaşmayı çoğaltan bir durumdur. Bu aynı zamanda içsel barışın oluşumuna da engel olabilecek en önemli sorun alanı olarak önümüzde durmaktadır.
İslam dünyasının en önemli sorunu iktisadi adaletsizliktir. Bu iktisadi adaletsizlik elbette ki aynı zamanda Batı dünyasının da temel sorunudur. Ama İslam dünyasındaki iktisadi adaletsizlik çözümsüzlüğü çoğaltan bir özellik taşıyor. Çünkü kendilerine iktidar verilmiş ve elitleştirilmiş kesimler, bunu kendi hakları ve özellikleri ile elde etmediklerini bilmelerinin verdiği hınçla kötülüğü normalleştirmiş durumdadırlar. Yani iktidarların bizzat kendileri bir sorun yumağı oluşturmaktadır. Bilinçli bir şekilde çatışmayı ve ideolojik ayrışmayı süreklileştirerek birlik, dirlik ve bütünlük üstüne büyük bir ağırlık yüklemektedirler.
İslam dünyası büyük bir güven bunalımı yaşıyor. Bu güven bunalımı ise şahsiyetlerde krizler oluşturuyor. Bir yaralı bilinçler ülkesi haline dönüştürüyor. Kendine güvenmeyen yapıp etmelerine de güven duymayacağı, hep dışarıdan bir beklenti içine girecektir. Bu da siyasi ve toplumsal mühendislikler için önemli bir katkı sunmaktadır. O yüzden İslam dünyasında sürekli bir el kol gezmektedir. Bu elin bir an önce dışarı atılması gerekmektedir. Ama tam da bu gereklilik, işe yaramaz güruhunun da dışarı atılması anlamına geldiğinden iktidarı bırakmak istemeyen asalaklar güruhu buna en kanlı şekilde engel olmanın türlü yol ve yordamlarını aramaktadırlar.
Sorunların Çözümündeki Yöntem
Sorunlar yukarıda ifade edildiği gibi doğru bir şekilde nesnel bir zeminde tespit edildikten sonra bu sorunların giderilmesindeki yöntemin ne üzerine bina edileceği de önem kazanmaktadır. Yöntem, sağlıklı bir yaklaşımın mahiyetini de belirleyici olacağı için dikkate alınması kaçınılmazdır. Öncelikle sorunlara yönelik farklı cevapların varlığı bilinen bir gerçekliktir. Ve bu cevapların çoğunluğunun da mevcut yapıların kendi öznelliğini de taşıdığını belirlemek zor olmasa gerek! O zaman yöntemin belirli bir akıma, gruba, etnik unsura veya asabiyeye yönelik bir çıkarı öncelememesi gerektiği kesinlik ifade eder. Ancak bu şekilde bir bütünlük arayışı öne çıkarılabilir. Herhangi bir kültürel veya ideolojik grubun varlığının devamına yönelik bir ilgiyi içinde barındırmamalıdır. Tam tersi mevcut bütün aktörleri, akımları, kültürel grupları, etnik unsurlarının tümünü kuşatacak bir yöntemi içselleştirme zorunluluğu kaçınılmaz olmalıdır.
Önemli bir ayrım olarak da bu yöntem, siyasi, iktisadi ve toplumsal zorunlulukların dayatması kadar dışarıdan bir emperyal gücün veya kültürel baskının da dayattığı bir araçsallık özelliği kazanmamalıdır. Tam aksine kendi yerel dayanaklarına haiz ve bu toprakların ruhundan beslenen bir özelliğe sahip olmalıdır. Bu toprakların kendine has bir ruhu, aklı ve bedeni vardır. Bu kişiliğin yeniden fark edilerek bu fark ediş üzerinden elde edilecek yeni bir bakış ve anlam dünyası ile bu yöntemi elde etmeli ve harekete geçilmelidir.
Tarihi boyunca İslam dünyası açık bir kültürü, düşünceyi ve toplumsallığı içermiştir. Bugün ise kapalı bir yapıya geçiş yapılmaktadır ve bütün güzellikleri başka yerden sipariş üzere almaya çalışmaktadır. Bu kapalılık, İslam dünyasını çırpındığı bataklıkta tutmaya yaramaktadır. Bu yüzden asli özelliklerine ve açık yapısı ile birlikte bütün unsurları ile beraber yaşamayı yeniden hatırlamalı ve hafızayı tazelemelidir. İslam dünyası ‘etkileşime açık’ yapısını yeniden keşfetmeli ve bu yapı üzerinden kendi ayaklarını sabit kılarak öteki ile ilişkiye girmeli ve alışveriş bu çerçeve içinde yapılarak anlamlandırılmalıdır.
İslam dünyası, akletmenin temel aktivite olduğu zamanlarda olduğu gibi bütün dünyanın kültürünü ve düşüncesini nasıl harmanlamış ve gözden geçirmişse bugün de akletmeyi yenilemeli ve düşüncenin önemini hesaba katarak yöntemini oluşturmalıdır. Düşünce ile buluşmadan oluşturulacak her yöntemin nakıs olacağı önceden bilinmelidir.
Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız yaklaşım biçimi ilkeler bağlamında önemini koruyor. Ama bunu besleyecek ve sahih konumunu muhafaza edecek bir bakışın ipuçlarını da vermeliyiz. Bu da düşünmenin nasıllığını gündemimize alarak gerçekleştireceğimiz bir şeydir…
Bu noktada bilgi ve bilginin yorumlanması meselesi önem arz ediyor. Bir bilginin varlığa çıkışı ile birlikte yoruma açık olduğunu belirlemek gerekiyor. Bilgiyi farklılaştıran şey ise bu bilginin kullanıma dâhil edilmesi ve bu dâhil etmedeki yaklaşımdır. Her bilgi bir bilgi olarak iyiyi ve bir doğruyu ifade eder. Onu yanlış ve kötü yapan ise bu bilgiyle ilişki kuran aklın onu yanlış değerlendirmesi ve çatışma dili üzerinden onu yeniden kurgulamasıdır. İdeolojik kamplaşmalar ve çıkar endeksli yaklaşımlar bu olumsuzluğu besleyen unsurlardır. Halbuki her bilgi kendi alanında muhafaza edilerek onun doğasını hesaba katacak bir yorumla aktarıldığında bir boşluğu ve eksikliği tamamlayacak düzeyi inşa eder. Çünkü yeni yaklaşım biçimimiz; mevcut bütün bilgilerin birbirlerinin muarızı değil, birbirini bütünleyen ve eksikliği gideren bir özellik taşıdığı idraki ile oluşturduğumuz bakıştır.
Bir örnekle bunu biraz daha açıklayalım: İslam dünyası, Müslümanların kahır ekseriyette olduğu bir coğrafyadır. Ama bununla birlikte farklı dinlerin, kültürlerin ve etnik unsurların da bulunduğu bir zemini ihtiva ediyor. Müslüman olmayanların bu coğrafyada uzun süre yaşamalarından dolayı aynı kültürü taşıdığını gözlemlemek mümkün! Yani kültürel doku itibarı ile aslında Müslüman bir kültürü yaşıyorlar. Ama son dönemlerde ortaya konulan modernlik kültürü ve baskısı ile sanki bu unsurlar Müslümanların düşmanı ya da o unsurlar, kendilerine karşı Müslümanların düşmanca davranacağı bir zehabı oluşturuyorlar. Bu çatışma hali dolayısı ile müstevlilerin emellerine uygun bir zemin oluşturuyor. İşte Suriye ve Irak’ta yaşananlar buna örnek verilebilir. Ya da Mısır’da iktidarı yasadışı devralan Sisi’nin, İhvan’ı düşman kabul etmesi gibi… Bu çatışma kimin işine yarıyor. Bunu bütün dünya gözlüyor. Ve en çok Müslümanlar bunun acısını yaşıyor. Kim ölüyor? Müslümanlar. Kimin eliyle ölüyor? Ağırlıklı olarak Müslümanların eliyle…
İşte yeni yaklaşımımız: Asla hiç kimseyi düşüncesi, dini inancı, felsefi yaklaşımı, hayat tarzı ve etnik kimliği ile rengi üzerinden dışlamamak ve onu bu hayatın bir parçası olarak kabul edip herkesin ve kesimin birlikte yaşayabileceği bir dünyanın kurulmasının zeminini oluşturup, birbirimizin eksiğini tamamlayacak olmamızın verdiği idraktir.
Parçalanmış Aklın Yeniden İnşa Edilmesi…
Aklımızın parçalanmasında etken olan unsurun, farklı unsurlarımızın geleceğini ve ontolojik güvenliğini dış güçlere dayaması gerektiği algının oluşturulmasıdır. İslam dünyasında kimse kendini güvende hissedememektedir. Bu güvensizlik hissidir ki bir arayışa yöneltmekte ve arayış ise dış güçler için müthiş bir imkâna dönüşmektedir. O zaman el atıyor ve kendine çekerek parçalanmayı derinleştiriyor. Bu noktada herkesi ve kesimi kendine yabancılaştırarak parçalanmayı derinleştiriyor. İşte çözüm tam olarak bu noktada tebellür ediyor. Yani kahır ekseriyeti oluşturan Müslümanların kendi dışındaki kişilere güven telkin edecek yeni bir yaklaşıma olan ihtiyaçları ortadadır. Bu yeni yaklaşım için ise içinde bulundukları düşünsel ve kültürel kodların ciddi bir analizi ve eleştirisi kaçınılmaz olmalıdır. Bulundukları hali değiştirmeden yeni bir yaklaşım mümkün görünmemektedir. Bu yüzden ciddi bir düşünsel eleştiri ve analizi hemen devreye koymak gerekiyor. Bunun üç sacayağı vardır:
1) Kendi tarihi köklerimizle ve düşünce geleneğimizle sahih bir ilişki kurmanın zeminini bulmalıyız. Modern batı kültürünün bize sunduğu yaklaşım biçimlerinin yanlışlığını neredeyse bir yüzyıldır tecrübe ediyoruz. O zaman geleneksel İslam düşüncesinin tarihsel sürecini dikkate alan yeni bir yaklaşımı öne çıkarırken geçici ve kalıcı olan unsurlar üzerinden sahici bir düşünceyi yeniden kurabiliriz. Bunun için elimizdeki yanlışları doğru bir şekilde ortaya çıkarabilirsek, doğruya ulaşma konusundaki umudumuzu da diri tutabiliriz. Tarihsel tecrübe önemli, ama mutlaklaştırılmadan değerlendirilerek yorumlanabilmelidir. Kısaca tarihi müktesebatı tarihle bağını muhafaza ederek yeniden okumaya başlamalıyız.
2) İçinde bulunduğumuz kültürel havzayı doğru anlayabilmek için modern bilgi ve bu bilgiden neşet eden kültürü doğru bir şekilde okumaya tabi tutmalıyız. Modern bilgiyi ve düşünceyi doğru analiz etmeden nasıl bir çözüm bulacağımız da muammaya dönüşür. O yüzden batıyı en az bir batılı kadar düşünce tarihini de dikkate alarak öğrenmeli ve onu yorumlayabilmeliyiz… Bunun içinde sahip olmamız gereken şey bilgi ile nesnel bir ilişki kurmanın yollarını bulmalıyız.
3) Mevcut durumumuzu ve neredeyse iki yüzyıldır yaşadığımız serüveni doğru bir analize ve yoruma tabi kılarak mevcut şartlardan kurtuluşumuzun imkânlarını oluşturabilmeliyiz. Müslümanların içinde yaşadıkları bu kültürel dokuyu yukarıda ifade ettiğimiz iki maddeyi gerçekleştirmeden doğru bir analize tabi kılmamız neredeyse mümkün değildir. Bu yüzden bu üç şıkkı da birbirini betimleyen ve eksikliklerini gideren bir konum olarak değerlendirmeli… Yani bu üç madde birbirini tamamlayan özellikler taşırlar. Birisindeki eksik diğerlerine de sirayet edecektir. O yüzden her üç durumu da salim bir kafa ile okumalı ve yoruma tabi kılmalıyız… Bunun için elzem olan durum ise mevcut kültürel dokunun dışına çıkarak salt öğrenme isteği üzerinden hareketle bilgilenmeyi içselleştiren bir tutuma evrilmektir.
İşte bu süreçlerden sonra parçalanmış aklımızı bütünleştirme çabamızın bir karşılığını bulur ve ontolojik güvenliği sağlayarak birlikte yaşamanın kültürel dokusunu yeniden inşa edebiliriz. Bu ilk ve en önemli başlangıç ilkesidir. Eğer bu parçalanmış akıl bütünsel bir akla dönüştürülemezse, diğer sorunlarda çözüme kavuşma istidadını kaybeder.
Modern Tarih İslam Dünyasına Müdahale Tarihidir
İktidarını kaybeden ve Osmanlı’nın yıkılması ile bir iktidar boşluğuna düşen İslam dünyası sürekli müdahale edilen bir coğrafya özelliği taşımaktadır. Bunu bu coğrafyada yaşayan her insan bilmektedir. Ama yukarıda ifade ettiğimiz akıl parçalanması bu olgunun bir psikolojik vasat ile düşünce dünyamızı belirleyen önemli bir etken oluşunu engellemektedir. Bu engeldir ki bizim topraklarımızda sürekli müstevlilerin cirit atmasına olanak tanımaktadır. O yüzden kuru bir bilgi ile değil, bir duygu üzerinden düşünce dünyamızı belirleyecek ve buna uygun bir siyasal oluşumu beraberinde taşıyacak bir vasatı da inşa etmelidir. Yoksa bir söz ve söylem olarak kaldığı sürece hep sorunlu olarak kalmaya mahkûm edilecektir. Ama şöyle bir umudumuz var: Müslümanların bulundukları her yerde ana muhalefet olmaları ve özgür seçimlerde iktidar adayı olmaları bu umudumu çoğaltan bir şeydir. Ancak Müslümanlar siyaseten de ve düşünsel olarak da artık sadece kendilerini değil, içinde yaşadıkları topraklarda mevcut bütün anlayış ve kişileri de ontolojik güvende olacakları bir bakış ve söylemi dillendirerek aralarındaki sorunları çözüme kavuşturmalıdırlar. Yoksa dış müdahale hala çözüme kavuşmayacaktır. İşte coğrafyanın hali pürmelâli ortada! Bunun için siyasi vizyon, iktisadi adalet ve iktidara çıkacak yolda eşitlik algısını oluşturacak bir söylem öne çıkarılmalıdır.
Türkiye yaşadıkları tarihsel şartlar gereği önemli bir tecrübeyi içinde barındırmaktadır. Özellikle Ak Parti iktidarı ile yaşadıkları siyasi tecrübeler önemli görülmelidir. Ve biliniyor ki bütün İslam dünyasındaki bütün ülkeler Türkiye’den daha kötü durumdadırlar. İktidarı devir almak ve iktidarı sürdürülebilir hale getirmek ve bu süreçte kendi ayakları üzerinde durma çabalarına hangi siyasi komploların eşlik edeceğini görmek açısından bu yaşanılanlar önemli ve düşünce adına yorumlanması elzem olandır.
Özellikle sivil toplum kuruluşlarının birlik ve bütünlük arayışlarını siyasi çıkara endeksli hale getirmeleri sorunun bizzat kaynağı durumundadır. Bu noktada siyasi veya kişisel çıkarlar sadece sorun üretirler ve bu çıkarlardır ki dış siyasal müdahaleyi meşru kılmaktadır. Bu salt siyasi değil iktisadi, kültürel ve düşünsel müdahaleler de vardır. Hepsi ile başa çıkmanın yolu; kendi ontolojik güvenliğini sağlama alırken ötekinin de ontolojik güvenliğini sağlama alacağına dair oluşturabileceğin güvenle alakalıdır.
İslam Dünyası Kendine Yabancı Bir Kültürün Nefesi İle Yaşamaya Çalışıyor
Bu coğrafya kendine dışarıdan zerk edilmiş yabancı bir mikrop tarafından işgale uğramış bir cesede benzemektedir. Kendine yabancılaşmıştır. İçinde teneffüs ettiği hava bu zehirli yabancılaşmanın sağladığı kültürden besleniyor. O yüzden her gün biraz daha yabancılaşıyoruz kendimize ve her gün biraz daha ölüyoruz. Ama bu durumun farkına varanlara da deli muamelesi yapıyoruz. Hepimiz bir kültürün içinde doğmuş ve bu kültürü teneffüs etmediğimizde öleceğimize inandırılmışız. İşte bu yüzden ölümü göze alanlar yeni bir başlangıca imza atabileceklerdir. Yoksa zaten adım adım ölüme yönelmekteyiz. Bu ölüm kültürel bir ölüm ve her tarafımıza da sirayet etmektedir. İman, inanç, ibadet ve kulluğumuzu da etkisine almış ve tarihte hiç olmadığı kadar bugün Müslümanlar birbirlerine yabancılaşmış ve her şeylerini helal kabul eder hale gelmişlerdir. Bu dışarıdan zerk edilen yabancı mikrop sayesinde olmaktadır. Ama bunun farkındalığı üzerine konuşmanın bile ne kadar zor olduğu tecrübe ile bilinmektedir. Çünkü değerlere de sirayet eden bu yabancılaşma doğal olarak ölümü kolaylaştırmaktadır. İşte bu noktada bir çıkış şarttır. Bu çıkışı sağlayacak şeyin istikamet, samimiyet ve iyi niyetin varlığı olduğu tartışılmazdır. Ama en önemlisi bunun örnekliğini yaşayacak bireylerin ve bu bireylerden oluşacak toplulukların varlığı da çok önemli…
Yukarıdaki yöntem üzerinden meseleyi sürdürmeli ve çözümün ne olduğu berrak hale getirilebilir tabii ki… Kendi tarihsel köklerimizle doğru kurduğumuz bir ilişki biçimi bizi sahih bir düşünceye ve bu sahih düşünce üzerinden kendi yabancılaşmamızın neye tekabül ettiğini anlamlandırarak bu vebadan kurtulmanın yollarını aydınlatabiliriz. Hastalığın tedavisi önce doğru teşhis ile başlar. Ondan sonra tedavi doğru ilaçlarda devam ettiğinde hastalık hitama erdirilebilir. Buna uygun bir isteğin ve iradenin varlığı da hasta için kaçınılmaz olandır.
İşte her nefesimizi yeniden kontrol etmeli ve gerekmediği sürece nefes almayı durdurmayı göze alabilmeliyiz. Daha çok yabancılaşmadan kendi özümüze doğru bir yola çıkalım. Ve adımlayarak koşmaya doğru seyr-ü sefere çıkmayı başaralım.
Mevcut kültürel ve sanatsal dokunun varlığı ve bu varlıkla bizim ilişkimiz meseleyi aydınlatacaktır. O zaman yeni bir kültürel doku ve sanatsal bakış elzemdir. Bu noktada dirayetli bir kişilik ve analitik gücü yüksek bir düşünce birlikte iş görecektir. Hastalığımızı sipariş üzerinden yenemeyeceğimize göre kendi hastalığımızı kendimiz tedavi etmeye çalışacağız ve bu yüzden her merhalesi için gerektiği kadar ve gereğini yerine getirecek kadar bir gücü ve çabayı esirgememeliyiz.
Peşin yargılardan ve ideolojik angajmanlardan kurtulmadan doğru bir yola giremeyiz. O zaman mevcut içinde yaşadığımız çatışma alanlarını besleyen düşünsel ve siyasal tutumlardan vazgeçmeyi öğrenmeliyiz. Özgürleşmeden kişilik geliştiremeyiz. Özgürleşme aynı zamanda sana yüklenen dışsal faktörlerle mücadele gücünün artmasına vesile olur. İrade sahibi olmayı ve sorumluluğu kuşanacak bir düzeyi işaret etmeliyiz ki sorunların çözümü kolaylaşsın…
Eşitsizlik Bir Bedel Ödetir…
İslam dünyası sahip olduğu yer altı ve yer üstü zenginliklerini bir avuç iktidar odağına teslim etmiş durumdadır. Ve bu bir avuç iktidar sahipleri har vurup harman savurabiliyorlar. İktidar kendilerinde olduğu için her türlü rüşvet, iltimas ve kayırmaca yapılabiliyor. Her rejim kendi zenginini oluştururken kahır ekseriyet fakr-u zaruret içinde yaşamak durumunda kalıyor. Böylece hem rejimi hem de halkı zayıf düşürerek müdahale edebilmenin şartları hep hazırda tutulmaktadır. Bu oyun bozulmadığı sürece çok fazla yapılabilecek bir şey bulunmayacaktır. Çünkü siyasal sistem iktidarın arzusuna göre belirlenmiş ve halk bu oyunda bir oyun kurucu olarak yer almamıştır. Halkına düşman bu siyasal rejimler, desteği hep dışarıdan beklemek durumunda kalıyorlar. Bugün İslam dünyasının yaşadığı en büyük sorun da tam bu noktada açığa çıkmaktadır. Müslümanlar kendi elleriyle birbirlerini kırmaya devam ediyor.
İktisadi adaletsizlik, rejime olan güveni de zedelemekte ve halk ile rejim arasında bir sulh oluşamamaktadır. Sürekli düşmanlık tohumlarının ekilebilmesinin zemini hazır olduğu için her türlü ideoloji kendine mümbit bir toprak bulabiliyor. Bu da yine zarar olarak halka dönmektedir. Hem ekonomik olarak zorda kalıyor hem de canından oluyor. Bu müthiş bir güvensizliği ve aşağılanmayı içerdiği için de kişilik parçalanması dediğimiz şey gerçekleşiyor. Şizofren kişilikler çoğalmaya başlıyor. Tarihinde belki hiç rastlanmayan şeyleri İslam dünyası yaşamak zorunda kalıyor. Her türlü şiddet kol gezebiliyor.
İktisadi bölüşümü adil bir paylaşıma dönüştürmenin imkânları ve yolları aranmalıdır. Bir ülkenin sahip olduğu zenginlikler ancak adil bir şekilde paylaşıma konu edinerek onun vatan olacağını bilmenin zorunluluğu kendini dayatıyor. Batı’da oluşturulmuş paylaşım esasları üzerinden değil, bu toprakların ruhunun oluşturduğu ‘dünya görüşü’ üzerinden paylaşımı eksene almak gerekir ki insanlar adil bir paylaşım olduğu konusunda bir itminan sahibi olsunlar. Gayrisafi milli hâsılanın gerçek anlamda adil bir bölüşümü olmalıdır. Yoksa zenginlerin mal varlıklarının toplamı üzerinden kâğıt üzerinde yapılan hesaplamalarla ortalama bulunacaksa bu doğru bir çözümleme olmayacaktır. Bir kere aradaki uçurumu sürekli kapatacak politik tutumlar öne çıkarılmalıdır. Çalışanların ücreti hem hayatlarını idame etmeye yetmeli hem de toplumsal sorumluluklarını yerine getirecek bir imkânı içinde taşımalıdır. Hiç çalışamayanlara yönelik bir çalışmanın toplumsal barış için kaçınılmaz olduğu ve bu duygunun vereceği öz güven hesaba katılmalıdır. Daha çok tüketmek için daha çok üretmek yerine ihtiyaçları dikkate alan ve israfı önleyecek bir bakışın eksene alınması elzemdir. Böylece sahip olunan imkânların heba edilmemesi sağlanacağı gibi geleceğe yönelik sorumluluk da yerine getirilmiş olur.
Müslüman ahlakının devrede olduğu bir ekonomik ilişkiler ağı oluşturmak ve bu çerçevede oluşturulmuş bir sosyal yaşamı inşa etmek kaçınılmaz olmalıdır. Böylece toplumsal güveni yeniden tesis edecek zemini kazanabiliriz.
Zenginin daha çok zenginleştiği bir sistem değil, zenginliğin en geniş tabana yayılacağı bir sistemin arayışında olmalı ki insanlığa dair bir sorumluluk ve örneklik de teşkil edebilsin… İnsanların değerlerinin zenginlikleri ile ölçülmediği, ahlaki karakterleri ile değer kazandıkları bir sosyal politika ve yaşam, bu dediğimiz ölçüleri hayata geçirebilir. Sonuç olarak iktisadi adalet, toplumsal adaleti ve barışı geliştirir…
Güven Bunalımı Fesadın Kaynağıdır
Kendi dünya görüşünden uzaklaşan İslam dünyası kendi değerlerini ve bu değerlerin oluşturduğu ahlaki yapıyı kaybettiği için derin bir güven bunalımına girmiştir. Özellikle toplumsal öncülerin, siyasal liderlerin kendi toplumları ile yaşadıkları yabancılaşma ve aynı zamanda entelektüel ve aydınların yine kendi değerlerinden kopuk ve halkı ile yabancı olduğu bir zemin bu bunalımı sadece derinleştirmiştir. Önce bu gerçekliği çok yalın bir şekilde dile getirmekten çekinmemek gerekir. Yüz yıldır yapılan çalışmalar bu güven bunalımını aşmaya yaramamıştır. Günümüz İslami hareketlerin de bu güven bunalımını aşma konusunda sıkıntılar yaşadığı bilinmektedir. Özellikle yapılanmaların modern karakteri bu bunalımı çoğaltmaya yaramaktadır. Modernliğin ürettiği ideoloji, siyasallık, indirgeme hastalığı ve yorum karakterli bilgilenme süreçleri bu hastalığı tedavi etme yerine kronik hale getirmektedir. Bu noktada dış faktörlerin etkisini elbette ki göz ardı etmeyeceğiz. Ama buna teşne bir yapımızın varlığını bilmek ve ilk hamlenin içerden başlatılması gerçeğini unutmamak şartıyla…
İslam dünyası, güven bunalımını aşmak için samimi ve iyi niyet sahibi olan kişi, kurum ve siyasi akımlara sahiptir. Ama bu tek başına yetmemektedir. Özellikle istikametin sağlamlaştırılması ve yönelimin sahih bir noktadan hareketle belirginleştirilmesi temel ölçüttür. Ve bu istikametin Müslüman ‘dünya görüşü’ bağlamında ahlaki yeterlilikle çizilmesi elzemdir. ‘İçinizden hayra davet eden ve kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun’ emri ilahisini kendi yararımıza olacak şekilde yeniden kurmamak gerekir. Tam tersi bu çizgiyi savunanların ellerinde ne var ne yok bu yola harcamaları gerekir ki başkalarına örneklik teşkil etsin. Ama maalesef sanki bu çizgi hep başkalarından beslenerek yola çıkmayı marifet addetmektedirler ki, bu da güven bunalımını ve ilahi bereketi kaçırmaktadır. Hâlbuki ilk taşı atanın masum olması gerektiği nebevi bir örnekliktir. Ve ilk emre riayet etmesi de öyle…
Bu yüzden kendi ellerini taşın altına koyacak ve pür ahlaki hayatı önceleyen ve kendilerini feda etmekten kaçınmayan ve yolda yaptıkları fedakârlık yüzünden herhangi bir beklenti içinde olmayan yeni bir neslin bu istikameti çizmesi ve bu istikamet üzerinden bir siyasi ve sosyal yapıyı inşa ederek iktisadi adaleti temin edecek güveni oluşturmaları elzemdir. Bunun yolu da önceliği kişinin kendi kurtuluşuna vermesi ve başkalarının kurtuluşunu kendi örnekliği üzerinden sağlayacağına olan güvenini tazelemesidir.
Güven bunalımını aşmanın iki temel ilkesi vardır:
1) Kişisel dindarlığın güçlendirilmesi…
2) Kişinin açık bir yapı üzerinden kendini gerçekleştirme arayışında olması…
Kişisel dindarlığın güçlendirilmesi beraberinde fesada yönelik güçlü bir tepkinin oluşmasını sağlayacaktır. Ve örneklik üzerinden bu toplumsal fesadı geriletecek bir enerjinin varlığını açığa çıkaracaktır. Ayrıca bu kişisel dindarlık çoğaldıkça hayır üzerinde yardımlaşma ve paylaşma çoğalacak ve nehiy üzerinden de sağlıklı ve doğru tepkilerin ortak karaktere dönüşmesi sağlanmış olacaktır. İşte o zaman kötülük sürekli baskı altına alınacak, iyilik de toplumsallaşacak zemini bulacaktır.
Kişinin açık bir yapıda olması; kendini geliştirirken dışarıdan destek alabilmesinin zeminini oluşturur. Hatalarını gözlemleyerek ya da dinleyerek düzeltme imtiyazı kazanır. Ve böylece diğer insanlarla bir paylaşım üzerinden diyalog ve ilişki kurarak güveni sağlayacak zemini kendiliğinden doğuracaktır.
Toplumsal zeminde de bu iki ilke geçerlidir. Kişisel dindarlık toplumsal zeminde sivil dindarlığa tekabül eder. Yani siyasi olanın baskısını en aza indirgeyecek bir zeminin inşası için kaçınılmaz olacaktır. Aynı şekilde açıklık da toplumsal barışın ve salahın kurulması için elzem olan paylaşımı ve açık yürekliliği beraberinde getirecektir.
Evet, bu koşullar ‘yeniden iman etmenin’ elzem olduğunu göstermektedir. Ve bu yeniden iman hem kişisel özgüveni hem de toplumsal özgüveni yeniden tesis etmenin imkânlarını oluşturacaktır…
Sonuç
İslam dünyasında yaşayan her fert, içinde bulunduğu kültürel dokuyu doğru bir okumaya tabi tutmalı ve bu okuma üzerinden yorumlayarak çıkış yolunun mevcut durumun dışında olduğu idrakine varmalıdır. Ayrıca her bir fert kendi tarihsel bağı ile yeniden ilişkiye geçmeli ve tarihin engin derinliklerinde yatan sahih bakışı bugüne taşımanın imkânlarını elde etme çabasına hız vermelidir. Mevcut verili durumun dışsal güçler tarafından yüklenildiğini gözlemleyerek ondan kurtulmanın imkânı, halkın bir aydınlanma yaşaması gerektiğine olan inançtır. Ve bu topraklarda seksenli yıllarda oluşan şuur ve dava adanmışlığı üzerinden yeni bir silkinmenin ve dirilmenin imkânlarını oluşturmalı. Toplumsal hafıza kaybını yeniden tamir etmenin, hatırlamanın ne büyük bir erdem olduğunu yeniden tefekkür ederek bu erdemi bireysellikten toplumsallığa yönelterek yeni bir dirilişin zemini inşa edilmeli…
Batıdan devşirilmiş bütün siyasi, sosyolojik ve psikolojik kavramlara ek olarak sanat ve estetik kavramların da hayatı dumura uğrattığını anlamalı ve kendi kavramlarımızı oluştururken kendi tarihsel köklerimizle buluşarak bugüne hitap edecek yeni anlamlar yüklediğimiz kavramlarla yola çıkılmalı…
Bir isyan ahlakına olan ihtiyacı tespit edip bunu uygulama sahasına çıkaracak öncülerin güçlendirilerek sahaya inmeleri sağlanmalı. Bu isyan ahlakı üzerinden ahlaki sürece yönelik eleştirel analiz devreye girmeli. Her ahlaki tutumun kişiyi iyiye, güzele ve doğruya taşıyacağı konusunda bir şüpheyi öne çıkarmalı ve bu şüphe üzerinden yeni bir düşünce yönelimine kapı aralanmalı…
Evet, aynı zamanda bir ahlaki ayaklanmaya da önem vererek ahlaklı davranışların sadece ahrette bir karşılığı olduğu inancını muhafaza ederken bu ahlaki erdemliliğin dünyevi bir boyutunun varlığı da gözler önüne serilmeli ki insanlar buna teşvik edilebilecek vasatı bulabilsin. Elbette ki erdemlilik kendi başına bir değerdir. Ama erdemi değerli kılacak eylemliliğin kendisinin de bir erdem olduğu unutulmamalıdır.
Bilgi ve bilgilenme süreçlerinin önemi ve toplumsal barışın teminatı oluşuna sürekli dikkat çekmeli ve eğitim süreçlerinin sahih ve nesnel bir yapısının kurulması çabalarına el birliği ile destek vermeyi ön gereklilik olarak kabullenmeliyiz…
Salt hakikate ayarlı bir dünyayı ve yaşamı içselleştirerek bundan daha büyük bir iyiliğin olmadığı bakışını hem fertlerin dünyasına hem de toplulukların dünyasına hatırlatmalı ve bu hatırlama ve hatırlatmalar üzerinden yeni bir kültürün kodlarını oluşturmayı ilke edinmeliyiz…
Çaba ve gayret bizden başarı ise Alah’tandır.
Allah her daim kendi kasd-ı mahsusasını en iyi bilendir…
Henüz yorum yapılmamış.