Sosyal Medya

Yasin Aktay: Rejim ve işine yarayacak din arayışı

Görünürde yoğun bir dindarlık vardır fakat insan sahih duruşunu kaybettiği anda, kendi iktidar arzusu olmak üzere dini hizmetine almanın bir yolunu bulur. 1928 yılındaki din reformu böyle bir denemenin sonucuydu



Kendisine kulak verilen bir din yerine iÅŸe koÅŸulacak, kullanılacak, bize itaat edecek bir din arayışı, kulaÄŸa ne kadar garip gelse de aslında dinler tarihinin rutin bir gerçekliÄŸi. Ä°nsanın Allah karşısındaki sahih duruÅŸunu kaybettiÄŸi anda içine düÅŸtüÄŸü evrensel durumlardan. Ä°nsan dini doÄŸrudan reddedemediÄŸinde veya yeni bir dinde kendisine büyük fırsatlar gördüÄŸünde, aslolan kendi iktidar arzusu olmak üzere dini hizmetine almanın bir yolunu bulur. Görünürde yoÄŸun bir dindarlık vardır, hatta dini sembol ve uygulamaların da aşırı bir görünürlüÄŸü sözkonusudur ama altını kazıdığınızda insanın en dünyevi saikleriyle karşılaşırsınız. SekülerleÅŸmeyi ara ki bulasın, oysa kurumsallaÅŸmış dinin en dibinde mündemiçtir sekülerleÅŸme, yani insanın din dahil herÅŸeyi iktidar arzusuyla araçsallaÅŸtırması.
 
Türkiye’de de din tartışması her zaman böyle bir “kendimize göre bir din” baskısı altında geliÅŸmiÅŸtir. Devlet adına hareket edenler cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren halkın dininin ne olacağına, dindarlık seviyesinin ne kadar olacağına karar verme yetkisini ve gücünü kendilerinde vehmediyordu. Oysa halk ne bu yetkiyi tanıyordu ne de devletin halkın dinini belirleme gücü tartışmasızdı. Devlet ne yaparsa yapsın ne isterse istesin, halk kendi dininin sınırlarını belirleme konusunda devletten özerk, kendi talep ve arzuları istikametinde bir dindarlık oluÅŸturuyordu. Bunu da demokrasinin iÅŸleyiÅŸi ölçüsünde devletin kurumlarıyla bir etkileÅŸim bir diyalog içinde yapıyordu üstelik.
 
Devlet adına kendilerini daha yetkili gören bazı kesimlerin kabul edemediÄŸi bir ÅŸey de toplumun devletle bir ÅŸekilde kurmayı baÅŸardığı bu memnu iliÅŸkiydi. 1950 yılından itibaren iÅŸlemeye baÅŸlayan temsili demokratik sürecin bir sonucu da halkın temsilcilerinden talep ettiÄŸi din hizmetleri ve dini taleplerinin temsiliydi. Bunun neticesinde dini eÄŸitim kurumları, Ä°mam-Hatip Okulları, Ä°lahiyat Fakülteleri halk ve devletin bir pazarlığının sonucu olarak ortaya çıktı. Dini yayıncılık ve sivil örgütlenmeler ciddi bir artış kaydetti ve bunun neticesinde devletten bağımsız geniÅŸ bir dini özgürlük alanı oluÅŸtu. Bu alan açıkça devletin ilk kurucu programında yazılandan, razı olunandan çok fazla ve gereksizdi. O ilk-kurucu programda devletin istediÄŸi ÅŸey açıkça dinin pozitivist öngörüler istikametinde tamamen yok olacağı bir “son”a ayarlıydı.
 
Devletin bu ilk zamanlarda Alevilere karşı Sünnileri tercih etmiÅŸ olduÄŸunu söylemek mümkün deÄŸildir. Hedef SünniliÄŸin de AleviliÄŸin de dinsel içeriÄŸinin tamamen boÅŸaltılması ve “muasır medeniyet seviyesinin gerektirdiÄŸi” mutlak sekülerliÄŸe ulaÅŸmaktı. Diyanet Ä°ÅŸleri BaÅŸkanlığı’na, ölümü beklenen, ölmesine yardım edilen, ölmek için fiÅŸi uygulanan politikalarla çekilmiÅŸ bulunan SünniliÄŸin cenaze namazını kılmaktan baÅŸka bir görev kalmamış bulunuyordu.
 
Ancak bu esnada topluma nasıl bir din lazım olduÄŸuna dair geniÅŸ tartışmalar da oluyordu. Dini tamamen yok etmek yerine ondan faydalanmak da bir seçenekti. Neticede iÅŸi boÅŸ da olsa dini inanç insanı biraz daha dürüst, çalışkan, vergisini vermeyi kutsal gören, devlet için gerekirse ölmeyi göze alacak kadar her türlü hizmeti mukaddes gören bir vatandaÅŸ kılabiliyordu. En azından Ziya Gökalp eliyle resmî ideolojiye dahil edilen Durkheimci sosyoloji müktesebatı bunu anlatıyordu. Ä°slam dininin görünümü muasır medeniyetin dinlerine benzemiyordu.
 
Belki bu haliyle Ä°slam dünyasının geri kalmışlığını, kırsallığını, köylülüÄŸünü andırıyordu. O zaman belki biraz ÅŸekil ÅŸemail deÄŸiÅŸikliÄŸi zevahiri kurtarabilirdi. Ne de olsa bilimde, teknolojide, sanatta, iktisatta ilerlemiÅŸ olan Batı’nın bu ilerlemesinde dininin de bir rolü vardı. O yüzden onların her ÅŸeyini taklit ettiÄŸimiz gibi dinlerini de taklit edebilirdik. Dinin içeriÄŸi, hakikat iddiası nasılsa hep aynıydı: hurafe. Ha Hıristiyan olmuÅŸuz ha Müslüman. Ä°çerik kaçınılmaz olarak hurafe olduktan sonra, hangi din olduÄŸunun ne önemi var. Ama bunu Müslüman halka kabul ettirmenin bir zorluÄŸu vardı elbet. SavaÅŸtan yeni çıkılmış, savaÅŸtığımız düÅŸmanın dinini kabul etmek ne mümkün olabilirdi? Bunun yerine Ä°slam’ı Protestanlığa benzetmek aynı maksadı hasıl edebilirdi.
 
Böylece devlet iÅŸe yarayacak, kullanılabilecek, bizi kalkındırabilecek, iÅŸlevselliÄŸi yüksek bir din arayışında Ä°slam’ı ProtestanlaÅŸtırma seçeneÄŸini denedi. 1928 yılındaki din reformu böyle bir denemenin sonucuydu ve tahmin edilenden daha büyük bir tepkiyle karşılaÅŸtı. O olay vesilesiyle “dinde reform” kavramının kendisine karşı dahi sonraki zamanlarda da hiç kaybolmayacak bir antipati oluÅŸturdu bu deneme. Birçok maddesi hiç uygulanamadıysa da o projenin bazı maddeleri sonraki yıllarda hayata geçirildi ama. Ezanın TürkçeleÅŸtirilmesi, Kur’an’ın Latin harfleriyle yazılması, Ä°mam-Hatip okulları ve ilahiyat fakültelerinin öÄŸrencilerinin kalmadığı gerekçesiyle tamamen kapatılması ve dini kamusal tezahürlerine karşı aÅŸağılayıcı söylemlerin yaygınlaÅŸtırılması gibi uygulamalar Ä°slam’ın ÅŸu veya bu yorumunu tercih eden uygulamalar deÄŸildi. DoÄŸrudan Ä°slam’ın tamamının toplumsal hayattan sökülüp atılmasını hedefleyen siyasetlerdi.
 
BaÅŸka hiçbir toplumda görülmemiÅŸ bir Ä°slamsızlaÅŸtırma politikasının bu toplumda bu ÅŸekilde uygulanmış olması bugünden bakıldığında inandırıcı bile gelemeyebiliyor, ancak vakıa buydu.
 
YeniÅŸafak

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.