Sosyal Medya

Özel / Analiz Haber

Davutoğlu: Rasyonel bir zihniyet ve stratejik bir planlama anlayışından yoksun söylemler

Sayın Ahmet Davutoğlu'nun 1999'da kaleme aldığı "Milliyetçiliğin Yükselişi" yazısını konunun bugünkü politik söylemlerle örtüşmesi sebebiyle Düşünce Mektebi okurunun dikkatine sunuyoruz.



19. yüzyılın son çeyreğinde ilk temsilcilerini bulan, II. Meşrutiyet aydınlarınca benimsenerek yükselişe geçen ve Tek Parti dönemi uygulamaları ile hayatiyet kazanan radikal Batıcılık hareketi çıkış şartlarına uygun birşekilde bir bürokrat-aydın öncülüğüne dayanıyordu. Tarih ve metafizikten radikal bir kopuşu beraberinde getiren 18. yüzyıl Aydınlanma felsefesinin bütün öncülleri ile birlikte Batı'dan aktarılmasına dayanan bu hareket, uluslararası ilişkilerde Batı ile varolan tarihi çelişkileri ortadan kaldıracak ve buna uyumlu bir iç siyasi kültür oluşturacak bir zihniyet ve medeniyet dönüşümünü kaçınılmaz bir tarihi zorunluluk olarak görüyordu.
 
Bu yaklaşım aynı zamanda dini, milli ve tarihi süreklilik unsurları ile bir tür gerilim ve çatışma alanının doğmasına da yol açıyordu. İlericilik-gericilik eksenine oturtulan bu gerilim Batı toplumlarının tarihsel tecrübesini kaçınılmaz bir evrensel süreç olarak görmekten kaynaklanıyordu. Gericiliği temsil ettiği iddia edilen din ve gelenek unsurları Batı ile varolagelen tarihi çelişkileri gündeme getirdiği için Türkiye'nin uluslararası konumu için de bir tür tehdit odağı olarak algılanıyordu. Bu anlayışa göre Aydınlanma felsefesinin siyasi idealleri hem iç siyasi kültürdeki gerici unsurları tasfiye edecek hem de Batı ile tam bir entegrasyonu sağlayacak yegane esasları oluşturuyordu.
 
Bu yaklaşımın soğuk savaş sonrası dönemdeki en radikal çıkışı 28 şubat süreci tarihimizin önemli ile sözkonusu oldu. Bu süreç, bir taraftan deklaratif bir bürokrat-aydın tavrı ile “halka rağmen halkçı” bir yöntem le iç siyasi kültürü yeniden tanımlama ve şekillendirme iddiasına yönelirken, diğer taraftan “Batı'ya rağmen Batıcı” bir tavırla Türkiye'nin uluslararası konumunu yeniden belirlemeye çalışıyordu. Dini ve tarihi süreklilik unsurlarının Batı-eksenli dış politika oluşumunda bir tür engel oluşturduğunu düşünen bu yaklaşım, özellikle tarihidini süreklilik unsurlarının dış politikanın omurgasını oluşturduğu Balkanlar konusunda kendi içinde ciddi çelişkiler barındırıyordu.
 
Uluslararası ve bölgesel ilişkilerdeki yeni unsurlar ile iç siyasi kültüre yönelik politikalar arasındaki çelişkiler 28 Şubat sürecinin en temel açmazları arasında yer aldı. Son seçimlerde büyük patlama gösteren MHP'nin toplumsal desteğinin omurgasını teşkil eden jeo-kültürel hattın RP'nin 1995 yılındaki patlamasının gerçekleştiği hat ile örtüşmesi 28 Şubat sürecine yönelik bir tepki olarak görülebilir.
 
Yeni-milliyetçi dalga
19. yüzyılın sonlarında uyanan ve II. Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakki ve Enver Paşa idealizmi ile fiili siyaset alanına taşman Türkçülük akımı da bir taraftan Alman ve İtalyan birliği hareketlerinin oluşturduğu uluslararası konjonktüre diğer taraftan da başta Arnavut ve Arap unsurlar olmak üzere Müslüman unsurların da devletten kopuş sürecine bir tepki hareketi olarak uluslararası konum ile iç siyasi kültür arasında tutarlı bir bütünlük oluşturmaya çalışıyordu. Rus devriminin ortaya çıkardığı konjonktür Balkan-eksenli milliyetçilik hareketlerine Orta Asya eksenli Turancılık boyutunun da katılması ile yakın tarihimizin ana akımlarından birinin temel özellikleri ortaya çıkmaya başladı. Güçlü devlet motifi ile bezenmiş iç bütünlük ve uluslararası etkinlik anlayışı İttihat-Terakki döneminden bu yana değişik renkler kazanmış olmakla birlikte süregelmiş milliyetçilik akımının ana özellikleri oldu.
Soğuk savaş sonrası dönem bu akımın yükselişini sağlayacak iki temel etkiyi de beraberinde getirdi: Bu dönemde hız kazanan mikromilliyetçilik hareketlerinin iç bütünlük üzerindeki etkileri ve SSCB'nin dağılması ile birlikte ortaya çıkan yeni uluslararası konjonktür. PKK faktörü akımın iç siyasi kültür ile ilgili boyutlarını tepkisel bir ivme ile desteklerken bağımsızlıklarını kazanan Türki Cumhuriyetler uluslararası konumun yeni ufkunu oluşturuyordu. Bu yüzyılın başında yükselen akımın iki temel sütunu böylece ortaya çıkmış oldu. PKK'ya verdiği destek dolayısıyla yükselen anti-Batı (özellikle anti-Avrupa) söylem ile iç siyasi bütünlük alanı arasında kurulan irtibat bu akımın kitlesel tepkileri toplamasına zemin hazırladı. Son etkilemekle kalmayacak, Türkiye'nin gelecekteki konumu ile ilgili bazı temel unsurların tebarüz etmesi sonucunu da doğuracaktır. seçimlerde gerek tarihi-dini süreklilik unsurları ile zıtlaşmayan bir milliyetçilik anlayışını benimseyen MHP'nin gerekse Batıcılık ekseni ile tutarlı bir ulusçuluk modeli geliştirmeye çalışan DSP'nin yükselişe geçmesi bu konjonktürün sonucunda ortaya çıktı.
 
Yükseliş ve düşüş trendi
Osmanlı Devleti'nde 19. yüzyıldan 20. yüzyıla aktarılan temel siyasi/kültürel akımlar soğuk savaş sonrası dönemin dinamik şartlarında kapsamlı bir tarihi yüzleşme ile karşı karşıya kalan Türkiye Cumhuriyeti'nin 20. yüzyıldaki son on yılında da değişik formlarda ama süreklilik içinde yeniden ortaya çıktı. Değişik dönemlerde birbirleri ile yeni sentez alanları da kuran bu akımların uluslararası ilişkilerdeki radikal değişimle birlikte ani sıçramalarla tekrar gündeme gelmesi iç siyasi kültür ile uluslararası konum arasındaki tutarlılığı doğrudan etkileyen sonuçlar doğurmuştur.
 
Türkiye bu yeni dinamik konjonktürde yeni eksen arayışlarına yöneldikçe, tarihi temele sahip bu akımlar biraz da hazırlıksız bir şekilde seri hamlelerle devreye girdiler. Bu durum iç siyasi kültür ile uluslararası konum arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlama iddiasındaki bu akımların ciddi tutarsızlıklara ve tavır değişmelerine yönelmesine de yol açtı. Özal'ın yeni-Osmanlıcı çizgisi teorik hazırlıksızlık ve pragmatik tavır ile jumalistik bir düzeyde kalırken, siyasi platforma anti-Batı söylem ile giren Refah Partisi gelen tepkiler sonucunda Batı'nın bir versiyonunu esas alan bir söylemi benimseme zorunluluğunu hissetti. Bir gerilim ortamının ürünü olan 28 Şubat süreci ise Batıcılığı tarih ve metafizikten kopan dogmatik 18. yüzyıl pozitivizmine indirgeyince hem Batı'daki yeni gelişmelerin dışında kalarak Batıya rağmen Batıcı bir nitelik kazandı, hem de iç siyasi kültürde gerçekleştirmeye çalıştığı kopuş çizgisi ile yüzde birden az bir toplumsal desteğe sahip marjinal bir sol parti ile özdeşleşme açmazı ile karşı karşıya kaldı. CHP'nin son seçimlerde yaşadığı bozgun biraz da bu süreç ile en doğrudan irtibatlandırılan büyük ölçekli siyasi parti kimliğini barındırmış olmasındandır. DSP'nin çizdiği daha esnek ve tarihi süreklilik unsurlarına daha saygılı tavır arayışı bu partinin bu süreçten ayrı değerlendirilmesi sonucunu doğurmuştur.
 
Son seçimlerle yükselen milliyetçi temayül de bu ani sıçramanın doğurabileceği problemlerle yüzleşmek zorunda kalacaktır. Özellikle MHP'nin benimseyeceği tavır sadece yakın tarihimizin önemli akımlarından birinin tarihi seyrini etkilemekle kalmayacak, Türkiye'nin gelecekteki konumu İİe ilgili bazı temel unsurların tebarüz etmesi sonucunu da doğuracaktır. Osmanlı Devleti'nin son döneminde yaşanan tecrübeler bu açıdan dikkatle değerlendirilmek zorundadır.
 
Partilerin bu yeni konjonktür içindeki konumlarını ve siyasi tablonun görünen yönünü bir başka çalışmada ele almak üzere diyebiliriz ki, soğuk savaş döneminin bittiği 1989 yılından bu yana yapılan seçimlerde merkez sağın sürekli bir oy düşüşü yaşaması, solun parlamentoya yansıyan payının yüzde kırklardan yüzde yirmilere inmesi, buna mukabil RP-FP ve MHP çizgilerinde kayışlar göstermekle birlikte tarihi referansı güçlü siyasi akımlarda sürekli bir artış temayülünün gözlenmesi ve HADEP faktörü, stratejik kimlik ve zihniyet oluşumu ile ilgili önemli bir gösterge olarak değerlendirilmelidir. Toplumumuz Soğuk Savaş sonrası dönemin getirdiği yeni konjonktürde tarihi süreklilik unsurlarını barındıran iddialı bir siyasi söylem ve kimlik arayışı içindedir. Sol hareketler bir tür kimliksizleşme ve kopuşu, merkez sağ da bireysel çıkar çatışmalarını esas alan bir politika takip ettiği için sürekli bir düşüş yaşamışlardır. Ancak iddialı bir kimlik ve siyasi söylemin cazibesi ancak ve ancak iyi yetişmiş insan unsuru ve rasyonel bir programla uluslararası ilişkilerde risksiz bir alan bulabilir. Rasyonel bir zihniyet ve stratejik bir planlama anlayışından yoksun iddialı söylemlerin Osmanlı Devleti'nin son döneminde yol açtığı riskler unutulmamalıdır. 

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.