Makale
Yaşıyoruz ama varolabiliyor muyuz?
Bazı ÅŸehirlerde, bazı tarihi camilerin asırlık taÅŸ duvarlarına matkapla hoyratça delikler açılarak monte edilmiÅŸ elektronik cihazlar var. Bu cihazlardan siyah üstüne kırmızı ışıklarla saÄŸdan sola doÄŸru namaz vakitleri akıp geçiyor. Muhtemel ki bazı hayırseverler bu cihazların maliyetini hayırdır diyerek karşılıyor. Birçok yerde bu manzaraya rastladım. BeÅŸ vakit ezan okunan yerlerde, hele de herkesin elinde her ÅŸeyi bilen telefonlar varken böyle yakışıksız bir operasyona ne ihtiyaç var, ben bir cevap bulamadım. Ecdad yadigarı bu mimari harikası camilerin tenine bu yaraları neden açıyoruz? Ve daha acısı; nasıl oluyor da hiç kimse, her biri kadim medeni mirasımızın göz bebekleri olan bu eserlere, orada olmaları hiç de gerekli olmayan bu türedi, çirkin ve kitch ışıklı tabelaların yakışmayacağını, uymayacağını düÅŸünemiyor ve itiraz etmiyor.
Orta Anadolu’nun bir ÅŸehrinde yine bir Selçuklu camiinde, sırf plastik boncuk tesbihler yerde durmasın diye, asırlık yekpare ahÅŸap sütuna koca bir çivi çakıldığına ve o hoyrat çivinin güzelim ahÅŸap sütunu boydan boya çatlattığına ÅŸahit oldum. Bir baÅŸka ÅŸehirde yine asırlık bir caminin duvarında dikdörtgen ÅŸeklinde bir oyuk açılmış ve içine kalorifer radyatörü sokuÅŸturulmuÅŸtu.
Kutsalın, mana taşıyanın, medeniyetlere hayat verenin ne olduÄŸu konusunda gerçekten vahim derecede bir kafa karışıklığımız var. Hem de geçmiÅŸte asırlar boyunca bunun tam tersini bütün insanlığa yaÅŸayarak kamilen gösterdiÄŸimiz, ders diye yedi düvele okuttuÄŸumuz halde!
“En büyük öfke, en büyük yoksunluk, kültürler arasında, baÄŸdaÅŸmaz semboller arasında tereddüt geçirmektir; bir kültüre sahip olmama duygusudur. İnsan nerede olduÄŸunu bilmezse nasıl varolabilir” diyor ‘Kirpinin Zarafeti’ kitabında Muriel Barbery.
Bizler bugünün dünyasında Barbery’nin teÅŸhis ettiÄŸi gibi kendimiz olarak var olamıyoruz. KimliÄŸimize deÄŸer katan hemen her ÅŸeyi birer ezbere, birer kliÅŸeye, kupkuru kelimelere dönüÅŸtürmüÅŸ; kendimizi, dilimize tekerleme ettiÄŸimiz deÄŸerlerden istifade edemez hale getirmiÅŸiz.
“Hikmeti, erdemi, bilgeliÄŸi, maneviyatı iki kavga arasındaki molalara sıkıştırdığımız kupkuru kelimelerle yaÅŸatabileceÄŸimizi zannediyoruz!” diye söze girdi profesör ve “Söyleyin” diyerek devam etti, “her gün birkaç kere kulağına eÄŸilip ‘su’ diyerek bir çiçeÄŸi yaÅŸatabilir miyiz?”
Aliya İzzetbegoviç, ‘DoÄŸu Batı Arasında İslam’ kitabında bugün yaÅŸadığımız ortamların bizi nasıl eksilttiÄŸine dair çarpıcı teÅŸhisler ortaya koyuyor: “İnsanda yabancılaÅŸma etkisi yaratan ÅŸehircilik unsurları yükseldikçe dindarlık seviyesi düÅŸmektedir. Çünkü ÅŸehrin büyüklüÄŸü arttıkça üstündeki gök daha az görünür olur, doÄŸa ve çiçekler de azalır; duman, benzin ve teknik araçlar artar, ÅŸahsiyet azalır, gittikçe kitleye doÄŸru indirgeniriz.”
İnsan yaşadığı şehrin sesini dinlemeli diyorduk eskiden, şimdi kulaklarımızı tıkamazsak eğer, şehrin kudurgan sesi kulaklarımızı sağır ediyor!
Kalabalıkların yaptığı ÅŸeyleri yaparak yaşıyoruz bugün; söylediklerini söyleyerek, beÄŸendiklerini beÄŸenerek, çekindiklerinden çekinerek, bağırdıklarını bağırarak, yaptıklarını yaparak, uyduklarına uyarak… Herkesin birbirinin taklidi olduÄŸu asılsız, içsiz, derinliksiz sığ bir dünya bizim dünyamız artık! İşin garibi “Bu içi boÅŸaltılmış hayat bana yetmiyor!” diye pek isyan eden de yok!
Hayatın dili hepimiz için bilmediÄŸimiz bir yabancı dil artık! ÇoÄŸumuz bize söylediÄŸini zaten duymuyoruz, duyanlarımız da söylediÄŸinden hiçbir ÅŸey anlamıyor!
“GeniÅŸ pencerelerle, cam yüzeylerle kaplıyoruz yeni binaları” dedi beyaz saçlı adam, “sanki yerimizden kalkıp dışarıya bakacakmışız gibi!”
https://www.yenisafak.com/yazarlar/gokhan-ozcan/yasiyoruz-ama-varolabiliyor-muyuz-4707107
Henüz yorum yapılmamış.