Makale
Bir Ak Parti Eleştirisi-V
Not: Yazının daha önceki bölümlerini okumak isterseniz, sırasıyla üzerlerine tıklayabilirsiniz.
b) Türkiye Modernleşmesi; Bölünmüş Toplumsallık ve Siyasal Yaşam
Türkiye, Osmanlı Devletinde başlamış bulunan Batı merkezli bir modernleşme ile olan ‘zorunlu ilişkisi’ bağlamında Batı merkezli modernleşme faaliyetlerinin direkt muhatabı olmuştur. Osmanlı Devletinin klasik dönem merkez-çevre ilişkilerinin özgün yapısının dayandığı temel; hayatın olağan akışı, toprak üzerindeki geçimlik faaliyetler ile devlet-ahali ilişkilerindeki karşılıklı yükümlülüklerin ‘dirlik ve düzen’ içinde birbirlerinden bağımsız olarak yerine getirilmesi esasına dayanıyordu. Bu bağımsızlık yükümlülükler bağlamında bir ayrılığa işaret ediyordu. Bu özgün temel, klasik dönem dinamiklerinin dışsal nedenlerle zaafa girmesi ve bu zaaftan çıkılması için girişilen ıslahat ve modernleşme çabalarını yoğunlaştırmıştır.
Osmanlı reform ve modernleşme çabalarından ve bu çabaların üretimleri olan; “Osmanlıcılık”, “Garpçılık/Batıcılık”, “İslamcılık” ve “Milliyetçilik” fikri ve siyasi akımları toplumsal ve siyasal dönüşüme işaret ediyordu. Osmanlı Devleti’nin modernleşme çabaları var olma ve var kalma çabalarının bir toplamıdır. Bu çabaya yansıyan kültür değişimleri değişimin kendi mantığı içerisinde çalışmakta olup, modernleşme ile birlikte kültürel değişimleri Osmanlı Devletinin son anlarına kadar dahi esasa ait bir tartışma olmamıştır. Batı tipi modernleşme süreçlerinin kültürel değişimleri bağlamındaki tartışmalar daha çok Cumhuriyet sonrası siyasal çatışmaların esasına ait bir konu haline gelmiştir.
Birey, toplum ve devlet kavramları yan yana geldiği zaman anlamlandırmaların zengin çeşitliliği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Osmanlı Devletinin ekonomik ve toplumsal değişim ve dönüşümlerinin dinamiği, “dışsal” bir karekter taşımaktadır. Değişimin taşımış olduğu dışsal karakter, ‘neyin alınacağını neyin alınmayacağı’ noktasında bir tartışmayı baştan gereksiz kılmaktadır. Zira Batı tipi modernleşme olgusu Türkiye toplumunu oluşturan farklı toplumsalıklarda farklı farklı algılanmakta ve bu farklılıklara uygun bir içselleştirme sürecinden geçmektedir.
Türkiye’deki kültür kavramsallaştırması, yaşayan ya da yaşatılması gereken doğal bir sürece karşılık gelmemektedir. Kültür tartışmaları siyasal çatışmaların meşruluk endişelerinin beslediği bir yedek olarak ancak bir değer ifade edebilmektedir. Türk toplumundaki pratikte yaşanan modernlik algısı, ekonomik, sosyal ve siyasal gelişimlere paralellik gösteren bir içselleştirmeye karşılık gelmektedir ki; Türk toplumunun bu özelliğinden dolayı sabit ve değişmez kültürel kodlamaları, ancak zihinsel bir tortu mesabesinde olup toplumsal hafızada yeri fazlaca berrak değildir.
Türkiye’deki güncel kültür tartışmaları daha çok siyasala atıf yapmaktadır. Fakat bu tartışma bir paradoksu da beraberinde getirmektedir. Siyasallaştırdığımız kültürel mirasımız esasında siyasal olmayan pratiklerin bir birikimi olduğu gerçeği bu paradoksu oluşturmaktadır. Reaksiyoner tutumlarımızla hayırla yâd ettiğimiz geçmişimiz, kaçıp sığındığımız bir liman olarak anlamlar dünyamızı işgal ediyor. Zihinlerimizin dip akıntılarındaki özlemlerimizin ana fikrini oluşturan hükümranlık, medeniyet diye adlandırdığımız algımızı şu veya bu şekilde, güçlü, kudret sahibi bir devlet çatısı altına çağırıyor. Bütün bir iyiliğin kendisinden neşet edeceği, yeryüzüne adaleti dağıtacak ideal devlet modeli, tartışmaların nihayetinde düğümlendiği ve düğümlendiği kadar da çözümsüzleştiği bir alana işaret ediyor. Türk modernleşmesinin üretmiş olduğu ve tarihsel bir derinliğe sahip olan Türkiye’nin “bölünmüş bir toplum” olduğu gerçeği, bu çözümsüzlüğün ancak siyasal alanda, devleti ve devletin sahipliliği üzerinden açıklanabilen “kamusal alanı” zapt etmek ile çözülebileceği umulmaktadır.
Bugüne ait total tartışmalara bir dayanak sunmak üzere, geçmişi ve geçmiş tecrübeleri aktarmak isterken kestirmeden kullandığımız ‘medeniyet’ kavramsallaştırmasını, bir sis perdesi arkasından görüleni, kesik kesik tarafımıza intikal eden sesleri, daha çok bezeme ile malul bir benzetme ile açıklamaya çalışıyoruz. Anlamlar dünyamızda dondurduğumuz tarihsel kesitleri, yeri geldiğinde fragmanlar şeklinde çözdüğümüz zaman, tutarlı olmayan bu aktarımların daha çok ideolojik temelli bir tarihselsizliği ve köksüzlüğü barındırdığını derinden hissediyoruz. Çünkü anlamak ve ihata etmek istediğimiz şey; bütüncül, anlamlar dünyamız ise parçalıdır. Modernist bir yaklaşım olan bütüncüllüğü ihata etmeyen sahip olduğumuz bu parçalılık, esasında medeniyet dediğimiz şeyi açıklamaktadır ki; bu, siyasala ait pek az şeylerin barındığı bir yaşanmışlıklar ve bu yaşanmışlıkların da sosyal genetik ile aktarımının yapıldığı alanı oluşturmaktadır. Modernizmin yaslandığı bütüncüllük, büyük ölçüde siyasala ait olan bir atıf iken, medeniyet dediğimiz algılarımız ise, akıp giden hayatın içinde oluşmaktadır ki; biri inşa edilene, diğeri de tabii olana işaret etmektedir.
Ulus-devlet örgütlenmesi ile ortaya çıkan ve dünyayı “ötekiler” üzerinden algılayan siyasallık, bu siyasala ait olanı tabana yaymıştır. Devletin beklentileri ile bütün bir ulusun beklentilerini eşitleyen ulus-devlet modellemesi, Batının teknolojik üstünlüğünün bir çıktısı olan sömürgeci politiğin meşruiyet kaynağını oluşturmuştur. Öngörülen siyasal sınırlar ötesinde olup biteni derin bir kayıtsızlıkla izleyen ya da kendi devletinin öteki sınırlar üzerinde gerçekleştirdiği eylemleri ortak beklentiler üzerinden algılayan “vatandaş”, kendisini siyasalın asli tarafı olarak gördüğünden yapılan tüm eylemlerde ya da eylemsizliklerde kendisini taraf olarak hissetmiştir. Bir kralın, bir imparatorun veya bir padişahın temsil ettiği hegemonya talebi, bu defa ulus adına talep edilen bir tür meşruti hegemonyaya dönüşmüştür. Moderne ait olan ulus-devletin, kendisini “ötekilerden” ayıran ve öteki üzerinde hükümran hakkını meşrulaştıran üstün farklılığını bir ulus bütünlüğü içinde vurgulayan ‘medeniyet’ kavramı da moderne ait bir kavramdır.
Özelimizde medeniyet kavramına yüklenen savunmacı ve yüceltici üslup, gelenekselliğin bir muhalefet etme biçimi olarak ortaya çıkması, gelenekselliğin reaksiyoner tutumu ile açıklanabilir. Fakat bu reaksiyoner tutum, eklemlenmeci bir pragmatizm taşıyan bir mahiyette siyasallaştırılmıştır. Medeniyet kavramsallaştırması bir kültürü ve bu kültürün yansımalarını açıklayan bir dil olmaktan ziyade, esasında devletin sahipliliği etrafında örüntülenen iktidar yönelimlerinin siyasal dili haline dönüştürülmüştür.
Devleti kurtarma olarak yola çıkılan Türk modernleşmesinin nihayetinde deneyimlediği ulus-devlet pratiği, geçmişinden derin bir kopuşu anlatmaya çalışsa da, Osmanlı Devletinin son iki yüzyılına damgasını vuran savrulma ve savunma durumunu bir miras olarak yaşamaya devam etmiştir. Bu savrulma ve savunma durumuna karşı, ulus-devlet pratiğine getirilen eleştirilerde muhalefet, reddi miras yapılan geçmişi yüceltmekle bir muhalefet zemini oluşturmaya çalışmıştır. Bu muhalefet zemininin Batıcı modernleşmeci unsurlara karşı oluşması ve Batıyı örnek alan radikal modernleşmeci iradenin İslam dinini ve onun kültür yansımalarını kamusal alandan uzaklaştırdığı gerçeği ile birleşince gelenekçi bir içerik kazanmıştır. Osmanlı Devletinin klasik dönemi sonrası zaafa girmesi ile iyice belirginlik kazanan milleti ile olan çatışması, sosyoekonomik düzlemden, Tanzimat ile başlayan süreç ile siyasal ideolojik bir düzleme evrilmesi Türkiye Cumhuriyeti döneminde zirve yapmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti devlet aygıtının kültürel alanda daha çok hissedilen reddi mirası, bir tür köksüzlük eleştirisini beraberinde getirmiştir. Fakat iktidar çatışmasında, kadim kültür karşıtlarıyla kadim kültürü bayraklaştıran taraflar, artık bir miras olarak algıladıkları kültürü, ideolojik kutuplaşmanın bir ifadesi olarak “nesne” haline getirmişlerdir. Kültür ve geleneğin bir nesne haline getirilmesi, esasında kendisini gelenekçi taraf olarak gören kesimin de modernist bir tutum içinde olduğunu bize anlatmaktadır. Modernleşmeye sahih bir zemin kazandırıldığı iddiası, iktidar yöneliminin bir meşrulaştırmasından ibarettir.
Bu konuda Necdet Subaşı’nın ifadesi çarpıcıdır: ‘Türk modernleşmesinde kültür, bir miras olarak algılanır ve yorumlanır. Kültürün bir miras şeklinde kodlanması bu kültürel mirasın nasıl değerlendirileceğine ilişkin pek çok tartışmaya da imkân verir. Bu mirasın nasıl kullanılacağına ilişkin soru(n)lar, kültürün ne olduğu sorununa yani bundan ne anlaşılması gerektiğine bağlıdır. Nitekim Türk toplumunun gelenekselleşen dinsel mirası ve bu mirası oluşturan temel unsurlar da, modernleşme sürecinde, kültürel seçicilik arzusunu yansıtan bir kısıtlamaya maruz kalır. Böylece söz konusu miras da kültürel seçiciliğin doğrudan nesnesi haline gelir… Kültürün dinden hiç de bağımsız sayılmayacak alışılagelmiş vizyonuna bakıldığında, kültür modernleşme sürecinde esaslı bir elemeye tabi tutulur ve devletin siyasal söylemiyle bütünleşen yani bir kültür talebi, hızla ideolojikleştirilir. Bu bağlamda İslam’ın kültürel bakiye içindeki merkezi rolü de tartışmaya açılır… Bu bağlamda İslam’ın bir kültürel muhayyile olarak kabulü sorun yaratır. Kabul edilebilir olan İslam’ın hangi İslam olacağı, modernleşmeden yana tavır geliştiren muktedirlerin süreklilik arz eden bir tasasıdır
Modernizm ile olan zorunlu ilişkimizin getirmiş olduğu bütüncüllük arayışında, “parçalılık” durumunu aşmak ve bütüncül bir anlayışa varmak için ‘devlet’ kavramı, bu parçalılık durumunu ikame edilmek üzere öncelenmiştir. Tarihsel olarak bu faaliyet çift taraflı çalışmıştır. Daha çok muhayyel bir siyasal varlık olan Osmanlı Devleti, kendisini bir devlet olarak tanımlamaya çalışmış, Osmanlı Devleti’nin aydın kesimi ise Osmanlı Devletine, bütüncül bir anlayışa karşılık gelebilecek ideolojik temellerini oluşturmaya çalışmıştır. Bu çift taraflı faaliyet derinleştikçe ve kendi mecrasında yol aldıkça kullanılan dil siyasala ait bir dil haline dönüşmüştür. Esasında bu bir krizdi ve bu kriz çözülmeye çalışıldıkça toplum, siyasal temelli bir bölünme yaşamıştır.
Türkiye toplumunun bölünmüşlüğü, tarihsel olarak, akıp giden hayata siyasal bir dilin hâkim olmasından kaynaklanmaktadır. İster Osmanlıcılık, ister Batıcılık, ister Milliyetçilik isterse de İslamcılık fikri akımları olsun, aynı devleti düştüğü zaaf içinden kurtarmayı hedefliyordu. Bu hedeflemenin yansımaları, Türk modernleşmesinin ‘nevi şahsına münhasır’ hızlı bir sosyoekonomik değişimi ve dönüşümü ile birleşince bir bölünme yaşanmıştır. Özellikle II. Abdülhamid’le zirve yapan ‘uluslaşma’ faaliyetlerinde inşa edilmek istenen ortak tarih, bir millet şuuru oluşturmaya yönelikti ve ideolojikti. Bir toplum dinamizmi için gerekli olduğu düşünülen ideoloji, üsten yani yönetim katından vaz edilince siyasala ait kavramsallaştırmaların devlet merkezli olması kaçınılmazdı. Aynı ayak izlerini takip eden İttihat ve Terakki, toplumsal değişimi daha çok siyasal yöntemlerle gerçekleştirmek istediğinden iktidarı boyunca devleti kutsayan bir yol takip etmiştir.
Türkiye Cumhuriyetini kuran kadrolar, “kamusalı” devlet merkezli dizayn etme girişimlerine, ana omurga olarak ulus-devlet inşası projesini eklediler. Devletin vaz ettiği ulus-devlet bütüncüllüğü, çevrenin/tebaanın/milletin/vatandaşın dünyayı ve yaşamı parçalı algılamasına uygun değildi. Geçmişe, bugüne ve geleceğe ait her şeyin siyasala ait bir bütüncüllük içinde izah edilmeye çalışılması; bağımsız, parçalı bir algının varlığını kamusal alan içinde yok saymıştır. Bu yok sayma, parçalı algının üretmiş olduğu bütün tecrübelerini derin bir meşruiyet krizine sokmuştur. Siyasete ait olanın pek az barındığı parçalı algının meşruiyet krizinin üretmiş olduğu sosyal psikoloji, eklemlenmeci bir siyasal dilin muhatabı olmaya hazırdır. Parçalı algının eklemlendiği bütüncüllük, meşruiyetini “dini” ve geçmişinin azametini izaha matuf bir kavramsallaştırma olan “milli” karakterli devleti önceleyen ve onu yücelten bir ideoloji haline dönüşmüştür.
Hâlbuki yönetim ile üretimin ilişkisi yani devlet ile tebaa, işleyiş olarak birbirinden bağımsızdı. Yönetsel aygıtta bizatihi üretenin siyasal bir taraf olarak temsil edilmiyor olmasına rağmen, tebaaya göz kulak olan bir devlet anlayışı bu ilişkiye hâkimdi. Tebaanın kadıya vasıtasız ulaşması hatta Sultan’a dilekçe sunabilme ayrıcalığı, tebaanın siyasetin bir tarafı olmaması nedeniyle mümkündü ve tebaa yani çalışan ve değer üreten biricik kesim, devletin varlığının ve devamının temel şartıydı. Devlet aygıtına siyasal bir temsiliyet bağı ile bağlı olmayan tebaa, modernleşme ile birlikte keşfedilen bir meşruiyet kaynağıydı. Daha çok devletin bekasına yönelik oluşturmak istenen siyasal bağ; devlet aygıtı tarafından sadece öngörülen bir bağdı. Devlete rağmen siyasal olarak kendini ifade edemeyen bir siyasal kültür içinde öngörülen bu bağ, devletin yaşam kaygısı ile tebaanın yaşam kaygısının örtüşmesi üzerine kuruluydu.
Gelenek, kültür, medeniyet kavramsallaştırmaları ile izaha çalışılan geçmiş deneyimlerin, tebaa nezdindeki karşılığı ile devlet katındaki karşılığının aynı şeyleri ifade etmediği ve edemeyeceği aşikârdır. Tebaanın kendi mecrasında ortaya koymuş olduğu tecrübeler ile devlet aygıtının kendi mecrasında ortaya koymuş olduğu tecrübeler, hem birbirinden bağımsız hem de birbirleriyle kesişmeyen ve ortak bir paydası olmayan tecrübelerdi. Tebaanın ortaya koymuş olduğu tecrübelerin yönetim katına yansımaları; devletin, dolaysız olarak ta sultanın varlığına yönelik bir ‘tehdit’ içerip içermediği ile sınırlıydı. Tebaanın devlet ile devletin tebaası ile olan teması, yükümlülükler ve sorumluluklar çerçevesindeydi. Sarayın öncelikleriyle tebaanın öncelikleri de birbirinden bağımsızdı. Osmanlı Devleti toplayan ve topladığını harcayan bir “mali devletti”. Toplananı harcama sürecinde hesap verme noktasında herhangi bir yükümlülüğü olmayan bir devletin siyasal olarak bir sosyal zemine dayanmaması gereklidir. Osmanlı Devletinin siyasal örgütlenmesinin bir sosyal zemin üzerinde yükselmiyor olması, devlet aygıtının dizayn edilmiş yani yönetsel katmanlarının fideliklerinde kendine has gelenekleri ve ritüelleri çerçevesinde üretilmiş olması, geçmişe vurgu yapılırken sürekli tekrarlanan “devlet-millet beraberliği” önermesini malul hale getirmektedir.
Osmanlı Devlet örgütlenmesini göklere çıkaran ve ona orijinal bir miras gözüyle bakan anlayış, Osmanlı Devleti örgütlenmesinin esasında Mezopotamya ve Akdeniz havzasının tüm devlet ve imparatorluk örgütlenmelerinin bir bileşkesi olduğunu sürekli gözden kaçırmaktadır. Osmanlının devlet aklını yücelten anlayış, devlet ile milletin çatıştığı durumlarda devletin tarafını tutmakla milleti ile nasıl bir bütünlük kurabileceğini iddia edebilmektedir. Bugünlerdeki Osmanlılık vurgusu, yukarıda izaha çalıştığım sosyal psikoloji ile eklemlenmeci ve pragmatik bir siyasal dilin hükümranlık yönelimini meşrulaştırmak için kullanılmaktadır. Medeniyet ve onun ayrılmaz bir parçası olan kültür kavramsallaştırması, bu defa “geç modernleşmenin” bir ürünü olarak, parçalı algımızı, bütüncül bir inşaya eklemlemeye çalışmaktadır. Parçalı bir algının mümkün kıldığı kendiliğinden oluşmuş farklı, anlamlı beraberlikleri, bir üst anlatı çerçevesinde siyasallaştırarak meşruiyetini gölgelemekte bu beraberlikleri total bir anlayışa yönlendirerek imkânsızlaştırmaktadır.
BİR AK PARTİ ELEŞTİRİSİ:
Yukarıda izaha çalıştığım kavramsal çerçeve bağlamında; Ak Parti ‘makus talihimizi’ hayra tebdil edebilecek bir umut olarak yükselmiş fakat ‘Türkiye Siyasal Kültürünün’ ve ‘Türkiye Siyasal Yapısallığının’ çıktılarından maalesef kendisini kurtaramamıştır.
Bir Ak Parti eleştirisi ve çözüm önerileri olarak hülasa;
• Ak Parti çevreden merkeze yürümüş orijinal bir siyasal harekettir. Süreç içinde Ak Parti merkezileşmiş ve çevre ile olan ilişkileri zayıflamıştır. Ak Partinin merkezileşmesinin zirve noktasını, devleti, iktidar tahkimi saiki ile kendisi ile eşitleme girişimleri oluşturmuştur. Sivil toplumcu ve çoğulcu söylemlerini terk etmiş, devletçi ve çoğunlukçu bir dil benimsemiştir. Çoğunlukçu bir siyasal yöneliminin dolaysız olarak getirmiş olduğu ittifak arayışları ile millet bütününden kopuşu hızlanmıştır. MHP ile yapmış olduğu eşitsiz ittifak, ‘siyasal temsiliyetini’ ipotek altına koymuştur. MHP’nin devleti önceleyen siyasal dili ve nihayetinde Türkiye bütününün benimsemediği ideolojik tutumu Ak Partinin adeta siyasal dili haline gelmiştir. Siyaseti aritmetik hesaplara indirgeyen ‘çoğunculuk’ anlayışı, Ak Partinin kuruluş ve varlık nedenlerinin meşruluğuna derin bir darbe vurmuştur. Ak Partinin fabrika ayarlarına geri dönmesi gerekiyor. Fakat bugüne kadar iktidar tahkimi bağlamında sergilemiş olduğu pragmatik eylemleri ile ikna kabiliyetini kaybetmiş görülüyor.
• Ak Partinin devletçi bir dile evrilmesi sonucunda Kürt Sorunu tekrar ana bir sorun haline gelmiştir. Güvenlikçi bir anlayışın tekrar sahne alması neticesinde Kürt Sorunu baskılanmış ama çözülmemiştir. Bu baskılama ve çözümsüzlük Türkiye’nin başını daha da ağrıtacaktır. Yüksek bir özgüven ile başlatılan siyasal çözüm süreçleri tekrar başlatılmalıdır.
• Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile siyasal temsil makamı olan TBMM alacakaranlıkta bırakılmış, icra, siyasal temsili boğmuştur. Atanmışlardan oluşan ‘Cumhurbaşkanlığı Kabinesinin’ siyasal olarak hesap verme yükümlülüğü bulunmadığından icra/siyasal temsil dengesi bozulmuştur. Türkiye yakın bir gelecekte ‘Siyasal Temsil Krizi’ ile yüz yüze kalacaktır. Cumhurbaşkanlığı Sistemi Ak Partinin ‘millet iradesinin tecelli etmesi gerekir’ iddiasını malul gele getirmiş, siyaset ‘mahrem alanda’ icra edilen izole bir yapıya çevrilmiştir. Yaşanan Hazine ve Maliye Bakanın istifa olayı bu durumun önemli bir örneğidir. Önemli bir bakanlığın başındaki zatın istifa/görevden alma sürecinde yaşanan mahremiyet, milli irade söylemi ile derinden çelişmiştir.
İcra/siyasal temsil dengesi için tekrar parlamenter sisteme geri dönülmeli, Cumhurbaşkanın yetikleri, hükümet/devlet/millet üçlüsü arasında ‘hakem ve denge’ unsuru olabilecek bir tarzı mümkün kılabilmek için yeniden yapılanarak tarafsızlığı sağlanmalıdır.
• İcra kadroları millet iradesinin bir yansıması değildir. ‘Külliye ’de millet profiline uygun olmayan unsurlar icraya hâkim olmaktadır. Liyakat olgusu yerini ‘sadakat’ olgusuna bırakmış, sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel kurumlar yozlaşarak kişiselleştirilmiştir. Kamu yönetimi aygıtları kendisini artık hesap verme noktasında bağımsız hissetmektedir. Kamu yönetimini denetleyecek kurumlar siyasallaşarak işlevlerini yitirmişlerdir. Kamu yönetimindeki başı boşluk, kamu kaynaklarının kullanımının ana felsefesi olan ‘kamu yararı’ prensibini ortadan kaldırmıştır. Elektrik faturalarına yansıtılmaya çalışılan ‘temsil giderleri’ örneğinde görüldüğü gibi kamu yönetiminin kamu yararını prensibini çoktan unutmuştur.
• Kamu yönetiminin ‘denetim/denge/tam rekabeti gözetme’ fonksiyonlarını pratikte terk etmesi nedeniyle mal ve hizmet üreten piyasa yapıcıları karşısında yaygın tüketiciler savunmasız ve sahipsiz kalmışlardır. Hemen her gün yaşanan, gaz, su, elektrik, telefon, internet, kargo vb. temel ihtiyaç maddelerinin temin ve fiyatlandırılmasında yaşanan rezalet diz boyunu aşmıştır. Tüketici sahipsiz bırakılmıştır.
• Kamu yönetimi kadrolarının oluşumunda ve seçiminde yaygın bir adam kayırmacılık yaşanmaktadır. Kayırmacılık ve keyfilik, ‘eşit yarışma ile kadroları oluşturma’ prensibinin buharlaşması nedeniyle belirli bir vasfa sahip Türkiye gençliği hükümet/devlet/millet bütününe yabancılaşmıştır.
• Adalet duygusu zedelenmiş, hukuka olan inanç sarsılmıştır. Cana, mala, ırza ve huzura yönelmiş bulunan adi suçların etkin kovuşturulmaması, caydırıcı cezalara uğratılmaması derin bir infiale neden olmaktadır. Yargının, sosyal medya marifeti ile sokağın baskısına açık hale getirilmesi yargı kurumlarını tutarsız bir hale getirmiştir. Önemlisi kurumlar siyasallaşmış, yargı kurumları arasındaki ahenk bozulmuştur.
• Kamu yararı olmayan prestijli yatırımlar aracılığı ile siyasal ilgi köpürtülmeye çalışılmıştır. Köpürtme doğası gereği kısa vadeli bir araçtır. Mega şehir İstanbul’a yapılan tek bir devasa havalimanı kısa sürede rahatsızlıklara neden olmuştur. Yap-İşle-Devret mantığı ile inşa edilen devasa projelerin kullanım bedellerine ve kamu finansman yüküne bakıldığında kamu yararının olmadığı ortaya çıkmaktadır. Kanal İstanbul bu bağlamda potansiyel olarak kamu yararı olmayan ölü bir yatırımdır. Kaldı ki arka planda çalışan ‘rant’ beklentisini izale edebilecek ikna edici argümanlar ortaya konulmuş değildir.
• Ak Parti iktidarında milletin görece zenginleştiği bir vakıadır. Fakat giderler gelirleri aşmıştır. Hayatın yaşanılabilir olması bağlamında Ak Partinin politikaları olmadığı ortadadır. Tüketime ayarlı bir büyüme modeli yerine özellikle ‘geçimlik ekonomileri’ destekleyen mikro modellemeler eksiktir. Hayatın olağan akışı ‘basit’ olmaktan hızla uzaklaşarak hemen her anının ‘maliyetlendirildiği’ bir karmaşa hâkim olmaktadır.
• Türkiye’de siyaset ‘bölünmüş toplumsallık’ üzerinden yapılmaktadır. Bu kolaycı bir siyasal konsolidasyondur. Günceldeki bölünmüşlük durumu; toplumsal barışı tehdit edebilecek tehlikeli bir hal almıştır. Toplumsal normalleşmeyi sağlayabilecek adımlar atılmalıdır. En başta klasik medya ve sosyal medya ‘trol’ mantığından arındırılmalıdır.
• Ekonomi yönetimi türbülans içindedir. Türkiye neoliberal politikaları gütmeye devam ettiği sürece ekonomideki türbülansı şiddetlenerek devam edecektir. Ak Parti yeni, özgün ve tutarlı bir toplumsal ve ekonomik düzenin inşa edilmesi için genel bir tartışmayı başlatması elzemdir.
• Geniş tabanlı ‘Toplumsal Kontrat’ merkezinde şekillenmesi zorunlu yeni bir ‘anayasanın’ geniş katılımlı tarafların konsensüsü çerçevesinde yapılması şarttır. Ak Parti bu tarihi sorumluluğunu yerine getirmelidir.
Henüz yorum yapılmamış.