Makale
Bir Ak Parti Eleştirisi-I
Anormallikler ve normallikler dizini olarak Türkiye'de siyasal yaşam.
Türkiye siyasal yaşamında müessir olmuş partilere baktığımızda karşımıza çıkan manzara; millet ile ittifak vasıtalarını arayan, milletin sesi olmaya çalışan, devlet ile milleti buluşturan partilerin kendisine bir yer bulduğudur. Türkiye siyasal yaşamında hangi cenahtan olur ise olsun ‘ideolojik partiler’ sürekli olarak marjinal kalmıştır. Türkiye toplumu ideolojik yaklaşımlara kulak vermemiş; siyasete çoğulcu bir katılımdan yana tavır takınmıştır.
Türkiye siyasal yaşamında rol almış herbir iktidar deneyimi devraldığı anormal durumu evvela normalleştirmiş sonrasında ise süreç içinde bizatihi kendisi anormalliğin kaynağı olmuştur. Türkiye’de siyasal yaşam, anormallikler ve normalleşmeler dizinidir. Bu durumun temel nedeni; Türk siyasal kültürünün derin izlerini taşıyan Türkiyeli bütün siyasal yönelimlerin, nihayetinde “iktidara odaklılık” olgusu ile devletten ayrık olmayı başaramamış olmalarıdır.
Zira Türkiye’de muktedir iktidar sahibi olma durumu; aynı zamanda, üst ve herşeyin üstünde ayrık bir özne olarak kabul edilen devletin “sahipliliğinin” ele geçirilmesi durumuna karşılık gelmektedir. Devletin sahipliliği iddiası hem bir iktidar tahkimidir hem de herhangi bir denetime ve herhangi bir sınırlamaya tabii tutulmadan iktidar olabilme durumunun meşruluğunun kazanılmasıdır.
Diğer taraftan Türk siyasal kültüründeki devletin ayrıcalıklı yerine karşılık yönetilenlerin temel çelişki ve çatışma yaşadıkları muhatap ise yine devletin kendisidir. Türkiye’de siyaset işte bu paradoksun gerilimi içinde yapılmakta ve anormallikler ve normalleşmeler dizinini oluşturmaktadır. Bir Ak Parti eleştirisi yapmadan önce ‘Türkiye Siyasal Kültürünü’ ve ‘Türkiye Siyasetinin Yapısallığını’ bir kavramsal çerçevede hatırlamakta fayda görüyorum.
1- Türk Siyasal Kültürünün Mahiyeti:
‘Her siyasal sistemde, toplum üyelerinin siyasal sisteme ilişkin inançları ve tutumları olduğu gibi, siyasete ilişkin davranış kuralları da bulunmaktadır. Bunların tümü de siyasal kültürü oluşturmaktadır. “İnsanların içinde yaşadıkları toplumun yönetimiyle ilgili algı, ilgi, bilgi, değer ve eylemleri ile bunları etkileyen maddi ve manevi şartların bütünü” olarak tanımlanan siyasal kültür, aynı zamanda “bütünsel kültürün siyasal yönleri” olarak da ifade edilmektedir.’
Siyasal kültürü tariflerken kültür kavramına da kısaca değinmek yerinde olacaktır. ‘Kültür; insanın diğer öznelerle tarih içinde etkileşerek oluşturduğu anlam, değer ve maddi ürünlerin toplamıdır. Bir düşünme, yapma, kısaca yaşam biçimidir. Tarihsel kökleri kadar yarını (gelecek tasavvuru) vardır. Değişebilir ve başka kültürlerle etkileşebilir.’ ’ Duverger, kültürün üç farklı aşaması olarak; rol ve davranış modellerini belirleyen bir normlar bütünü, normlara uymayı sağlayan yaptırımlar, normları saygı duyulmasını sağlayan değerler sistemini sıraladıktan sonra; üst kültürler, alt kültürler, karşıt kültürlerden bahseder. Üst kültürler, kurdukları siyasal kültür dünyası ile, alt ve karşıt kültürleri kendi değer ve ilke sistemi içerisinde eritme ve yönetici sınıfların egemenliğini sürdürme amacı gütmektir.’ Demektedir.
Türkiye’de devlet ve siyaset, Batı’da tarif edilen devlet ve siyaset anlayışlarından oldukça farklı bir mahiyet taşır. ‘Batı'da devlet ve toplum hayatı kontratlara dayanır. Osmanlı'da devlet ve toplum hayatında bu tip kontratlara dayanan bir tür kurumlaşma pek söz konusu değildir.’ Türkiye’nin hem klasik döneminde, hem ıslahat, modernleşme safhalarında nihayet modern Türkiye Cumhuriyetindeki devlet tarifinde ve devlet anlayışında temayüz eden ana fikir; ‘var olma ve var kalma’ durumudur. ‘Türk siyasal kültüründe yer alan çekici kavramlardan biri hiç kuşkusuz “devlet” kavramıdır. Yöneticisiyle sıradan vatandaşıyla Türk insanının en fazla övündüğü konuların başında, tarihte kurulmuş olan Türk devletlerinin sayısı gelir. Devlet, Türk siyasal kültüründe sadece övünç duyulacak bir varlık değil, aynı zamanda uğruna feda olunması gereken bir varlıktır da. “Bir Türk ne için yaşar?” sorusuna Türk siyasal kültürünün vereceği yanıt, “devleti için” olacaktır. “Devlet ebed” düşüncesinin Türk siyasal kültüründeki en merkezi temayı oluşturması, doğal olarak birey, topluluk, sosyal grup, insan hak ve hürriyetleri gibi kavramları önemli ölçüde arka plana itmiştir.’
Türk siyasal kültüründe devletin var olma ve var kalma bağlamındaki ayrıcalıklı yeri, Türk siyasal kültüründe devlete ait olan şeyleri, zihinsel olarak toplumsalın üzerinde bir özne olarak egemenliğe taşımıştır.
2- Türk Siyasal Kültürünün Oluşumu ve Kaynakları:
Osmanlı Klasik dönemindeki siyaset; devlet aygıtının kısıtlı kadrolarına yönelik geniş bir aday grubunun rekabeti şeklinde tezahür ediyordu. Siyaset, merkezde bulunan oyuncuların merkezi yönetmeye yönelik ikbal arayışlarındaki bir tür eşitlerin rekabetiydi. Bu oyuncuların kahır ekseriyetinin devşirme oluşu, kapıkulu mantığını taşıyor olması, saray fideliğinde yetişmiş ve sosyal arka planlarının bulunmayışı nedeniyle siyasi rekabet ve çatışmalar ‘çevreden arındırılmış merkez içi’ yapısındaydı.
Bu incelikli merkez içi siyasi faaliyetler daima can yakıcı, can alıcı sonuçlara yol açmaktaydı. Siyasi tarihimizde bu rekabetin sonuçları doğrultusunda siyasetin meşruluğu daima tartışma konusu olmuştur. Siyaset gömleği ile kefenin eş anlamlı tutulduğu siyaset meydanında ‘haddini bilme’ her şeyi yerli yerinde görmek isteyen bir anlayışın tezahürüdür.
Özgün çevre-merkez ilişkisi karşılıklı yükümlülüklere dayanıyordu. Bu karşılıklı yükümlülükler çerçevesinde cereyan eden siyasetin basit mantığı, çevrenin siyasete müdahil olmasını gerektirmiyordu. Fetihlerle ele geçirilen topraklar, çeşitli sebeplerle yerinden kopmuş nüfusa veriliyor, buralar şenlendirilmek üzere iskâna açılıyordu. Toprağın kullanım hakkı kendisine devredilen ahali bunun karşılığında elde etmiş olduğu üründen ayni ve nakdi vergisini ödüyordu. Merkez (devlet, devlet aygıtı, otorite, mülkün sahibi, iktidar alanı, kamusal alan, karar vericiler, artık ürüne el koyan) oluşturulan bu dirliği düzene sokuyordu. Merkez yükümlülük olarak; dirlik ve düzenin devamını gözetiyor, adaleti ve can güvenliğini sağlıyordu. Çevre (üreten, artık değerine vergi olarak el konulan, alınan kararlardan direkt etkilenen, kitle, ahali, iş gücü topluluğu) yükümlülük olarak; kullanım hakkının devredildiği toprağı boş bırakmıyor, etkin bir tarım ve hayvancılığın devamını sağlıyor, vergisini ödüyor, oluşturulan dirlik ve düzene itaat ediyordu.
‘Osmanlı kanunları incelenirse görülür ki, her yerde bürokrasinin bilinçli olarak takip ettiği politika, reayayı himaye etmektir. Himaye (patronage-proteetion) temel bir devlet siyasetiydi. Çünkü Osmanlı Devletinde servet yaratan esas kaynak tarımdı. Nüfusun %90'ından fazlası tarımla uğraşmaktaydı. Sipahi ordusunun dayanağı, köylüden aldığı resimlerden ibaretti. Tarımın verimli işlemesi için de köylünün himayesi lâzımdı.’
Özgün çevre-merkez ilişkisinde devletin kendince faaliyetleri bu ilişkinin devamı için bu ilişkiden bağımsızdı. Üreten kesimden asker almıyor, saraya, hizmet ve yönetim kademelerine dâhil etmiyordu. Bütün bir devlet aygıtının askeri (seyfiye) sayıldığı sistemde üretici olan çevreye askeriye, mülkiye ve ilmiye kapıları sıkı sıkıya kapatılmıştı. Devlet aygıtının (ekseriyetle) askeriye dâhil en alt kademelerinden en üst kademelerine kadar ihtiyacı olan iş ve beyin gücü, devşirme usulü ile tedarik edilen kapıkullarından sağlanıyordu.
Çevre-merkez ilişkisi, siyasete çevreden arındırılmış merkez içi bir özellik veriyordu. Bu ilişki ve bu ilişkiden doğan siyaset, çevrenin itiraz ve taleplerini de sınırlıyordu. İtiraz; mevcut ilişkideki suiistimallerin adalet duygusunu zedelediğinde bu adaletsizliğe karşı ortaya konulan itiraz şeklinde tezahür ediyordu. Talep ise; adaletin yeniden tesisi yönündeydi. Yönetsel alana ortaklık şeklindeki bir talep tabiatı gereği ‘tehdit’ olarak algılanıyordu. Bu tehdit algısı zamanla olması olağan itiraz ve taleplere de şamil kılınınca çevre-merkez ilişkisi gittikçe tek yönlü bir ilişki haline dönüşmüştür. Ana fikir; her şeyin olması gereken yerde, olması gereken şekilde bulunmasıydı. Merkez, çevresini oluşturduğundan mülkün sahipliliği üzerinden deruhte ettiği bir kamusal alan sahipliliği vardır.
Bu sahiplilik olgusu tüm devlet aygıtına sirayet etmiştir. Devlet aygıtı içinde rol alan unsurların içselleştirdiği ve ikbalini aradığı devleti ‘sahiplik’ üzerinden tanımladığından bu alanı korunması gereken mahrem alan olarak görmesi normaldir. Merkezin siyaseti tekelinde bulundurmasının meşruiyeti, mülkü elde tutabilme ve bu mülkün kullanım hakkını devredebilme becerisinden kaynaklanmaktadır. Fakat bu beceri, Avrupa merkezli gelişmeler ve klasik dönem dinamizmin bozulmaları ile krize girmiştir.
Devlet otoritesi yanında ‘sivil bir alana’ işaret eden bu yapılar, siyasete yön verecek, siyaseti oluşturacak ve siyaseti yeniden üretecek bir kimliğin oluşumunu mümkün kılmıyordu. Çünkü siyasetin oluştuğu devlet katı ile direkt veya dikey bir temas söz konusu değildi. Hayatın olağan akışı, toprak üzerindeki geçimlik faaliyetler ile devlet-ahali ilişkilerindeki karşılıklı yükümlülüklerin ‘dirlik ve düzen’ içinde bir birlerinden bağımsız yerine getirilmesi esasına dayanıyordu. Bu bağımsızlık durumu; yükümlülükler çerçevesinde bir bağımsızlık durumuydu ve çevreyi siyasetin dışında tutuyordu.
Siyaset, gerçek kişilerin gücü ve otoritesi altında deruhte edilen bir eylemdi ve kimlik gibi tüzel kişilik kavramı bu olağan akışın içinde yoktu. Hem şehirlerde hem taşrada hem de kırsalda kendi okumaları etrafında kümelenen siyaset dışı sivil alan, siyasetten bağımsız ama devlet merkezli siyasetin sağladığı düzen içinde bir kültürün oluşumunu sağlamıştır. Daha çok meslek ve meşrep birliğine dayalı bu sivil yapılar içindeki göreceli yatay ilişkiler ve ahlaki örüntüler, dikey ilişkilerin serdedildiği siyaset alanına yönelik negatif bir tutumu besliyordu.
Hem Müslüman unsurların kendi içlerindeki yatay ilişkileri hem de Gayrimüslim tebaanın millet sistemi içinde kendi aralarında yatay, merkez ile dikey bir ilişkiler içinde bulunması, parçalı bir kamusal alanın oluşumuna neden olmuştur. Tarihsel olarak sivil toplumun kendisini ifade edeceği kamusal alanın parçalı olması; yukarıdan dayatılan hareketlenmelere karşı, ilk etapta gerekli olan tutarlı ve etkin bir sivil inisiyatifinin oluşumunu engelleyen önemli faktörler arasındadır.
II. Mahmut, gerçek kişilikler üzerinden muhayyel bir siyasi varlık olarak görülen Osmanlı mülkünü, gerçek kişilerden ayrı bir kişilik olmak üzere tüzel bir kişiliğe sahip ‘devlet’ olarak görülmesi yönünde reformlara girişti. II. Mahmut, devleti görünür ve işlevsel kılmak için Osmanlı bürokrasi aygıtını yeniden inşa etti. Tebaanın bu tüzel kişi ile temasının sıklaşmasının bir kimlik üreteceğini ve üretilen bu kimliğin bir dinamizm kazandıracağı umudu içindeydi. Tebaa, devlet işlerinin kendilerinden bağımsız işletilmesine alışıktı. Merkez ve taşralarda tek tip olarak dizayn edilen devlet daireleri ile birlikte tebaa, devlet ile yüz yüze geldi. Özellikle taşradaki ahali, devlet dairelerine resmi asılan padişahlarına alışmaya çalışıyordu.
II. Mahmut devlet işlerinden tebaanın haberdar olmasını istiyordu. Takvim-i Vekâyi (ilk resmi gazete) gazetesi tebaa ile devleti buluşturacaktı. Devletin tüzel bir kişilik olarak yeniden dizayn edilmesi ve bu dizayn edilme içinde oluşturulan bürokratik ağ fikri, devletin tebaası ile sık sık temasına dayanıyordu. Bu teması sağlayan ‘memur’ yeni bir olgu olarak sivil hayatın alanına girmiştir. Merkezi siyaset saraydan çıkmış, memurları vasıtasıyla ülke topraklarına yayılmıştır.
Bu yaygınlık merkez-çevre çatışmasına yeni bir boyut getirmiştir. Çünkü devletin, memuru aracılığıyla konuştuğu dil, çevrenin dili ile aynı değildi. Merkezi siyaset bu yeni bürokratik yapı ile yaygınlaştıkça meşruiyet kaygıları da bu yaygınlaşmaya paralel olarak artmıştır. ‘Devletin taşralara sızmasıyla, merkezi destekleme konusunda duyulan geleneksel kaygıya yeni boyutlar eklendi. Böylece, devlet ile yurttaş arasında doğrudan doğruya ilişki kurmayı amaçlayan bir girişimde bulunuldu. Sultan ile uyrukları arasında yeralan bağlılıkların bulunmaması gerektiği ilkesine dayanan Osmanlı devlet adamlığı idealinin, bir bakıma, yeni bir biçim içinde canlandırılmasıydı.’
II. Abdulhamid, Avrupa siyasasındaki ‘kimlik’ kavramının önemini kavramış, kimlik oluşturma gayretlerini devletin kendisini tarif ettiği alandan ileriye götürerek tabana yaymaya çalışmış, Osmanlı Devleti içindeki unsurlardan bir ‘ulus’ meydana getirme politikaları gütmüştür. II. Abdulhamid’in baskıcı rejimi, merkezi siyaset unsurlarının iktidar odaklı çatıştığı ve meşruiyet aradığı kamusal alanda ‘tutarlı’ bir projenin hayata geçirilmesi için lazım gelen sükûneti sağlamaktı belki. Fakat merkezi siyasetin dili, bu sükûnet isteğini iktidar odaklı bir çatışmanın hesaplaşmasına çevirmiştir. Bu çatışmanın şiddeti ve aleniliği çevrede zaten var olan siyasete yönelik negatif tutumu daha da derinleştirmiştir. II. Abdulhamid, dil, eğitim, ulaşım, basın ve yayın, haberleşme, bürokrasi, siyasal semboller ve kamusal alan ihtişamı üzerinden ortak duygu, yönelim, dinamizm ve aidiyet duygusu geliştirmeye çalışmıştır. Ortak bir dilin ihdası, etnik temelli olmayan ortak bir vatan fikrinin işlendiği eğitim, vatandaşına ulaşmaya çalışan bir devlet olarak özellikle kara ve demiryollarının geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması bu projenin ürünleridir.
Osmanlı Devleti aygıtının mülkü kurtarma girişimleri olarak başlattığı Islahat ve Modernleşme hareketleri neticesinde merkezin siyaset alanı çevreye doğru genişledi. Bu genişlemede çevre olduğu yerdedir. Alan genişlemesinin tek taraflı oluşu, genişlemenin çevre tarafından direnç ile karşılanmasına neden oldu. Bu direncin en büyük nedeni; yukarıda izaha çalıştığım karşılıklı yükümlülükler dengesinin çevre aleyhine değişmesidir. Devletin çevreden bağımsız kendince deruhte etmiş olduğu faaliyetlerine artık çevrenin katılımı isteniyordu. Islahat hareketlerinin doğurmuş olduğu finansman yükü çevreye yükleniyordu. Nimet-külfet dengesi çevre aleyhine bozulurken siyaseti belirleyen merkezi unsurlar bu katılımdan çevrenin siyasete dâhil olmasını kastetmiyorlardı.
Merkezi siyaset unsurlarının grup kimliğinden doğan dinamizmi, toplumsal değişimi sağlayacak derinlikten, dolaysıyla toplumsal arka plan gücünden yoksundu. Merkezi siyasetin çevreden arındırılmış yapısı bu değişim ve dönüşüme çevrenin siyasi katkısını sınırlıyordu. Merkez çevreyi dönüştürmek istiyordu. Bu dönüştürmenin dili ‘merkezi hükümranlık’ zihniyetinin alışkanlıklarından kaynaklanan hükmedici bir dildi.
Kaldı ki; değişim ve dönüşüm hareketlerinin neden olduğu kırılmalar, özellikle eşraf eksenli ekonomik büyümelere yol açıyordu. Bunun tersi de söz konusuydu; klasik eşraf örüntülerine sadık kalanlar bu kırılmalardan zarar görüyor, değişim hareketliliğine karşı duruşta eşraf olgusu da yerini alıyordu. Çevre tarafından bu durum ‘sebepsiz zenginleşme’ olarak görülüyor, çevre içi ahali-eşraf çelişki ve çatışmasının temelinde yatan adalet duygusunun zedelenmesinin tepkisi, direkt değişim ve dönüşüm hareketlerine yöneliyordu.
Değişimin ve dönüşümün getirmiş olduğu kırılmalardan beslenen eşraf-merkez birlikteliği yeni bir kapıkulu sınıfının işaretini veriyordu. ‘Osmanlı siyasal kültüründe devlet, “zilullah-i fi’l-ard” (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi) olarak kabul edilirdi. Hükümran bulunduğu tüm mülke Tanrı adına devlet hükmetmekteydi. Cumhuriyet döneminde bu durumun fazla değiştiğini söylemek büyük iyimserlik olur. İşçisi, memuru, işvereni, gazetecisi, öğretmeni akademisyeniyle herkes dolaylı ya da dolaysız devletten beslenmektedir. Devlet bu bakımdan bir lütuf kaynağı olmaya devam etmektedir.’
Dipnotlar:
1. Ozankaya, Özer, “Prof. Dr. İnan Özer’in Siyasal Kültür, Demokrasi Ve Demokratik Değerler Adlı Makalesinin Değerlendirilmesi” Bkz. (www.liberaldt.com) Erişim tarihi: 16.12.2011
2. Ergil, Doğu, Barışı Aramak, Dilde, Hayatta, Kültürde, İstanbul 2010, s. 100
3. Duverger, Maurice, Siyaset Sosyolojisi, İstanbul, 2007, s. 86-90
4. Ortaylı, İlber, Devlet’e Nasıl Bakmalı?, Makale, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Sayı: 1, Doğu Batı Yayınları, Ankara, 1997, s.13.
5. Çaha, Ömer, Aşkın (Transandantal) Devletten Sivil Topluma, İstanbul, 2007, s.1
6. İnalcık, Halil, Tarihsel Bağlamda Sivil Toplum ve Tarikatlar, Makale, Küreselleşme Sivil Toplum ve İslam, Derleme, Vadi Yayınları, Ankara, 1998, s.77.
7. Mardin, Şerif, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, Derleme Makaleler, (Der. Mümtaz’er Türköne / Tuncay Önder) İletişim Yayınları, İstanbul, 2011, s. 57.
Henüz yorum yapılmamış.