Makale
Bir Ak Parti Eleştirisi-III
Not: Yazının önceki bölümlerini okumak isterseniz buraya tıklayabilirsiniz
SİYASAL YAŞAMDA MODERNLEŞEN DEVLETİN YENİ TEZAHÜRLERİ
1- ‘Nimet Dağıtan Devlet’ Bağlamında Türkiye’nin Sermaye Birikimi Sorunu ve Siyaset:
Osmanlı Devletinde Batılı anlamda bir burjuva sınıfı bulunmuyordu. Değeri üretenlerin faaliyetlerinin niteliği ve sınırı devlet katında belirlenmişti. ‘Osmanlı Devleti, toplum içindeki grupları tasnif eder, her birine kendi biçtiği bir "rol" tanır, bu grupların önderlerini topluluğun hareketleri açısından kendine karşı sorumlu tutar; gruplan ve kişileri kendine göre çizdiği bir toplumsal "yapı" planına yerleştirir. Rejim, kaynakları denetleme politikasının bir parçası olarak, ülkenin zenginlik kaynaklarının ve uyruklarının niteliklerinin zaman zaman "envanter"ini çıkarır.’
İzzet ve ikbal kapılarının anahtarı devlet katında idi. İzzet ve ikbali elde etmek için bir şeyler üretilmesi gerekmiyordu; ürün fazlasına el koyan devlet aygıtına dahil olmak yeterliydi. Fakat devlet katında elde edilen zenginlik yine devlet görevi ile mukayyitti. Bu durum sermaye ve servet birikimimi engelliyordu. Osmanlı Devleti, 19. Yüzyıl Avrupası ile ölümcül karşılaşmasında sermaye birikiminden yoksun bir durumdadır. Avrupa’da burjuvazinin inşa etmiş olduğu “politik insan” figürü, kar ve fayda eksenli bir ekonomizm yönelimi içindedir.
Osmanlı Devletinde tebaanın ilerleme ve yükselme hususunda görüş ve düşünceleri vardı elbette. Fakat merkezi siyaset unsurları ya da yüzü devlete dolaysız olarak devlet aygıtının sahipliliği anlamına gelen iktidara odaklı muhalefet unsurları, tebaanın bu görüş ve düşüncelerini siyasal alana taşımamıştır. ‘İlerleme ya da medeniyet düşüncesi 1880'lerden sonra yeni Müslüman orta sınıfında oldukça genelleşti. Bunun nasıl başarılacağı noktasında keskin ayrılıklar vardı, ama uygarlığa ulaşmak için değişimin şart olduğunda herkes hemfikir gibi görünüyordu. Yükselen tarımsal kanat ve onun bazı aydın sözcüleri, değişimin ekonomik liberalizm artı kültürel-tarihî süreklilik, toplumsal katılım, bir ölçüde mahallî özerklik ve ulaşım ve tarım kolaylıkları sayesinde gerçekleşleştirilebileceği görüşündeydiler. Buna karşılık "modernist" aydınlar ve merkezî bürokrasinin büyük bir kesimi ilerlemenin hükümetin rehberliği altında gerçekleştirilecek kurumsal değişikliklerden kaynaklanacağını düşünüyorlardı.’
Değişim ve dönüşümün ancak siyasal zeminde yapılabileceğine inanmış olan İttihat ve Terakki’nin “milli burjuva” yaratma politikaları giderek Türk siyasal hayatının ana figürü haline gelmiş olan “vurguncu” bir tipolojinin oluşmasına neden olmuştur. Savaş yıllarının bilinçli «zenginleştirme» politikalarından en çok nasibini alan grup, tabiatıyla, siyasî iktidarla yakın bağlar kurmayı başarmış Müslüman ticaret burjuvazisi idi.’
Türkiye’nin Cumhuriyet dönemi ile birlikte deneyimlediği ulus-devlet tipi siyasal örgütlenme tabiatı gereği dayanmak zorunda olduğu sınıf, burjuva sınıfıdır. Bir burjuva sınıfına sahip olmayan Türkiye, bu sınıf açığını devlet katında üretme yolunu seçmiştir. ‘Devlet desteğiyle yerli sermayedar «yetiştirme» girişimlerinin en etkili ve yaygın yöntemlerinin başında, devlet tekellerinin imtiyazlı özel şahıs ve şirketlerce işletilmesi gelir… pek çoğunda üst düzeyde siyasî kadrolardan ve devlet katından önemli kişilerin de ortak ve hissedar olduğu bu şirketler, devletin sağladığı tekel durumundan yararlanarak yüksek kazançlar elde etmişlerdir… 1923 sonrasında, siyasî kadrolarla sermaye çevrelerinin bir araya gelmesinde, 1924 yılında kurulan İş Bankası özel bir önem taşımıştır. Bu özel statülü, resmî görünüşlü bankanın genel müdürlüğüne imar vekilliğinden istifa eden Celâl [Bayar] Bey, yönetim kurulu başkanlığına da Siirt mebusu Mahmut Bey getirilmişti ve İş Bankası dönem boyunca, yerli ve yabancı sermaye ile siyasî iktidar arasındaki bütünleşme sürecinde fevkalâde aktif bir rol oynamış ve çeşitli iktisat politikası kararlarım sermaye çevrelerinin istekleri doğrultusunda yönlendirmede çok etkili bir baskı grubu oluşturmuştur… Hemen hepsi... Millî mücadele günlerinin asker, idareci yahut siyasetçi elemanları arasında türeyen bazı insanların yeni devrin iktisadî... İmkânlarını, az çok maskeli şekillerde, fakat daima devletin nüfuzuna dayanarak kendi menfaattarına kullanmak çabaları olmuştur.» gözlemlerini yapmaktadır.’
Türkiye Cumhuriyeti devlet kadroları bir taraftan hâkim sınıfını inşa ederken diğer taraftan ise Batı toplumsallığını model alarak tarihselliğinden kopartarak izole etmiş olduğu toplumsallığı yeniden yapılandırmaya çalışmıştır. İhdas edilen hâkim sınıfın denetiminde oluşturulan kamusallık ve kamusal alanlar, geleneksel sayılan yapılara kapatılmıştır. Kamusal alanlarda boy gösterebilmenin yolu yeni sınıfa dâhil olmaktan geçiyordu. ‘Cumhuriyet Türkiyesi'nin ve son yüz elli yılında Osmanlı Devleti'nin siyasal tarihine, halkın siyasete katılımını genişleten bir elitler arası mücadele damgasını vurmuştur. Bu olgu kısmen bir ilke meselesiydi, buna karşılık, çoğu kez, elitlerin önce sultanın mutlak iktidarına karşı, daha sonra da (gerçek demokrasi, seçmenlerin kendi modernite anlayışlarını bizzat talep etmelerine izin verene dek) kendi modernite tercihlerini hayata geçirmek üzere halk desteğine ihtiyaç duymalarından kaynaklanıyordu. Her şeyden önce şunu belirtmeliyiz ki, gerek Osmanlı Devleti'nde gerekse de Türkiye Cumhuriyeti'nde (en azından başlangıçta), servetin özel ellerde toplanması mümkünse de, soydan veya servetten kaynaklanan haklara ve konuma sahip, kemikleşmiş bir statüsü ve kabul görmüş bir meşruiyeti olan bir elit yoktu. Buna karşılık, geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemi siyasal yapılarının ayırt edici özelliği, siyasal sisteme girişi ve siyasal elitleri (yani kendisini) ödüllendirecek ekonomik kaynakları denetimi altında tutan bürokratik bir elitin iktidar üzerindeki merkezileşmiş tekeliydi.’
Devlet katında, devlet ile tümleşik ve devletten transfer edilen sermaye ile oluşturulan “burjuvazi”, ekonomik çıkar temelli ilişkide bulunduğu örüntüleri ile birlikte geniş yığınları ifade eden “millet” denilen ana kütleden uzak durmuştur. Bu uzak duruşun siyasallığı; devletin sahipliliği üzerinden deruhte edilen tekelci bir zihniyetin yönetsel iddialarıdır. Bu yönetsel iddia içerisinde ana aktör olarak millet bulunmuyordu. Cumhuriyet kadrolarının radikal Batıcı yönelimleri, içkin ve öze ait bir yönelim değildi. Siyaseti tekelleştirmek için bu yönelimi bir tür meşruiyet aracı gibi kullanıyorlardı. Bu meşruiyet aracı ile millet denilen ve kamusal alanda boy gösterilmesine izin verilmeyen unsurlar üzerinde yönetsel iddianın “sorunsuz” ve “etkin” devamı sağlanmıştır.
Osmanlı Devletinin uzun bir yüzyıl süren savrulmanın neden ve sonuçlarının açıklaması üzerine oturtulan bu meşruiyet aracı, milletin neden kamusal alanlardan uzak tutulduğunun da bir açıklaması mesabesindeydi. Millet genel ahvali anlamaktan acizdi ve genel ahvali hakkıyla anlayan sadece devlet aklı idi. Artık sığınılan bu vatan parçasının bölünmemesi ve kaybedilmemesi gerekiyordu; bunun için de etkin tedbirleri alan “yeni devletti”. Her şeyiyle yeni bir devlet; tarihi, sosyolojisi, psikolojisi ve istikbale ait tasavvurları ile yeni bir devlet. Bu yeni devletin yeni bir milleti olmalıydı. Bu yeni milleti “yaratacak” kudret de yeni devletin elindeydi. Yeni bir millet meydana getirmek için eskiyi hafızasında diri olarak tutan eski millet, kamusal alanlardan uzak tutulmalıydı. Parçalı kamusallık yine devrededir. Kapalı devre çalışmak zorunda olan parçalı kamusallık, bireyi, içerisi ve dışarısı olarak ikiye böldü. Fakat dünya değişiyordu.
II. Dünya savaşı sonrasında dış baskılar nedeniyle çok partili siyasal yaşama geçen Türkiye Cumhuriyeti, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin uzun iktidarından sonra CHP’sinden kopan siyasal kadroların kurmuş olduğu Demokrat Parti (DP) iktidarını yaşamıştır. Sermaye birikimi yine en büyük sorundur. CHP’nin tek parti iktidarı boyunca sermaye tabana yayılamamış, derinlik kazanamamıştır. DP’nin iktidarı ile birlikte ilk önceleri yüksek bir ivme kazanan ekonomik yaşam, iç ve dış olumsuzluklar nedeniyle durgunlaşmıştır. DP’nin tutarlı ekonomik politikalarına sahip olmayışı ekonomik sorunları derinleştirmiş, durgunluğu aşmak için kamu yatırımları arttırılmış, devlet kaynaklarından dolaylı ve dolaysız sermaye transferleri hızlanmıştır.
1960 Askeri Darbesi, DP’nin ana ekonomik politikalarının bulunmayışına bir tepki olarak “Planlı Kalkınma” modelini yürürlüğe koymuştur. 1960 Askeri Darbesinin devlet ve bürokrasinin siyasal ve ekonomik yaşama “vesayetçi” yaklaşımını açıklayan planlı kalkınma modeli dolaysız olarak ekonomik faaliyetlerde devletçi ekonomik politikaları güçlendirmiş, ekonomik etkinliklerde özellikle dolaylı sermaye transferlerini hızlandırmıştır. ‘Yasaklar ve izinlerden oluşan ve her aşamada idarî kontrolleri gerektiren bu politika modeli, bir yandan plan öncelikleri doğrultusunda selektif önlemleri içerir; öte yandan da, izin ve yasakların çok büyük ekonomik avantajların doğmasına ya da önlenmesine yol açması nedeniyle, devlet mekanizmasının büyük çıkarlar karşısında yozlaşmasının nesnel koşullarını oluşturur.’
Çevre aydınlarının ve kanaat önderlerinin “millet” olarak kavramsallaştırdıkları geniş bir kesim devletten transfer edilen sermayeden faydalanamıyordu. Türkiye’nin geçirmiş olduğu birçok değişim ve dönüşümler kapalı toplumsallıkları da değiştirmiştir. Özellikle iç ve dış göçün yol açtığı sosyal, kültürel ve ekonomik değişimler ekonomik ve siyasal talepleri genişletmiş ve çeşitlendirmiştir. Büyük kentlere göçlerle oluşan kapalı toplumsallık süreç içerisinde belirli bir ekonomik örüntüler oluşturdu. Göçle gelen unsurlar arasında sermaye birikimine yönelmiş olanlar, iş yapmanın salt sermaye birikimi ile mümkün olmadığının farkına vardılar. İş yapmak siyasal örüntülere dayanıyordu. ‘…Cumhuriyet dönemi boyunca devlete yakın duranlar servete de yakın olma şansı elde etmiştir. Özel sektör temsilcisi iş adamları ile siyasal elit iç içe geçmiş, servet ve erk çok küçük bir azınlığın elinde toplanmış, burjuvazi bir nevi "kayırmacı-besleme" burjuvazisine dönüşmüştür. Çok partili hayata geçişle birlikte, geniş halk kitleleri siyasetin kendi menfaatlerinin savunusunda kullanılabilecek bir araç olduğunu ilk kez keşfetmişlerdir. Bunun sonucunda devlet yönetimine olan talep giderek artmaya, bu yolla güç kullanımının maliyeti de katlanmaya başlamıştır. Her dönemde iktidar partileri de oy tabanlarına göre devlet aygıtını servetin yeniden dağıtımında en işlevsel biçimde kullanma konusunda hayli "maharet" sergilemişlerdir.’
Hâkim unsurların tekel oluşturduğu alanlara etkin bir giriş ancak siyasal örüntülerden geçiyordu. Aynı durum, eğitim ile belirli bir niteliğe kavuşmuş bulunan vasıflı işgücü için de geçerliydi. Dolaysıyla şehirlere taşınan cemaat yapısı hızla siyasallaştı. Kendisini ifade edebilmenin yolu artık siyasallaşmış cemaat içinde kalmaktan geçiyordu.
Dipmotlar:
Mardin, Şerif, a.g.e., (Türkiye’de Toplum ve Siyaset), s. 208
Karpat, a.g.e., s.189-190.
Boratav, Korkut, Türkiye İktisat Tarihi 1908-1985, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1988, s. 27.
Boratav, a.g.e., s.29-30.
Karpat, Kemal H, Osmanlı’dan Günümüze Elitler ve Din, Timaş Yayınları, İstanbul, 2010, s. 153.
Boratav, a.g.e., s.103.
Demir, Ömer, “Anadolu Sermayesi” ya da “İslamcı Sermaye”, makale, Makale, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: 6. Cilt, İslamcılık, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011, s.871.
Henüz yorum yapılmamış.