Sosyal Medya

Makale

Tasavvuf Ontolojisi Üzerine Birkaç Not-2

Gizli hazine ve bilinmenin arzu edilmesi

Allah’ın (c.c) ezelde “gizli hazine” olması Varlığın / Vücudun ilk mertebesidir. “Bu mertebenin ilki, lâ-taayyün mertebesidir. Bunun anlamı taayyünün olmayışıdır. “Taayyün; belirme, belli olma ortaya çıkma. Sûfîlere göre Hakk’ın zâtında her ÅŸey vardır ama belirsiz olarak vardır. Åžeylerin ondan zuhûr ve tecellî yolu ile çıkışları bir taayyün ÅŸeklinde kendini gösterir.[1] Bu mertebe, gerçek mutlaklık mertebesi, zât-ı baht, yâni zât-ı sırf mertebesi diye de isimlendirilmiÅŸtir.”[2] Bu mertebede Mutlak Varlıktan baÅŸka bir ÅŸey yoktur. Ancak zaman ve ontolojik bakımdan sonra var olacak olanlar Mutlak Varlığın ilminde saklıydılar.

“…Hak, isimlerinin a’yânını, yâni bu isimlerin haricî varlıktaki taayyünlerini görmek istemiÅŸtir. Hak kendi ayn’ını görmek istemiÅŸtir de denilebilir. …Böylece, varlıkta zuhûr eden ÅŸeyler, zuhûr ettikleri tarzda zuhûr etmiÅŸ, her türlü alaka ve nispetten mücerret zât-ı mutlak’tan ibaret olan kenz-i mahfî (gizli hazine) ortaya çıkmıştır.”[3]

Ä°lk mertebeden sonra gelecek mertebeler bir anlamda mücmel ÅŸekilde Mutlak Varlığın ilmindeydiler. Buna binaen daha sonra gelen mertebeler, yokluktan yani ‘ademden deÄŸil Mutlak Varlığın ilmindeki a’yânlarının kûn emrine muhatap olmaları sonucunda vücût kazanmışlar.

KemalpaÅŸazade, kendinde mümkünün mahiyetinin ‘adem deÄŸil leys hali içerisinde olduÄŸunu belirtir. Ona göre leys, ‘ademden, yâni yokluktan farklı ve öte bir ÅŸeydir… Leys halinde bulunan mümkün, bir fail tarafından varlığa çıkartıldığında artık nura dönüşmüş olur.[4]

Sözünü ettiÄŸimiz lâ-taayyün mertebesi hakkında mutasavvıflarımız -temelde aynı görüş savunulmakla birlikte- muhtelif ÅŸekillerde açıklamalar geliÅŸtirmiÅŸler. “Mutlak ilâhî gayb, lâ-taayyün mertebesi bakımından zât-ı ilahîdir. Bu mertebeye hakîkatü’l-hakayık, gayb-i mechûl ve ahadiyyet de denir.[5] Bir baÅŸka önemli risalemizde bahsini ettiÄŸimiz mertebe hakkında ÅŸunlar zikrolunmaktadır: “Onun için bu mertebeye munkatı’ul-iÅŸarât, meçhul’un- na’t da tesmiye olunmuÅŸtur. Yine bunun içindir ki bazı ârifler zât-ı ilahiye için vücûda mukaddem adem tesmiye etmiÅŸlerdir.[6] Yazımı Osmanlı döneminde baÅŸlayan ve Cumhuriyet Türkiye’sinde yekûnlaÅŸan Ahmed Avnî Konuk’un Fusûsu’l- Hikem Tercüme ve Åžerhi isimli eserinde lâ-taayyün mertebesi hakkında ÅŸunlar zikrolunmaktadır: “Onun fevkinde hiçbir mertebe yoktur, belki bi’l- cümle merâtib onun tahtındadır… Ve zât, zâtiyeti cihetinden âlemlerden ganî olduÄŸundan tecellîden müstaÄŸnîdir.[7]

Lâ-taayyün mertebesinden sonra gizli hazine olan Mutlak Varlığın taayyün-i evvel mertebesi geliyor. “Taayyün-i evvel, Hakkın zâtına, sıfatlarına ve bütün mevcutlara dair icmâlî ilminden ibarettir; bunlar, bu mertebede henüz bir birbirilerinden temeyyüz etmemiÅŸlerdir.”[8] Bu mertebeyle birlikte Mutlak Varlık zuhûra yöneliyor.

Mertebeler ilk taayyün denilen bu mertebeyle baÅŸlar. Bu mertebe mutlak varlık’ın mutlak birliÄŸini göreli çokluk taşıyan birliÄŸe dönüştürmesiyle taayyüne baÅŸlamasıdır. Ä°bnü’l- Arabî’nin hakikat-i Muhammediye adını verdiÄŸi bu mertebe bütün varlığın ilkesidir.[9]

Ä°kinci mertebenin birinci mertebeden farkına gelince: “Bu mertebe-i vahidiyyet, ahadiyyet mertebesine nisbeten eltaf-ı latîf olan zât-ı Hakk’ın bir mertebe, tekâsüf buyurmasından baÅŸka bir ÅŸey deÄŸildir.”[10]

Üçüncü mertebe, tasavvuf edebiyatımızda taayyün-i sâni diye adlandırılmıştır. Bu mertebenin bir diÄŸer adıysa vahidiyet’tir. “Bu yedi mertebenin üçüncüsü, Hakkın ikinci taayyünü mertebesidir. Hak, bu mertebede zâtını, sıfatlarını ve yaratıklarını tafsilî olarak bilir.”[11] Mutasavvıflar bu mertebenin hak olduÄŸunu Kur’an-i Kerim’deki Ä°sra suresinin 12. ayet-i kerimesine dayandırıyorlar. Zira sözünü ettiÄŸimiz ayet-i kerimede Cenab-ı Hakk (c.c) şöyle buyurmaktadır: “Her ÅŸeyi tafsil ettik.[12]

Üçüncü mertebede daha önce bahsettiÄŸimiz leys halindeki mümkünlerin hakikatleri saklıdır. “Ä°mkân âleminde hâdis olacak bütün varlıkların hakikatleri bu mertebedeki sûretlerdir.”[13]

Yukarıda bahsettiÄŸimiz üç mertebenin üçü de kadîmdir. Zira bu üç mertebe Mutlak Varlığın sıfatlarıdır. Buna binaen üç ilk üç mertebe arasında kendinde öncelik-sonralık iliÅŸkisi söz konusu deÄŸildir. Buradaki öncelik-sonralık sadece düşünceye konu edebilmek için aklın yaptığı bir deÄŸerlendirmedir. Ä°ÅŸbu deÄŸerlendirme öncelik-sonralığa dayanmamaktadır. Üç mertebenin öncelik-sonralık olarak ele alınması vehimlerin bir neticesidir. “Ä°kinci mertebenin hakikat-i Muhammediye, üçüncü mertebenin ise hakikat-i insaniye mertebesi olması, bunların kadîm ve zikredilen iki hakîkatin hâdis olmasına engel deÄŸildir.[14] Fakat bu iki hakîkatin hâdisliÄŸi kendilerinden deÄŸil; Mutlak Varlıkla zuhûr etmelerinden dolayı hâdistir.

Mahlûkatın mevcûtluğu

Dördüncü mertebenin ismi, ruhlar mertebesidir. Bu mertebeyle birlikte hâdisler âlemi zuhûr olur. Bu mertebe hakkında görüş beyân eden mutasavvıflarımız ruhun özünde tek olduÄŸunu ama her var olanın o tek ruhtan üflenerek yaratıldığını ileri sürerler. “Buna göre ruh, tektir, bu tek ruh, üzerine yansıdığı ve kendisini idare ettiÄŸi cisimler adedince çoÄŸalır.[15] Bu görüş Mustafa Tahralı hocamız tarafından ÅŸu ÅŸekilde izah edilmektedir: “Üçüncü mertebede bütün ilahî isimlerin ilmî sûretleri birbirinden ayrıldığı ve farklılaÅŸtığı gibi, bu ruhlar mertebesinde de a’yân-ı sâbitenin gölgeleri olan ruhlar birbirinden ayrılmışlardır.[16]

Dördüncü mertebede daha önceki mertebelerde sabit olan ilmî hakikatler basit cevherlere dönüşmektedir. “Öyleki mertebe-i ilimde sabit olan her bir suret-i ilmiye, bir cevher-i basît olarak bu mertebede zâhir olur.”[17]

Devamı var…

 



[1]Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yay., İstanbul 1991, s.463.

[2]Abdülganî en-Nablusî, Ariflerin Tevhidi, s. 33.

[3]Ebu’l- Alâ Afîfî, Fusûsu’l- Hikem Okumaları İçin Anahtar, ter: Ekrem Demirli, Ä°z Yay., Ä°stanbul 2000, ss. 74-75

[4]  Ömer Mahir Alper, Varlık ve Ä°nsan, s. 39-40.

[5]Ä°smail Hakkî Bursevî, Allah’a Yakın Olmak, Varlık Mertebeleri ve Ä°nsan-ı Kâmil, haz: Muhammed Bedirhan, Hayykitap Yay., Ä°stanbul 2012, s. 25.

[6]Abdülkerim Cîlî, Meratib-i Vücûd ve Beyan-ı Hakikat-i İbtida-i Küll-i Mevcud, ter: Abdülaziz Mecdi Tolun / haz: Ahmet Faruk Güney, Furkan Yay., İstanbul 2006, s. 35

[7]Ahmed Avnî Konuk, Fusûsu’l- Hikem Tercüme ve Åžerhi, I. C, haz: Mustafa Tahralı, Selçuk Eraydın, Ä°FAV Yay., Ä°stanbul 1999, s. 109

[8]Abdülganî en-Nablusî, Ariflerin Tevhidi, s. 34.

[9]Ekrem Demirli, İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, s. 233.

[10]Ahmed Avnî Konuk, Fusûsu’l- Hikem Tercüme ve Åžerhi, I. C, s. 110.

[11]Abdülganî en-Nablusî, Ariflerin Tevhidi, s. 35.

[12]Sure, Ä°sra, 17 / 12.

[13]Mustafa Tahralı, “Vahdet-i Vücûd ve Gölge Varlık”,  Fusûsu’l- Hikem Tercüme ve Åžerhi, III. C, haz: Mustafa Tahralı, Selçuk Eraydın, Ä°FAV Yay., Ä°stanbul 1999, s. 16.

[14]Abdülganî en-Nablusî, A. g. e., s. 37.

[15]Abdülganî en-Nablusî, A. g. e.,s. 38.

[16]Mustafa Tahralı, “Vahdet-i Vücûd ve Gölge Varlık”, s. 18.

[17]Ahmed Avnî Konuk, Fusûsu’l- Hikem Tercüme ve Åžerhi, I. C, s. 110.

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.