Makale
Anlamsızlığın Geleceksizliği
Hayat yolculuğumuzda hafızamızda birikmesine izin verdiklerimize kıymet atfeder, onları birer sembol ile kayıtlarız. Biriktirdiklerimizin kıymetini, sembollerin hareket geçirdiği çağrışım sıklığı ile değerlendiririz.
En çok neleri, hangi zaman ve hangi şartlar dâhilinde hatırlar, önemlisi, bu hatırlamaları neden yaparız?
İlk kelimemizin, ilk adımımızın bizim için bir kıymeti yoktur. Ama ebeveynlerimiz için çok kıymetlidir. Zira faili ve mefulü, mensubu ve şahidi, içinde ve dışında, aktarılan ve bizatihi öğrenilen her bir olay ve olguyu, “bilinç” ile anlamlandırıp, esasen, sosyal genetiğimizle sonraki kuşaklara aktarılmak üzere kaydederiz.
Sembollerin harekete geçirdiği hatırlamalar daha çok bir kıyastır. Hayat yolculuğunun uğraklarında biriken anlam yüklerinin “an” ile olan kıyasıdır. Hatırlama, anda yaşanan “sorunlar”, “aksamalar” ile açığa çıkar.
Mesela;
Bir hasta, hasta ve hastalık ile ilgili hatırlamalarını sadece aldığı sağlık hizmetinin ulaşılabilirlik hız ve kalitesini, geçmiş ile kıyaslayarak yapmaz.
Doktor hasta ilişkisindeki insaniliği,
Hasta olmanın özel bir durum olduğu kadar toplumsal bir yönünün bulunduğunu,
Eş dost, hısım akraba ziyaretlerini,
Gösterilen şefkati, yumuşayan yürekleri,
Hatırlar.
Neden? Sorun nedir? Aksayan, eksikliği hissedilen şeyler nelerdir?
Hasta doktoru doktor hastayı tüketmektedir.
Hastalık, hasta ile sağlık kuruluşunun kayıtları arasında özel bir ilişkidir. Hastalık, toplumsal rol dağılımında hasta diye bir kategori bulunmadığından dolayı gizli tutulması gereken bir durumdur.
İlaçlar, tıbbi müdahaleler temel gerçeklik haline geldiği için hasta ziyareti diye bir kavram artık yürürlükte değildir. Hatta hasta ziyareti hastanın selameti için yapılmaması gereken bir eylemdir.
Ya da;
Ninenizin kutsal emanetlerini muhafaza ettiği çeyiz sandığının ona çağrıştırdıkları,
Belki artık sararmış bir gelinlik,
Daha çok el işi göz nuru oyalar, dantelalar, namazlıklar, seccadeler, kumaşlar,
Rahmetlinin tespihi ya da takkesi…
Esasında bunlar birer sembol.
Ünsiyetin tesisi için birbirlerini tanıma çabaları ile geçmiş bir ömrün biriktirdiklerinin sembolü.
“Şimdiki yeni yetmeler” diye başlayan titrek seslerin şikâyeti, esasında geçmiş ile mevcut halin bir kıyasıdır. Kadın erkek birlikteliğinin yoğunluğu, sahih bir ünsiyetin tesisi için müstakbel eşlerin birbirlerini tanımasına imkân vermiyor. Rol yapan müstakbel eşler, evlilik ile birlikte açığa çıkan esas hallerinin düş kırıklıkları ile daha en başından birbirlerini tanıma çabasının uzun soluklu heyecanını yaşayamadan birlikteliğin anlamını heder etmiş oluyorlar.
Her şeyi ama her şeyi tükettiğimiz için hiç bir şey birikmiyor ve birikmediği için de devredilemiyor. Güncelde etkilerini derinden yaşadığımız kuşaklar arası kopukluğun ana nedeni bu. Yeni neslin heybesi bomboş… Daha doğrusu bir heybesi bile yok.
Tüketmek aynı zamanda “anlamsızlaştırmaktır”.
Dolaysız olarak;
Hayatlarımızın bir tadı yok zira heybemiz artık dolmuyor. Bir zamanlar biriktirdiklerimiz, sürekli geçmiş ile anın kıyasındaki yorucu karşılaştırmalar ile kırıntılara dönüşüyor.
Bilinçli ya da bilinçsiz tükettiğimiz ibadetlerimizin tadı yok. Toplumsal görünürlüğün ön planda olduğu güncelde, sabah namazlarını şehrin ya da ülkenin diğer ucunda bir gösteriye dönüştürmedeki doyumu, mahalle mescitlerinde yaşayamıyoruz. Yanı başımızdakinin sorumluluğunu üstlenmekten kaçınıyoruz. Sahih bir toplumsallığı oluşturabilecek ünsiyet ve tanıma çabalarından ürküyoruz. Geçici olmak durumunda olan kalabalıkların geçici enerjilerini tüketiyoruz ve aslında tükeniyoruz.
İlmin ve sözün bir tadı yok. Zira ilme ve söze, kavgalarımızda kullanmak üzere tüketilecek mühimmat gözü ile bakıyoruz. Hal böyle olunca ulu hocalar, bağlılarını zinde tutabilmek için her defasında yeni ve ilginç şeyleri, yakıcı sözleri üretmek durumunda kalıyor.
Dostlukların, kardeşliklerin, yoldaşlıkların tadı yok. Sürekli değişen hale göre koalisyonlara dönüşen “birliktelikler” tüketildiği için anlamsızlaşıyor.
Ölümün bile tadı yok. Ölümleri tüketiyoruz. Cızırtılı, detone salaların yüreklere bıraktığı sızıyı artık yaşamıyoruz. Gür, makamlı salalarda, musalla taşının arkasında biriken binlerde yürek sızısı, görünme ve gösterme telaşına dönüşüyor. Kurduğumuz taziye çadırları ile ölüm gerçeğini evlerimizin dışında tutuyoruz. Belki zorunluluktan ama yürek acısına bir zaman ve bir mekân tayin ederek ölüm gerçeğini, hesabı, kitabı, mizanı hatırlatmakta evlerimizi işlevsiz kılıyoruz. Evlerimiz sadece “yaşam alanlarına” dönüşüyor. Her şeyi dışarıda bırakan sadece yaşam alanlarına dönüşen evlerimiz de gittikçe bizi tüketiyor.
Biriktirmek, değerli şeylerin anlamlarına anlam katarak geleceğe devretmektir.
Tüketmek, “anlamsızlaştırmaktır”.
Anlamsızlaştırmanın sonucu ise dolaysız olarak “geleceksizleştirmektir”.
Henüz yorum yapılmamış.