Sosyal Medya

Kitap - Dergi - Yayın

Budalalığın keşfi

Hilmi Yavuz’un denemelerinin bir yüzü ciddi düşünceyi gösterirken, diğer yüzü mizaha karşılık gelen ‘gülen düşünce’ ifadesiyle tarif edilebilecek yazılardır.



Slavoj Zizek, kendisiyle yapılan bir konuşmada, bence son derece kışkırtıcı bir tespitte bulunuyor: “Çürümüş, kinik bir sistem olmasına rağmen, reel sosyalizmde bana böylesine çekici, böylesine sempatik gelen şey, konuşulan sözün gücüne olan inançtı.” Zizek, reel sosyalizmde söz’ün gücünü kanıtlamak için, can alıcı bir örnek veriyor;- şöyle: “Yaklaşık yirmi yıl önce, sadece üç-dört bin satan küçük bir sanat teorisi dergisinin editörüydüm. Bir keresinde, nüfuz edilemeyecek ölçüde kapalı ve modern, ancak satır aralarında muhalif bir mesaj içeren küçücük bir şiir yayımlamıştık. İktidar (burada, komünist iktidar kastediliyor H. Y.) bu şiire eğer kayıtsız kalabilseydi, hiçbir şey olmayacaktı.” Zizek, bu şiir üzerine Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin olağanüstü (evet, olağanüstü!) bir toplantı yaptığını belirttikten sonra, dikkate değer olan şu sözleri söylüyor: “Fakat, burada benim hoşuma giden şey, komünist iktidarın, konuşulan sözün potansiyel, yıkıcı gücünü aşırı biçimde ciddiye almasıydı.”

Slavoj Zizek’in bu konuşmasını, Şükrü Argın’ın Birikim dergisinin eski sayılarından birinde yayımlanan, Modern Zamanlarda Sözün Statüsü başlıklı, gerçekten değerli bilgiler ve kuşatıcı yorumlar içeren makalesinden aktardım. Argın, “Zizek’in sözünü ettiği komünist rejimler de dâhil olmak üzere, tüm totaliter sistemler[in], muhalif söz’ün, daha doğrusu, kendi ‘mutlak’ iktidarlarının denetimi dışında kalan sözün potansiyel gücünden” korktuklarını belirttikten sonra, totaliter siyasal rejimlerle liberal siyasal rejimler arasındaki radikal farkı, bu çerçevede ortaya koyan şu açıklamayı yapıyor: “Liberal demokratik rejimlerde (...) aslında, ‘mutlak’ bir iktidar, daha doğrusu, mutlak iktidar talep etmeyecek kadar kendine güvenen bir iktidar vardır: Foucault’nun da söylediği gibi, (iktidar, H.Y.) hiçbir yerde yoğunlaşmamış, ancak her yere nüfuz etmiştir. Gücünden öylesine emindir ki, kendisine yöneltilmiş hiçbir sözü ciddiye almaz. Hiçbir totaliter ya da baskıcı rejimin sahip olamayacağı bir ‘mülk’e, söz karşısında kayıtsız kalma lüksüne sahiptir. Kısacası, totaliter ya da baskıcı rejimler, söz karşısında tedirgindir; liberal demokratik rejimler ise, kibirli.”

Hiç şüphe yok: Zizek’in ve Argın’ın tesbitleri doğrudur. Ve elbette, Argın’ın da belirttiği gibi, totaliter toplumlarda söz’ün gücünün öne çıkarılması, bu toplumlara, nostaljik bir bakışla, özlem duyulduğu anlamına da gelmez. Ancak, burada üzerinde durulması gereken, totaliter iktidarların söz’ün gücü karşısında niçin korkuya kapıldıklarıdır. Gerçekten de, totaliter rejimler, kendilerine yöneltilmiş her sözü niçin ciddiye alırlar? Niçin, iktidarlarından ‘emin’ değillerdir?

Ben meseleyi, totaliter iktidarların ürettikleri (ve ‘yeniden– ürettikleri’) ‘anlam rejimleri’ çerçevesinde ele almak gibi bir faraziyeden yola çıkarak temellendirmek istiyorum. Hemen belirtmeliyim: Faşizmin ürettiği ‘anlam rejimi’, her söz veya fiilin, verili ve konvansiyonel bağlamlarının ötesinde, bir başka anlama geldiğine gönderme yapar. Sıradan herhangi bir söz veya fiil, bu ‘anlam rejimi’nde, neredeyse esoterik, gizemli bir söze veya edime dönüşür.

Bir örnekle anlatayım: Milan Kundera, Gülüşün ve Unutuşun Kitabı’nda, Mirek’in (romanın kahramanlarından biri), otomobilindeki bir arızayla ilgilenmesi için gittiği bir oto tamircisinin, kendisine şöyle dediğini aktarır: “Prag’da, Saint-Venceslas alanında, adamın biri kusuyordu. Bir başkası, önünden geçerken, hüzünlü bir tavırla ona baktı, başını salladı ve ‘sizi nasıl anladığımı bir bilseniz’ dedi.”

Basit ve olağan şartlarda herhangi bir özel anlam atfedilmesi sözkonusu olmayan, fevkalâde sıradan bir olay: Saint-Venceslas Meydanı’nda bir adam, büyük ihtimalle midesi bulandığı için kusuyor ve oradan geçen biri, sanki bu alelâde olayın, konvansiyonel olarak gösterdiğinin dışında ve ötesinde gizemli, esoterik bir başka anlamı varmışçasına, kusan adama, ‘Sizi çok iyi anlıyorum!’ diyor. Şaşmamalı: Totaliter veya faşist yönetimlerin ‘anlam rejimi’, her işaretin bir muhalefeti imlediğine, her söz veya fiilin arkasında, kaçınılmaz olarak, bir karşı koyma veya direnişin bulunduğuna ilişkin anlamlar üretir. Bu ‘anlam rejimi’, sadece iktidarı değil, iktidarın tahakküm nesnesi olan bireyleri de kuşatır. Kundera’nın anlattığı olay, tastamam bunu gösteriyor. Totaliter rejimlerde hiçbir anlam boşluğu bırakılmadan her şeyin (evet, her şeyin!) anlamlandırılması! Bir paranoya mı;- galiba, öyle!

İşin bir de felsefî arka planı var. Iris Murdoch’un Ateş ve Güneş’de Derrida’nın La Pharmacie de Platon başlıklı felsefî denemesine atıfta bulunarak belirttiği gibi, “[konuşulan] dilin kendisi zaten yeterince kötü”dür. Murdoch, şöyle der: “Gerçek, konuşmayı içerir ve düşünce de zihinsel bir konuşmadır, bu yüzden düşünce, bir algı olmaktan çok, bir sembolizmdir: Zorunlu bir kötülük (a necessary evil)”. Platon’un lisan için, pharmakon (ilaç) metaforunu kullanmış olmasına dikkati çeker Murdoch. Dil de ilaç gibidir: Öldürür ya da iyileştirir.

Yazıyı, Argın’dan bir alıntıyla tamamlamanın tam sırası: “Zizek, sözün gücüne inanılan günlere hem özlem duyar hem de korkar, tedirgin olur böylesi günlerden. Son derece haklı. Çünkü hiçbir güç, tekin değildir. Her güç gibi, sözün gücü de, yapıcı olabileceği gibi, yıkıcı da olabilir; zulme direnmeyi mümkün kıldığı gibi, zulme yol açmayı da mümkün kılabilir.”

Dil, bir Janus maskesi gibi taşıdığı bu iki yüzüyle, kendini, galiba, en çok, faşist rejimlerde görünür kılıyor: Öldürüyor ya da iyileştiriyor; yapıcı olabileceği gibi, yıkıcı da olabiliyor!

Budalalığın Keşfi, Hilmi Yavuz, Timaş, İstanbul 2012

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.