Sosyal Medya

Cemil Koçak ile söyleşi: Darbeyi destekleyen kitle oldukça vazgeçmeyecekler

Cemil Koçak: “15 Temmuz'un dahi büyük bir beklenti ve ardından büyük bir hayal kırıklığı yaratması göstermektedir ki; toplumun çok önemli bir kesimi, kendi siyasal ve ideolojik dünyasına uygun bir darbeyi her an desteklemeye hazırdır. Zaten bu kitleye yönelik propaganda tıpkı 27 Mayıs öncesindeki psikolojik hazırlık düzeyini yükseltme aşamasına benzemektedir. 15 Temmuz, 27 Mayıs'ın bir kopyalama-yapıştırma operasyonu olarak öngörülmüştür.”



Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk askerî darbe 27 Mayıs 1960 tarihinde yapıldı. Başbakan Adnan Menderes ve iki bakanının idamı ile sonuçlanan darbenin yankıları, üzerinden 60 yıl geçmesine rağmen sürüyor. Çünkü 27 Mayıs, ülke tarihindeki darbe geleneğini oluşturmuş ve biçimlendirmiş olması yönüyle siyasi tarihin dönüm noktalarından biri olarak görülüyor. Devam eden darbelerdeki propaganda süreci, argümanlar ve algı oluşturma biçimlerinde 27 Mayıs modellemesi esas alınıyor. Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Çemil Koçak, darbenin, ideolojik bir sürecin son adımı olduğunu bu nedenle darbe öncesinin iyi incelenmesi gerektiğini söylüyor.
 
Türkiye’nin çok partili hayata geçmesini isteyenler nasıl bir siyasi atmosfer hayal etmişti? Darbe daha o zamanlarda bir ihtimal olarak var mıydı?
 
II. Dünya Savaşı’nın önemli bir sonucu da, Türkiye’nin yirmi yıl süren tek-parti dönemine son verilmesi oldu. Türkiye’nin Sovyetler karşısındaki güvenlik kaygıları, Batı ittifakı içinde yer bulabilme çabaları ile 1945 yılında başlayan yeni rejim arayışını zaten Türkiye’de İki Partili Siyasî Sistemin Kuruluş Yılları (1945-1950) kitap serimde uzun uzun anlatmıştım. Rejim değişikliğinden beklenen; aslında Serbest Fırka döneminde olduğu gibi, muhalefet partisinin varlığı, fakat bir iktidar değişikliği değildi. En azından uzun yıllar boyunca böyle bir değişikliğin olacağı pek de beklenmiyordu. Bu bakımdan yeni rejim de “vesayetçi” özelliğini koruyacaktı. Ama içerideki ve dışarıdaki gelişmeler, bu öngörüyü temelinden sarstı ve bozdu. 1945 yılındaki beklentilerle 1950 yılına gelindiğindeki siyasal atmosfer tamamen farklı oldu.
 
İlginç olan husus da daha 1946 yılında yapılan ve CHP’nin hile karıştırdığı seçimden hemen sonra, 1950 yılında yapılacak olan seçimde de aynı şeyin yapılabileceğini ve bu şekilde CHP’nin iktidardan ayrılmayacağını düşünen bazı “genç subaylar”ın DP lehine ve CHP iktidarına karşı bir darbe yapmak üzere, orduda ilk cuntayı kurmalarıdır!Yani ordu içi hareketlenme, DP’ye sempati duyan “genç subaylar”ca başlatıldı. O kadar ki; 1950 seçiminde de iktidarın DP’ye verilmeyebileceği kaygısıyla bu subayların böyle bir ihtimal karşısında darbe yapmaya hazırlandıklarını, yıllar sonra anılarından okumak mümkündür. Yani, eğer CHP iktidarı bırakmasaydı, ilk darbe, CHP’ye karşı yapılmış olacaktı!
 
Cumhuriyetin ilk darbesi, darbelerin atası 27 Mayıs, ülke tarihindeki darbe geleneğini biçimlendiriyor. Süreç, argümanlar, algı oluşturma biçimleri devamındaki darbelerde çok benzerlik gösteriyor. Bu modellemenin altındaki mantık nedir?
 
Darbe, aslında siyasal ve ideolojik bir sürecin son adımıdır. Bu bakımdan darbe öncesi iyi incelenmelidir. Muhalefetin uzun yıllar boyunca seçim kazanamaması darbeci zihniyeti besleyen önemli bir etkendir. Çünkü, iktidara gelmenin başkaca bir yolu kalmamış demektir.
 
Darbe hazırlığının ilk adımı, mevcut iktidarı sadece eleştirmek ya da kötülemek değildir. Ardından onu olabildiğince geniş bir kitlenin gözünde “aşağılamak”, “şeytanlaştırmak”, “nefret ettirmek” ve nihayetinde de “başına gelecek âkıbetten dolayı memnun edecek” bir psikoloji içine sokmaktır. Bu süreç, uzun zaman sürecek bir propagandayı içerir. Uzun yıllar boyunca “uçurumun kenarına sürüklenen ülke” imajı çizilir ve onu “kurtaracak kahramanlar”ın çıkagelmesi beklenir. Son aşamada “sokakların karışması” elzemdir; böylece çok tedirgin olan, ürken, hatta korkan toplumun önemli bir kesiminin darbenin toplumsal tabanını oluşturması umulur ve çok kez de zaten böyle olur. Başarılı ya da başarısız her darbe öncesinde Türkiye’de bu kadar kan akmasının ardında yatan temel soğuk mantık bundan ibarettir işte...
 
İrtica, algı oluşturma çabalarında sıkça karşımıza çıkan kavramlardan biri. Halk nazarında bu kavramın karşılığı neydi?
 
 
İrtica, siyasî anlamıyla, 31 Mart 1909 ayaklanmasından sonra İttihatçıların siyasî edebiyata soktukları bir jargon oldu. Kısaca, siyasal düzlemde eski düzenden yana olan ya da yeniliğe karşı çıkanlara verilen bir addı bu... Eğer meşrutiyet gibi ilerici bir yönetime karşı çıkarsanız, irtica yanlısı olursunuz. Mürteci olursunuz. O günden sonra, kendisini toplumda “ilerici” olarak gören siyasal akım, kendi dışındaki bütün akımları “irtica” olarak tanımladı. Ama asıl önemli husus, irticanın İslâmla özdeşleşmesi oldu. İçinde İslâmî düşünce olan herşey ve herkes, bu anlamda mürteci olarak kabul edildi. Ama bu kabul, toplumun geneli için geçerli olamadı. Aksine, yönetimde olan bir siyasal grup, kendi tanımı üzerinden, “öteki”ni hedef göstermiş oldu. Bu da, toplumun önemli bir kesiminin “öteki” olarak görülmesine yol açtı. Toplumdaki bu büyük çatlak günümüzde de sürmektedir.
 
Toplumsal hafızada derin bir travma oluşturan ezan yasağı bir tarafta dururken bu kavramı öne çıkarmaları neyi yanlış hesap ettiklerini gösterir?
 
İttihatçıların temelde pozitivist olduklarını aklımızdan çıkarmamalıyız. Bu şu demektir: Toplumlar ilerler, daha iyiye, daha güzele, daha mükemmele doğru... Bu değişmez bir kaidedir. Bu ilerleme “bilim”in temelinde olur. Bilim, topluma ve insana yol gösteren ve ona istikâmet veren yegane güç ve doğrudur. Toplumlar ve insanlar bu şekilde “aydınlanırlar.” Elbette, onları bu “karanlık”tan çıkaracak öncülere, “aydınlar”a ihtiyaç vardır ve İttihatçılar, bu bakımdan kendilerini “misyon” sahibi olarak görürler. Topluma “doğru yol”u gösterecek olan onlardır; başkası değil... Çünkü, kendilerinin dışındakiler zaten “henüz” bu seviyeye gelememişlerdir.
 
Böylece “misyonerler” ya da “aydınlar” ile toplumun geniş kesimi arasında bir diyalog oluşmaz; aksine, yukarıdan aşağıya doğru “bilgi”nin ışığı yayılmaya çalışılır. Amaç, toplumda “metafizik değerleri”, dini ve bu temeldeki inançların ağırlığını, bilim sayesinde ortadan kaldırmaktır. Türkiye özelinde “ezan meselesi”, bunun yalnızca bir simgesel anlatımından ibarettir. Bilim, bir gün gelecek dini alt edecektir mantığının ve beklentisinin günümüz Türkiye’sini anlamak bakımdan da önemi büyüktür.
 
Buna devrim diyenler ile darbe diyen kitlelerde o günden bugüne bir değişim oldu mu sizce?
 
Kısaca, hayır, hiç olmamıştır... Olması da beklenemez zaten... Şunun için: 27 Mayıs’ı gerçekleştiren ve onu destekleyen siyasal ve sosyal güçler, yukarıda anlattığım şekilde, “gericilik”le, “irtica” ile mücadeleyi esas gündemleri olarak kabullendikleri ve tarihsel rollerine de sahip çıktıkları için, geçmişle ilgili hiçbir yeni bakışa izin vermezler, veremezler.
 
Darbeler karşısında kendilerini mağdur hisseden sosyal gruplar ise, kendilerine yönelik bir “empati” gösterilmediğinin elbette farkındadırlar. Kendilerinin “öteki” olarak sınıflandırılmış olduklarının ve kendilerine ayrılan “sınır”ı asla geçmemeleri gerektiğinin de farkındadırlar. Bu farkındalık anlaşılmadan da; Türkiye’nin siyasal ayrışmasındaki kültürel değer farklarının kavranmasına imkân yoktur sanırım...
 
İnönü’nün istese darbeye de idamları da engelleyebileceği çok konuşuldu, tartışıldı. Darbenin dış ayağı düşünüldüğünde bu mümkün müydü?
 
Darbenin dış ayağı fikrine katılmıyorum; yani 27 Mayıs’ın ardında ABD’nin olduğu yolundaki hiçbir kanıta dayanmayan varsayım, sanırım 12 Mart ve sonrasındaki ABD kaynaklı darbelerin bir geriye dönük yansıması olarak belirdi. Ama 27 Mayıs’ın ardında ABD olduğu yönünde hiçbir işaret göremedim.
 
 
İdamların önlenmesi zordu; çok zordu. Bir kere iktidarın yargılanması, üstelik 27 Mayıs’ın temel argümanı olan, anayasayı ortadan kaldırmak gibi, ağır bir suçla yargılanması ve bu suçun cezasının idam olması, mahkemenin sonucunu daha baştan belirlemişti denilebilir. Her aşamada anayasal suç işlediği ve bu nedenle meşruiyetini kaybettiği ileri sürülen eski iktidarın bu açıdan mahkemeden beraat alması beklenemezdi. Mahkûmiyet de sonuçta idamı gerektiriyordu.
 
Belki idam kararının onayı sadece MBK’de kalabilseydi, bir ihtimal idamlar olmayabilirdi. Ama o sırada MBK de ipin ucunu kaçırmış ve iktidar, bu kez bir başka cuntanın eline geçmişti bile... 27 Mayıs’ın gerçek amacına varabilmesini idamlardan bekleyen bir başka cuntadan daha söz ediyoruz burada... O bakımdan durumun ümitsiz olduğu söylenebilir.
 
Peki darbe ve idamlarla istedikleri sonuca ulaşabildiler mi? Muratları ve bugüne ulaşan sonuçları bağlamında...
 
27 Mayıs, amacına ulaşamadı denilebilir. Yani uzun dönemde... Ama kısa dönemde bütünüyle olmasa da çok yönden “başarılı” oldu. 1960’dan itibaren Türkiye’de ordunun siyasal sistem içinde “vesayeti”ni kurdu. Bu, neredeyse kesintisiz 50 yıl sürdü. DP’nin izinden gidenler, her sabah bir idam sehpası tehdidiyle işbaşı yaptılar. Daha geçen günlerde bile aynı imajların gündeme getirilmesi bu bakımdan bilinçaltının dışa vurumu olarak görülmelidir. Darbe, darbeleri tetikledi; ordu zaten bir bütünsel yapı değildi; 27 Mayıs’tan sonra hiç olamadı. Ordu içindeki cuntalar yarışı ve kavgası, Türkiye’de 50 seneye yayıldı ve uzun yıllara mal oldu.
 
Türk solunun askeri darbelere yaklaşımını nasıl etkiliyor 27 Mayıs?
 
 
27 Mayıs, pek çok yönden örnek oldu. Orduya kolay iktidar yolunu gösterdi. CHP’ye ordu aracılığıyla iktidara gelişin yöntemi olarak ışık tuttu. Seçimin meşruluğunun her zaman sorgulanmasına yol açtı. “Demokrasi sadece sandıktan ibaret değildir” sözünün ardında aslında bu tür beklentilerin meşrulaştırılması yatmaktadır.
 
Sol da bundan çok etkilendi; öncelikle 27 Mayıs sonrasında “parlamento dışı muhalefet” kavramının oluşmasında; Millî Demokratik Devrim tezinin ardında yatan bütün siyasal ve ideolojik oluşumun temelinde; “sol bir cunta”nın sosyalist bir devrime açılan kapıyı aralaması beklentisinde; sosyalistlerin tarihsel bir özdeşleşme ile Kemalizm ile hemhal olmalarının mümkün kılınmasında; üniversite gençliğinin sokak eylemlerinin 27 Mayıs tarzı bir sonuç doğuracağı yönündeki beklentilerle... Sol ve sosyalistler de 27 Mayıs’a sahip çıktılar; dahası ordunun “ilerici” bir misyonla kendilerine yardımcı olabileceğini hayal ettiler. Bu hayal, 12 Mart’ta kırıldı; ama pek çok gencin acılı hayatına mal oldu.
 
Solun darbeye göz ucuyla bile bakmamasını bekleriz ama sonuç şaşırtıcı olur... Aydınların tavrı da beklentiyi karşılamaz. Bunun sebebi nedir? “Halk gibi düşünmeme” itkisi de bunlardan biri olabilir mi?
 
Sonuçta Türkiye’de sol ve sosyalistler de, 27 Mayıs sonrasında “asker-sivil aydın zümre”nin bir parçası olarak siyasal muhalefette yer aldılar. Sosyalistlerin Kemalizmle sosyalizmi birbirine karıştırması da, bu sonucu doğuran nedenlerden biri oldu. Unutmayalım ki, sosyalistler de, “misyoner”dirler; onlar da işçi sınıfına yol gösteren öncülerdir ve bu bakımdan yukarıda anlattığım “aydın” misyonunu bir başka yörüngede de olsa sürdürürler. Bir de tabii “ilericilik” “gericilik” söz konusu olduğunda; sosyalistler de kendilerini ister istemez “ilerici” akımın yanında ya da içinde bulurlar. Bu bakımdan toplumun önemli bir kesiminin dışında kalırlar. Ya da şöyle diyelim, bu ideolojik ve siyasal düzlemde ister istemez dışında kalmaya mahkûmdular.
 
Darbe beklentisi ile darbe korkusu toplumda terazinin iki kefesi gibi. Darbe beklentisinin kırılması ancak ne şekilde mümkün olur?
 
Toplumun bütün kesimlerinin seçimi iktidar paylaşımında esas kıstas olarak kabullenmeleri gerçekleşinceye dek...
 
Uğur Mumcu: “27 Mayıs da yine bir İttihatçılık ruhuyla yapılmıştır ve yine aynı siyasal çizgidedir” der. İttihatçılığın aynı darbe zincirini yönlendirdiği bir asır söz konusu. 15 Temmuz bir son muydu bu vizyon için? Vazgeçecekler mi? Yöntem değişikliğine gidecekler mi?
 
Görünen şimdilik hayır... 15 Temmuz’un dahi büyük bir beklenti ve ardından büyük bir hayal kırıklığı yaratması da göstermektedir ki; toplumun çok önemli bir kesimi, kendi siyasal ve ideolojik dünyasına uygun bir darbeyi her an desteklemeye hazırdır. Zaten bu kitleye yönelik propagandanın tıpkı 27 Mayıs öncesindeki psikolojik hazırlık düzeyini yükseltme aşamasına benzemesi, 15 Temmuz’un 27 Mayıs’ın bir kopyalama-yapıştırma operasyonu olarak öngörülmüş olması; bütün bunların toplamı, bize toplumumuzun hayli geniş bir kesiminin henüz bütünüyle bir darbeye ilke olarak karşı çıkmayacağını göstermiştir.
 
Röportaj: Hale Kaplan Öz / Star Gazetesi

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.