Sosyal Medya

Taha Kılınç'ın kaleminden: Kaşıkçı katilini affetmek

Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’la tokalaşırken onun yüzüne bakışındaki keskin ifade… İkisinde de, Salâh’ın gözleriydi konuşan. Ve o gözler yalan söylemiyordu. “Salâh” dedim, “Babasının katillerini kendi kendine ve gönüllü biçimde affetmiş olamaz.”



Medine-i Münevvere’de, kış mevsiminde sıklıkla görülen tipik bir sabah ayazı… Sabah namazını Mescid-i Nebevî’de eda ettikten sonra, Bâkî Kabristanı’nı ziyarete geçiyoruz. Bana refakat eden İsmail Furkan Yurdakul kardeşimin ilk Medine seferi olduğundan, benim için bir nevî rehberlik vazifesi oluyor bu ziyaret. Kabristan’ın girişinde Hz. Peygamber’in eşlerinin, kızlarının, torunlarının ve diğer yakınlarının bilinen mezarlarında duraklıyoruz önce. Sonra arka taraflara doğru yürüyoruz. İmam Mâlik bin Enes’i, Uhud ve Harre şehitlerini, Sa’d bin Muaz’ı, Ebû Saîd el Hudrî’yi, Osman bin Maz’un’u, Hz. Osman’ı, Halîme-i Sa’diyye’yi selamlayarak ilerliyoruz. Nihayet en geride, küçük bir kalabalığın ortasından bir toz bulutunun yükseldiğini görüyoruz. Bir defin merasimi bu. “Haydi gel” diyorum İsmail’e, “yakından bakalım, bunu da gör.” Kalabalığa doğru ilerliyoruz.
 
Biraz evvel, Mescid-i Nebevî’de namazını kıldığımız cenazelerden biri olmalı bu. Hz. Peygamber’in emri uyarınca, ölünün hızlıca gömülmesi için acele edildiğinden, biz yaklaşana kadar, defin çoktan tamamlanmış, dualar ediliyor. Kenardan bir süre izliyoruz. Bir yandan da, Bâkî Kabristanı’na yüzyıllardır tevdî edilen yüz binlerce Müslümanın hikâyesini hatırlayarak… Derken, bizim yanımızda, hem toz-topraktan hem de sabahın ayazından korunmak için başını örtüyle sarmış biri dikkatimi çekiyor. Hava henüz alacakaranlık olmasına ve yüzü de net görünmemesine rağmen, onu tanıyorum: Cemal Kaşıkçı’nın en büyük oğlu Salâh.
 
Selam veriyorum, musafaha ediyoruz. Hafif şaşkın, “Nerden tanışıyoruz?” diye soruyor. Haklı. O zamana kadar hiç tanışmadığımızdan, onu selamlayışım biraz sürpriz. “Malum haberlerden, televizyondaki röportajlarınızdan” diye izah ediyorum. O anda, şaşkınlığı -kelimelerle izah edemeyeceğim- bir hüzne dönüşüyor gözlerinde. Yüzüme dikkatle, acı bir tebessümle bakıyor. Babasına rahmet, kendisine de sabır dilerken, bu defa sanki uzun zamandır tanışıyormuşuz da dertleşiyormuşuz gibi samimi bir hava oluşuyor aramızda. Ayrılırken, yine gözlerine bakıyorum. Gördüğüm, derin ve tarif edilmez bir hüzün. “Vefat eden kişi yakınınız mıydı?” soruma, “Arkadaşımdı” diye cevap veriyor. Vedalaşıyoruz.
 
Kabristandan çıkarken, Medine-i Münevvere ufukları aydınlanmaya başlıyor. Benimse aklımda, “Peygamber şehri”ni sonsuz bir muhabbetle seven Cemal Kaşıkçı’nın vasiyeti: “Öldüğümde, Bâkî Kabristanı’na gömülmek isterim.” Heyhat ki, Bâkî’ye defin şöyle dursun, bir cesedi ve mezarı bile yok bugün.
 
Ramazan Bayramı’na birkaç gün kala, Salâh Kaşıkçı’nın Twitter üzerinden yaptığı, “Babamızın katillerini affediyoruz” açıklamasını okuyunca, koronavirüs salgınından hemen önce, ocak ayının son günlerindeki Medine-i Münevvere ziyaretimiz sırasında onunla karşılaşmamız ve sohbetimiz aklıma geldi. Sonra, Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’la tokalaşırken onun yüzüne bakışındaki keskin ifade… İkisinde de, Salâh’ın gözleriydi konuşan. Ve o gözler yalan söylemiyordu. “Salâh” dedim, “Babasının katillerini kendi kendine ve gönüllü biçimde affetmiş olamaz.”
 
2 Ekim 2018 günü, Suudi Arabistanlı gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın, ülkesinin İstanbul’daki başkonsolosluk binasında öldürülmesi, cesedinin parçalara ayrılması ve bina dışına çıkarılarak yok edilmesi, Ortadoğu yakın tarihinde şahit olunan en vahşi hadiselerden biri şüphesiz. CIA’in bile emri bizzat Muhammed bin Selman’ın verdiğine hükmettiği suikastın ardından Suudi hükümetinin sergilediği vurdumduymazlık ve laçkalık ise, ancak “köpeksiz köyde değneksiz gezmek” deyimiyle açıklanabilir.
 
Sırtını ABD ve İsrail’e yaslayan, bu sayede tahtını garantiye alabileceğine inanan, ülkesinde sesini yükselten veya yükseltme potansiyeli taşıyan herkesi bir şekilde susturan çılgın Veliaht, Kaşıkçı’yı devreden çıkardıktan sonra, ailesini de zorla sulha razı etmiş görünüyor. Böylece, “Kaşıkçı’nın laneti”nden yakasını kurtarabileceğine inanıyor. Ama gözden kaçırdığı şu: Kendi eliyle, ölümsüz bir sembol yaratmış oldu. Bu sembol, giderek daha fazla karşısına dikilecektir. Nitekim Salâh Kaşıkçı’nın af açıklamasının akabinde, dünyanın çok farklı noktalarından yükselen reaksiyonlar ve “Ailesi affetse de, katilleri biz affetmiyoruz” karşı açıklamaları, buna işaret ediyor.
 
“Seyyid Kutub idam edilmeseydi veya Ali Şeriati suikasta kurban gitmeseydi, fikirleri ve kitapları kitlelere böyle tesir eder miydi?” diye hep düşünmüşümdür. Cevabım: Etmezdi. Şimdi aynı soruyu Cemal Kaşıkçı için soruyorum ve aynı cevabı veriyorum.
 
 
Yenişafak

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.