Sosyal Medya

İslam, sıfatı ''el- Emin'' olan peygambere güven ile yayıldı

Bugün sorulması gereken bir soru varsa o da şudur: Nasıl ve neden insanların yüreklerindeki güven duygusunu zedeledik? Elinden, dilinden emin olunan Müslümana ne oldu? Ve şimdi bunu nasıl onarabiliriz? Öncelikle güvenilir olmadan güven toplumu inşa etmemiz mümkün değil.



“Adalete dayanan töre ve kanun bu göÄŸün direÄŸidir; töre bozulursa gök yerinde durmaz.”
Yusuf Has Hacib
 
Hazreti Muhammed'in (aleyhisselam) bir tasvirini yapmaya kalksaydık her hâlde “el-Emîn” sıfatını yazmak yeterli olurdu. El-Emîn sıfatı kadar onu tarif edecek, onu resmedecek bir baÅŸka kelime bulmak mümkün deÄŸildir. Hazreti Muhammed’in peygamber olmadan önce, “Muhammedü’l-Emîn” olarak anılması son derece manidardır. Rasûl-i Ekrem (aleyhisselam) hayatının her döneminde sadece müminlerin deÄŸil, düÅŸmanlarının da kendisinden emin olduÄŸu bir ÅŸahsiyettir. Mekke’de kendisine inanmayan ve inancını yaymasına müsaade etmeyenler “Ey Muhammed! Sen güvenilmez birisin” diyemediler. DüÅŸünün ki; düÅŸmanın bile güvendiÄŸi, her ÅŸeyini emanet edebildiÄŸi bir kimse olmak ne büyük ÅŸereftir.
 
Öyle ki, vahiy almadan önce Mekke’nin itibarlı ve zengin bir kadını olan Hazreti Hatice, ona tüm kervanını emanet etmiÅŸti. Bu durum gösteriyor ki, Allah Resûlü düÅŸmana da dosta da güven veren, özü sözü bir, sadık bir insandı. Daha sonraki hayatında da hâkimliÄŸi, komutanlığı, imamlığı, risaleti güven üzerine kuruludur. Kur’ân-ı kerimi ona getiren vahiy meleÄŸi nasıl “el-Ruhu’l-Emîn” ise (Åžuara, 26/193.), Mekke, Kâbe nasıl “el-Beledü’l-Emîn” ise (Tin, 95/3.), Resûl-i Ekrem de öylece dosdoÄŸru ve emindi. Ä°mam Matüridi  "Hazreti Peygamber, kalpleri fethetmek ve onlar için huzur kaynağı olmaktan baÅŸka bir ÅŸey yapmadı” derken bunu söylüyordu. O, sadece insanların kalplerine güven ve huzur verdi.
           
Ä°MAN VE EMANET
 
Bu durumdan çıkarımla; iman, emanet ve eman/emn-emniyet kelimelerinin Arapçada aynı kökten gelmesi tesadüf müdür? Hiç sanmıyorum, bu kelimelerin birbirleri ile çok sıkı irtibatı vardır. Ä°manın karşıtı küfür, emanetin karşıtı hıyanet, emnin/emanın-emniyetin karşıtı korkudur. Ä°man, her ÅŸeyden önce kiÅŸinin iç huzura eriÅŸmesini saÄŸlar. KiÅŸi iman ile iç dünyasında güvene erer. Kalbi istikrara kavuÅŸur. Tereddütten kurtulur. Mutmain olur. Zihnindeki fırtınalar diner. Nefis evine döner ve iman etmiÅŸ kiÅŸi; komÅŸusu, arkadaÅŸları, iÅŸ yaptığı kiÅŸiler velhasıl herkes için de güvenilir bir sığınak olur.
 
Bu yüzden mümin hem kendisi için güveni bulan hem de baÅŸkalarına güven veren kimse demektir. Allah Resûlü “Mümin insanların mal ve can konusunda kendisinden emin oldukları kimsedir” buyururken bu gerçeÄŸi ifade etmiÅŸtir. EÄŸer komÅŸum benden emin deÄŸilse o hâlde ya ben imanımdan emin deÄŸilimdir ya da Allah’ın gazabı beni korkutmaz olmuÅŸtur. Çünkü, el-Emîn olan Allah Resûlü ÅŸöyle buyurmuÅŸtur:
 
"Ä°nsanlara merhamet etmeyen kimseye Allah merhamet etmez." (Müslim, Fedâil, 66.).
 
"Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki gökyüzündeki(ler) de size merhamet etsin." (Ebu Dâvûd, Edeb, 58.).
 
EMAN YURDU GAYESÄ°
 
“Muhammedü’l-Emin”in davası ve tüm hayali, insanlık için bir eman yurdu kurmaktı. Bir gün eshabına hayalini ÅŸöyle anlatmıştı: “Allah bu iÅŸi kemale erdirecektir. Öyle ki, bir kiÅŸi hayvanının üzerinde, Allah’tan baÅŸka kimseden korkmadan ve davarını kurt kapmasının dışında hiçbir endiÅŸe taşımadan Sana’dan Hadramevt’e gidebilecektir.” Kısa sürede bu hayali gerçek oldu. Hatta kendisinden sonra gelen Müslümanlar Allah Resûlünün hayalini daha öteye taşıdılar. Türklerin Ä°slam dünyasında egemenlik kurmasıyla Anadolu her türlü inanca, her millete sulh ve eman yurdu olarak ev sahipliÄŸi yapmaya baÅŸladı. 
 
Belki de Ä°slam’ın Anadolu’ya giriÅŸi ve hızla yayılmasındaki en önemli etken uçlarda savaÅŸan Alplerin uÄŸradıkları köylerde çiftçinin malına, ırzına, canına tasallut etmemesi olmuÅŸtu. Çünkü yerel kaynaklara dayalı bir savaÅŸ gücü özellikle köylüler için büyük bir yıkım demekti. Tecavüz, yaÄŸma, zorla erkekleri askere alma o kadar sık karşılaşılan bir durumdu ki artık köylüler bunu doÄŸal karşılamaya baÅŸlamıştı. Oysaki Müslümanlar girdikleri köylerde kiliselere dokunmuyor, çiftçinin hasadını kaldırmasına yardım ediyor, kimsenin namusuna göz dikmiyordu. Tarihçilerin dediÄŸi gibi: Anadolu’ya Müslüman Türklerin geliÅŸi, Bizans ve Ä°ran despotizminden halkı kurtarmıştı.
 
Eman yurtlarının en temel özelliÄŸi; size sığınmış, sizin egemenliÄŸiniz altında yaÅŸayan halkların dinine, ırkına, inancına bakmaksızın onların sizin tebaanız olduÄŸunu kabul ederek haklarını muhafaza etmektir. Kendisine sığınanı korumak, mazluma gölge olmak, kim ya da kimden olursa olsun adaleti ayakta tutmak Türklerin tarih boyunca en temel yönetim ilkeleri olmuÅŸtur. Kutadgu Bilig’de ifade edildiÄŸi gibi: “Ä°ster oÄŸul, ister hısım, ister yolcu, isler hancı olsun herkes kanun karşısında eÅŸittir, hüküm verirken fark gözetilmeyecektir. Devletin temeli doÄŸruluk ve adalettir. Beyler doÄŸru olursa, dünya huzura kavuÅŸur. Hâkimiyetin esası adalettir.”
 
Yusuf Has Hacip’in ifadeleri ise ÅŸöyle: “Adalete dayanan töre ve kanun bu göÄŸün direÄŸidir; töre bozulursa gök yerinde durmaz.”
 
Edward Said "Ancak baÅŸkaları ile paylaÅŸtığımız vakit evimizi hak ederiz” der. Güvenilir olmak; baÅŸkaları için bizi nasıl sığınak kılarsa, güven duymak da bize sığınak olur. Güven; yurtları barış yurdu yapan, devletleri büyük bir güce çeviren, toplumları refaha kavuÅŸturan sihirli bir dokunuÅŸ gibidir. Ä°slam âlimleri, dinin beÅŸ temel gayesini sayarken sanki güveni merkeze almış gibidir. “Zarurât-ı hamse” baÅŸlığı altında “beÅŸ temel dokunulmazlık” konusu, Ä°slam dininin temel gayesi olarak ilan edilmiÅŸtir: “Din, akıl, can, mal ve neslin güvenliÄŸi.” Irk, dil, din, yaÅŸ ya da cinsiyet farkı gözetilmeksizin her insanın eÅŸit biçimde sahip olduÄŸu bu güvenlik hakları Ä°slam yurdunu eman yurduna çevirmiÅŸtir. Åžairler, bilim adamları, tüccarlar ve zanaatkârlar korkmadan, başımıza ne gelir diye düÅŸünmeden bize komÅŸu olmuÅŸlardır.
 
Ä°SLAM, GÜVENLE YAYILDI
 
Balkanlara Ä°slam’ı götüren ÅŸey toprakların ele geçirilmesi deÄŸil, gönüllerin fethedilmesidir. O toprakları görenler, o halkların ne kadar yiÄŸit olduÄŸunu bilir. Ä°slam, bu yiÄŸit insanların gönlüne korkuyla deÄŸil; onların canına, malına, ırzına ve inancına eman/güven saÄŸlayarak girmiÅŸtir. Fâtih Sultan Mehmed'in Bosna'yı fethettiÄŸinde yaÅŸananlar bunun güzel bir resmi gibidir. Büyük Sultan, Latin papazlara gönderdiÄŸi bir fermanda onlara ÅŸöyle seslenir:
 
“Ben ki Sultân Mehmet Han’ım. Cümle avâm ve havassa ma’lûm ola ki, iÅŸbu dârendegân-i ferman-i hümâyûn Bosna ruhbânlarına mezîd-i inâyetim zuhûra gelip buyurdum ki, mezbûrlara ve kiliselerine kimse mâni ve müzâhim olmayıp ihtilafsız memleketimde duralar. Ve kaçup gidenler dahi emn ü emânda olalar. Gelüp bizim hâssa memleketimizde havfsiz sâkin olup kiliselerinde mütemekkin olalar. Ve yüce hazretimde ve vezirlerimden ve kullarımdan ve reyalarımdan ve cemî’-i memleketim halkından kimse mezbûrelere dahi ve taarruz edip incitmeyeler, kendülere ve canlarına ve mâllarına ve kiliselerine ve dâhi yabandan hâssa memeleketimize âdem gelirler ise yemîn-i mugallaza ederim ki yeri, göÄŸü yaratan Perverdigâr hakkıçün ve-Mushaf hakkıçün ve ulu peygamberler hakkıçün ve yüz yirmi dört bin peygamberler hakkıçün ve kuÅŸandığım kılıç hakkıçün bu yazılanlara hiçbir ferd muhâlefet etmeye. Mâdâm ki bunlar benim emrime mutî ve münkâd olalar. Åžöyle bilesiz.”
 
Fatih’in bu davranışı, ne kadar büyük bir devlet adamı olduÄŸunun göstergesidir. Åžu cümlelerde de büyük bir devletin kendine öz güveni, vatandaÅŸlarına sahip çıkışı ve tüm inançlara karşı toleransı yok mudur: “Ne padiÅŸahlık eÅŸrafından, ne vezirlerden veya memurlardan, ne hizmetkârlarımdan hiç kimse bu insanların onurunu kırmayacak ve onlara zarar vermeyecektir. Hiç kimse bu insanların hayatlarına, mallarına ve kiliselerine saldırmasın, hor görmesin veya tehlikeye atmasın.”
 
KiÅŸinin canının, malının, ırzının ve inancının güvence altına alındığı yere ‘Daru’l-eman’ denir. Ä°ÅŸte Allah Resûlü’nün Ä°slam’ın ilk yıllarında gördüÄŸü rüya budur ve bu rüya Çin’den Adriyatik’e kadar gerçek olmuÅŸtur. Çünkü buna inanmış devlet adamlarının elindeki güven ve adalet hiçbir ÅŸey için feda edilemeyecek iki temel ilke olarak kabul edilmiÅŸtir. Yavuz Sultan Selim döneminde geliÅŸen bir olay; Ä°slam’ın hükümdarı ve idare edenleri, bütün tebaayı korumakla ve onlara karşı adaletli davranmakla sorumlu tuttuÄŸunu göstermektedir…
 
GAYRÄ°MÜSLÄ°MLERÄ° KORUMA MÜKELLEFÄ°YETÄ°
 
Bir gün Yavuz Sultan Selim, Rumeli'de Hristiyan nüfusun çokluÄŸundan ürkerek bunları Müslüman etme düÅŸüncesini açığa vurunca, Åžeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi “Mademki, onlar sizlerin emriniz altında yaÅŸamayı kabul etmiÅŸler, dinimiz gereÄŸi onların can, mal ve ırzlarını kendi can, mal ve ırzlarımız gibi korumakla mükellefiz. Bu yolda onlara cebretmek, dinimize muhaliftir” diyerek Osmanlı Devleti’nin ÅŸahsî hak ve hürriyetlere ve özellikle din ve vicdan hürriyetine asla dokunamayacağını açıkça ilan etmiÅŸtir.
 
Bugün sorulması gereken bir soru varsa o da ÅŸudur: Nasıl ve neden insanların yüreklerindeki güven duygusunu zedeledik? Elinden, dilinden emin olunan Müslümana ne oldu? Ve ÅŸimdi bunu nasıl onarabiliriz? Öncelikle güvenilir olmadan güven toplumu inÅŸa etmemiz mümkün deÄŸil.
 
Unutmayalım ki, güven kaybı inanç kaybını da beraberinde getirir. Güvenini kaybeden insanlar; topluma, devlete karşı da güvenlerini kaybederler. Ä°nsanın iliÅŸkilerinde güveninin kaybolması, kendisine olan güveninin azalması ve nihayetinde Yaradan’la olan baÄŸlarının zayıflamasına da yol açar. Ä°manlı bir toplumun yolu güvenli bir toplum inÅŸasından geçer. Bir Müslümanın aradığı, güvenlik toplumu deÄŸil güven toplumudur. KomÅŸun senden güvende olmadıkça da bunu inÅŸa etmek mümkün deÄŸildir…
 
Hilmi Demir / Türkiye Gazetesi

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.