Sosyal Medya

Bir kitap: Okura masal ülkesi gibi gelen ''Çocukluğumun İstanbul'u''

Sadettin Ökten, Hayatımdan Portreler adlı kitabında çocukluğunun İstanbul'unu ve kahramanlarını anlatıyor. Bugün için bize bir “masal ülkesi” gibi gelen o şehrin kapısından girmek için buyrun…



Beş altı yaşlarında bir çocuk. En sevdiği oyunlardan biri, babasıyla oynadığı: Baba bir beyit söylüyor, o da aynı âhenkle tekrar ediyor:

Evvel ne idi ne oldu bilmem Lebriz idi ol ne doldu bilmem
 
“Evvel” kelimesi tamam da acaba “lebriz” ne demek? diye aklından geçirse de, beyitlerin vezinlerini bulmada gayet başarılı. Üstelik bu pırıltılı sözleri okurken tarifsiz bir haz da alıyor:
 
Âkil ağlar geçen eyyâmı için. Deli bayram geliyor der sevinir
 
Okuduğu mısraların ne manaya geldiğini tam olarak kavrayamasa da, babanın bu “oyun”u oynamasının birkaç sebebi var: Küçük yaşlarda, evladında klasik şiirin estetiğine ve Türkçeye karşı bir hassasiyet geliştirmek.
 
Bu arada unutmadan söyleyeyim: Bahsettiğimiz oyunun baba-oğul kahramanları Celaleddin Ökten, İmam-Hatip okullarının açılmasındaki gayretleriyle tanınan, bu okullarda görev yapan nâm-ı diğer Celal Hoca ve Sadettin Ökten.
 
 
Sadettin Hoca'nın Hayatımdan Portreler adıyla yakınlarda neşredilen kitabında anlattığı bu sahneye bakarak 1950'li yılların İstanbul'unda bütün baba-çocuk ilişkilerinin böyle olduğunu söyleyemeyiz elbette ama nadirattan da sayamayız bu tabloyu. Mahalledeki bekçi babaların Ramazan'da maniler okuduğu, sokak satıcılarının makamla zerzevat sattığı bir şehirden bahsediyoruz neticede.
 
Hayatımdan Portreler her ne kadar Sadettin Ökten'in aile büyükleri ve yakınlarından bahsetse de, muhtevası bundan ibaret değil. Son dönem Osmanlı İstanbul'unun karmaşık ve başdöndürücü kültürel haritasına hem şahıs hem de mekân boyutunda önemli katkılar sunuyor.
 
Yüksek inşaat mühendisi olan ve uzun yıllar çeşitli üniversitelerde mimarî, şehir tarihi ve estetiği üzerine dersler veren Sadettin Ökten'in yazılarını okuyup konuşmalarını dinleyenler için bu önemli katkılar tahmin edilebilir. Ancak adını ilk kez bu sayfalarda gören okuyucularımız için filmi başa, en başa almakta yarar var:
 
Trabzon'un köklü bir ailesine mensup, ilk, orta ve lise tahsilini bu şehirde yapan Celal Hoca, üniversite eğitimi için İslam medeniyetinin merkezi olarak gördüğü İstanbul'a gelir:
 
“Trabzon'dan geldim, İstanbullu olmaya karar verdim. Neden? Çünkü zarif, nezih, güzel, Dersaadet, pâyitaht.”
 
İstanbullu olmaya karar veren Celal Hoca, oğlu Sadettin'i de tam bir İstanbullu gibi yetiştirecektir.
 
Aile, Beyazıt'ta imamı, müezzini, delisi, velisi… ile cami etrafında teşekkül eden klasik bir Osmanlı mahallesi olan Soğanağa'da ikâmet ediyordu.
Celal Hoca'nın her cumartesi ikindiden sonra Soğanağa Camii'nde verdiği İhya derslerini takip eden Sadettin Ökten, devrin önde gelen âlimlerinden biri olan babasının sohbet halkasında kadim kültür repertuvarını tevarüs eder.
 
 
Cami derslerine devam eden Sadettin Ökten'in, “doğduğumdan, kendimi bildiğimden beri var olan bir fenomen” diye bahsettiği tekke ve şeyhi de mühim bir yer tutuyordur hayatında. Bayram günlerinde “büyük validede” yenen bir yemeğin ardından ziyaret edilen ilk adres Halvetîliğin bir kolu olan ve 17. yüzyılda şehrin gündelik hayatına katılan Cerrahî tarikatının Karagümrük'teki âsitanesiydi. Tekkenin imamlığını da uhdesinde bulunduran Celal Hoca'nın Şeyh Fahreddin Efendi'yle yaptığı sohbetlere iştirak eder Sadettin Ökten: “Kışsa aşağıdaki odada, yazsa yukarıdaki sofada oturulur. Onlar sohbet ederler, ben dinlerim. Anlarım, anlamam ama duygulanırım.”
 
Yazları aile Beyazıt'tan Kanlıca'ya nakl-i hane eyler. Kanlıca ile Çubuklu arasında, son şeyhülislamlardan Hüseyin Hüsnü Efendi'nin yalısının bir bölümünü kiralayan Öktenler, bir İstanbul geleneği olarak yazları “sayfiyede” geçirirler. Böylece erken yaşlarda sadece “Boğaziçi medeniyeti” ile tanışmaz Sadettin Hoca, kimi Darülfünun'dan kimi Erkân-ı Harbiye'den, kimi de Şûrâ-yı Devlet'ten emekli Osmanlı bakiyesi “Kanlıca'nın ihtiyarları”yla hemhâl olur. O yılları şöyle anlatır:
 
“Yazlıkta nasıl bir hayat? Peder haftada bir gün İstanbul'a iner. Boğaz'da oturanlarca şehir merkezine gitmek “İstanbul'a inmek” diye tâbir edilirdi. Onun dışında evde, ama kendi yatak odasında… Kitapları, rahlesi, koltuğu. Okur, yazar, hep meşguldür. Evde su kuyudan çekiliyor. Elektrik yok. Eski, metruk bir yalı. Ama çok hoş, çok sâkin bir Boğaz.”
 
Ökten, şehrin maddî ve manevî şahsiyetleriyle tanışmasını anneannesine borçludur. Atikali Camii imamı olan dedesine her ziyarete gittiklerinde anneannesinin elinden tutarak Fatih'te alışverişe çıkarlar: Fırıncı Emin Usta, Aktar Halil Efendi, Sobacı İdris… Sokaklardaki ahşap evler, çeşmeler ve bahçeler arasında bir şey onu çok etkiler: Fetih şehitlerinin kabirleri.
 
Bir gün ailecek Eyüp Sultan'ı ziyarete giderler, ama bugünkü kolaylıkta değil tabii. Bir otomobil tutulur ve adeta teşrifat kaideleri izlenerek mihmandâr-ı Nebî'ye ilk ziyaretini yapar. Eve döndüğünde anneannesinin kendisini Hacdan gelmiş gibi, “Benim çocuğum nurlanmış, benim çocuğuma mâşaallah, benim çocuğum güzelleşmiş” nidalarıyla karşıladığını söyleyen Ökten, Eyüp Sultan'ın kimliğini de çocuk zihninde yerli yerine oturtur: “Ne mühim yermiş bu Eyüp Sultan.”
 
Bir gün Ayasofya'yı sorar anneannesine, lakin aldığı cevap onu pek tatmin etmez: “Hem câmi diyor hem müze, hiç anlamıyorum.”
 
 
Hayatımdan Portreler'in en etkileyici satırları, bana kalırsa, Sadettin Hoca'nın annesini anlattığı bölüm. Şairane bir başlık karşılıyor bizi: “Erguvanlar ve Sünbülî Hava: Validem.”
 
Kanlıca'nın poyrazını, tarihî yarımadanın kendine has tenhâ, sâkin, müeddeb tadını, kısaca eski İstanbul'a özgü hayat tarzını doğma büyüme şehirli bir anneden öğrenir. Bulutları, mevsimleri, çiçekleri seyretmeyi de:
 
“Ben hâlâ bulutlara bakarım. Ve bulutlara bakarak biçimlerinden bir küçük dünya kurarım içimde. Özellikle sonbaharda ve güneş gurûb ederken. Sonbaharı çok severim, annem de çok severdi. Belki o sonbahar sevgisi bana ondan geliyor. Sonbaharda neler gördü? Hüzün, sükunet, uzlet ve ebediyete intikal herhalde diye tahmin ediyorum. Yaz, bir hayat, neş'e ve canlılık mevsimidir. Ama valide sonbaharcıydı, sonbaharı severdi. İlkbaharda da bazı özel günleri, havaları severdi, onlara 'sünbülî hava' derdi. Erken ilkbaharı severdi, hafif yağmurlu, ılık, kış bitmiş. Ve özellikle ilkbaharda erguvanlar… Eflatun onun çok sevdiği renkti. Erguvanları seyretmeyi, erguvanları görmeyi, erguvanlara bakmayı özel bir zevk olarak valideden öğrendim. (…) Erguvan da çok sürmez, en fazla on onbeş gündür çiçeklerin ömrü. Sonra o biter, yeşil bir ağaç kalır; o ağaç da bir sevimli. Bak işte hayat böyle bir şey. Sonra bir sene beklersin tekrar erguvan mevsimi gelsin diye.”
 
Kitabı bitirdiğimde bugün bizler için çok uzakta bir İstanbul'dan bahsettiği zehabına kapıldım. Sanki 60 yıl evvelki şehir değildi anlatılan. Nasıl olmuştu da bu bir ömürden daha kısa bir süre içinde bu kadar değişmişti, en acısı da kendine has dilini, şiirini kaybetmişti?
 
Hayatımdan Portreler mitolojiler çağından yeniçağa, Konstantinopolis'ten İslambol'a imparatorluklar haritasının merkezinde yer alan İstanbul'un, efsane bir şehirden şehir efsanesine dönüşmesinin hüzün verici hikâyesi.
 
Kaynak: Yenişafak

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.