Sosyal Medya

Siyasi tarihimizin hafızasındaki kara leke: 28 Şubat darbesi

Türkiye’nin tarihinin en karan­lık günlerine yaklaştığı dönem­de SSCB çözülmüş, ABD dünya­nın jandarmalığına soyunmuştu. ABD için komünistler tehlike arz etmiyor­du artık. Bazı devletler “terörist” veya “haydut” ilan edilmişti. Bunlar büyük İsrail’i engelleyen Ortadoğu devletle­riydi.



İlk adım 1991’de 1. Körfez Savaşı ile atıldı. Dünyanın en büyük ikinci pet­rol rezervlerine el konuldu ve Irak, İs­rail için bir tehdit olmaktan çıkarıldı. Savaşın ardından Pentagon oluştur­duğu Çekiç Güç ile bölgenin istikra­rını bozmak için elinden geleni yaptı. Amaç Irak’ı parçalayarak kuzeyde bir Kürt devleti kurmaktı.

Türk Genelkurmayı ve bilhassa Jan­darma Genel Komutanı Org. Eşref Bit­lis bu gelişmeleri önlemek için çeşitli girişimlerde bulundu. Bunun üzerine CIA’nın Türkiye masası şefi Graham Fuller, “Eğer Ankara bu süreci durdur­maya çalışırsa ortaya çıkacak sonuç çok tehlikeli ve masraflı olabilir” dedi. 17 Şubat 1993 günü Bitlis’in uçağı bir sabotaj ile düşürülürken 17 Nisan gü­nü Cumhurbaşkanı Turgut Özal şaibe­li bir şekilde hayatını kaybetti.

31 Mart 1993’te Org. Çevik Bir baş­kanlığındaki bir askerî heyet İsrail’de gizlice bir “güvenlik ve işbirliği” ant­laşması imzaladı. Meclisin iradesi dı­şında Türkiye’nin rotası değişmeye başlamıştı. 1994 Ağustos’unda İsmail Hakkı Karadayı’nın Genelkurmay Baş­kanı olması ve ertesi yıl Çevik Bir’in de Genelkurmay 2. Başkanlığına ta­yini ile Türk Genelkurmayı İsrail ve ABD’nin güdümüne girmiş oldu.

NATO Genel Sekreteri Willy Claes, 1995 Şubat’ında “İslam köktendincili­ğinin komünizmden daha tehlikeli” olduğunu açıkça ilân ediyor, bu teh­dide karşı Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkeleri (Mısır, Fas, Tunus, İsrail) ile iş­birliği projelerini hayata geçiriyordu. Ülkemizdeki “yeşil tehlike”ye dikkat çeken Claes, “Türkiye’nin fundamen­talistlerin eline geçmemesi için des­teklenmesi gerektiğini” söylüyordu.

1994 ve 1995 yılları Türkiye için oldukça zorlu geçmişti. ANAP, DYP ve DSP’nin yetersizliği ve yolsuzluk­lar sebebiyle halk RP’ye yönelmişti. 24 Aralık 1995 seçimlerinde RP %21,4 oy alarak birinci parti oldu. DYP ile RP’nin bir koalisyon hükümeti (RE­FAH-YOL) için görüştükleri sırada HABİTAT toplantısına katılmak için İstanbul’da bulunan İsrail Cumhur­başkanı Ezer Weizman, “Buna Cum­hurbaşkanı Demirel ve ordu müsaade etmez” demişti.

Buna rağmen 28 Haziran 1996 gü­nü Erbakan Başbakan olarak 54. hü­kümeti kurdu. Koalisyon ortağı Tan­su Çiller ile uyumlu bir şekilde çalışan Erbakan’ın en büyük hedefi Türkiye’yi İsrail ve ABD’nin güdümünden çıkar­maktı. Bu gayesini gerçekleştirmek üzere Ağustos ayı içinde gerçekleştir­diği İran, Malezya ve Endonezya’yı da kapsayan Uzakdoğu gezisi oldukça ba­şarılı geçmişti.

Ağustos’ta katıldığı ilk YAŞ toplan­tısının ardından komutanlara Baş­bakanlık konutunda akşam yemeği verildi. İçki servisinin yapılmadığı ye­mekte Deniz Kuvvetleri Komutanı Gü­ven Erkaya askerî disiplin ve adab-ı muaşeret kaidelerini hiçe sayarak ıs­rarla rakı istedi. Garsonların “içki ser­visimiz yok” demesi üzerine, emir su­bayını dışarı gönderip rakı aldırttı ve ertesi gün bu hadiseyi bir marifet gi­bi basınla paylaştı. Böylece “çağdaşlık/ laiklik-gericilik” tartışması başlamış oluyordu.

Başbakanlık’ta dinî cemaat liderle­rine verilen iftar yemeği ve Bakanlar Kurulu’nun memurların mesai saatle­rini Ramazan’a göre düzenlemesi üze­rine irtica tartışmaları iyice alevlendi.

Bu dönemde Tuğgeneral Doğu Si­lahçıoğlu ilçe belediyesinin yetki ve sorumluluğunda olmasına rağmen Sultanbeyli’nin en büyük caddesi olan Fatih Caddesi’nin levhasını kal­dırıp yerine Atatürk Caddesi levhası­nı yerleştirdi. Ayrıca meydanda belir­lediği bir yere Atatürk heykeli diktirdi ve heykelin açılış merasiminde görev alan askerlere süngü taktırdı.

 Bunun ardından Karadayı başkan­lığında oluşturulan “Darbe Konseyi” 22-25 Ocak 1997 tarihleri arasında Göl­cük Donanma Komutanlığı’nda gizli bir toplantı düzenledi. Bu toplantıda komutanlar REFAH-YOL hükümetinin düşürülmesi ve “irtica” ile mücadele için bir eylem planı hazırladılar. 4 Şu­bat’ta tankların Sincan’da yürümesiy­le ok yaydan çıkmış oldu. İşin ilginç tarafı, tankların yürütülmesi emrini Karadayı’nın iznini almadan Çevik Bir vermişti. İleride amacını açıklarken, “Sincan’da demokrasinin balans ayarı­nı yaptık” diyecekti.

Erbakan ise 18 Şubat günü RP Mec­lis grubunda yaptığı konuşmada şun­ları söylemişti: “Milletin inancı ve başörtüsü ile uğraşmak gerici bir tu­tumdur. Laiklik adına din düşmanlığı yapmaktır. Eski Halk Partisi zihniyeti sona erdi. Bunun aksini düşünenlerin devri bitmiştir. Kendi inancını şiddet ve zorla başkasına kabul ettirmeye ça­lışmak da laikliğe aykırıdır.”

28 Şubat günü 9 saat süren MGK toplantısı yapıldı. Başta Güven Erka­ya ve Teoman Koman anayasaya göre amirleri olan Başbakan ve hükümeti­ne baskı uygulayarak Darbe Konse­yi’nin hazırladığı 18 maddeyi zorla ka­bul ettirdiler. Ertesi gün komutanlar İran sınırına giderek akıllarınca bu ülkeye gözdağı verdiler. Kartel med­yasının büyük bir kısmı askere alkış tutarken hadiselere sağduyu ve cesa­retle yaklaşan bir avuç demokrat ya­zardan biri olan Ali Bayramoğlu 1 Mart 1997’de şunları kaleme almıştı:

“Olan oldu. Askerî muhtıra fiilen verildi. Darbe fiilen gerçekleştirildi. Bu kez TSK mektup ve silah kullanma­dı; basını kullandı. Bugün yaşananlar bir askerî müdahalenin güncelleştiril­miş hâlinden başka bir şey değildir.”

Başbakan yardımcısı Çiller 16 Nisan 1997 günü Genelkurmay Başkanı Ka­radayı’nın ziyaretine gitti. Karadayı’ya bir grup paşanın hükümet ve meclis üzerinde kurduğu bu tahakküme der­hal son vermelerini söyledikten son­ra, “Böyle giderse bazı paşaları emekli ederiz” dedi. Ancak Çiller’in bunu ya­pabilecek gücü olduğuna inanmayan Karadayı, “Elinizden geleni ardınıza koymayın” diye karşılık verdi.

Genelkurmay Başkanlığı’nın Nisan sonlarına doğru yurt içi ve yurt dışı basının, iş adamlarının, bürokratla­rın akredite olanlarına ayrı ayrı verdi­ği brifinglerde TSK’nın önceliklerinin değiştiği vurgulanıyor, iç tehdit olarak irticanın terörle birlikte değerlendiril­diği, hatta terörün de önüne geçtiği açıkça ifade ediliyordu.

Netice itibariyle NATO’daki konsept değişikliğine paralel olarak Türkiye’de de Millî Askerî Stratejik Konsept’in (MASK) değişikliğine şahit oluyorduk. Türkiye’nin bir numaralı baş belası PKK ikinci planda kalırken “irtica” bi­rinci tehdit düzeyine yükseltildi. İrti­ca yaftasıyla Kur’an kurslarına, İmam Hatip okullarına, üniversitelerdeki ba­şörtülü öğrencilere, hatta İslamî has­sasiyete sahip bütün kurum ve kuru­luşlara yönelik bir sürek avı başladı. Bu sisli ortamdan faydalanmak iste­yen Demirel de laiklik propagandası­na katılacaktı.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vu­ral Savaş 21 Mayıs 1997’de, “RP’nin la­iklik prensibine aykırı eylemlerin oda­ğı hâline geldiği” gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurarak kapatma davası açtı. Ardından Genelkurmay Başkanlığı başta Anayasa Mahkeme­si üyeleri ve Yargıtay Başsavcısı olmak üzere yüksek yargı mensuplarının ta­mamını 10 Haziran’da brifinge davet etti. Böylece Genelkurmay “Postmo­dern Darbe” için son noktayı koymuş oldu. Aslında Genelkurmay açıkça ana­yasa ve kanunları çiğniyordu. Çünkü Anayasanın 138. maddesinde “Hiçbir organ, makam ve merci yargı yetkisi­nin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez, genelge gönderemez, tavsiye ve telkin­de bulunamaz” denilmekteydi.

Başında Çevik Bir’in bulunduğu “Batı Çalışma Grubu” (BÇG) tarafından hazırlanan brifingde başbakan, ba­kanlar, meclis üyeleri, valiler, kayma­kamlar, emniyet müdürleri, işadamla­rı, Diyanet İşleri irticayla damgalandı. BÇG’nin hazırladığı “Siyasi İslamın Ya­yılması” raporuna göre Türkiye’nin %66’sını kapsayan sağ partilere oy ve­ren vatandaşlar “tehdit” olarak tanım­lanmıştı.

Demirel’den darbecilere destek

28 Şubat’çılar ile hükümet arasında­ki sürtüşmeler her geçen gün artıyor­du. 28 Şubat dayatmalarından biri de 8 yıllık kesintisiz eğitimdi. Böylelikle İmam Hatip Liseleri’ni (İHL) görünüşte olmasa bile fiilen bitirmek istiyorlardı.

REFAH-YOL hükümeti oyunları dur­durabilmek ve tansiyonu biraz düşür­mek için başbakanlığı Tansu Çiller’e devretmeyi kararlaştırdı. Erbakan is­tifasını Cumhurbaşkanı’na sundu. De­mokratik teamüllere göre Demirel’in görevi Çiller’e vermesi gerekiyordu an­cak öyle olmadı. Hükümeti kurma gö­revi Meclisin üçüncü partisinin lideri Mesut Yılmaz’a verildi. Bunun üzeri­ne Çiller, Demirel’i “Çankaya Darbesi” yapmakla suçlayacaktı.

Diğer darbelerden farklı olarak 28 Şubat’ta zırhlı birlikler yerine medya kullanılmıştı. Darbenin 3 hedefi var­dı:

1) Refahyol Hükümetini yıkmak,

2) Yeni Hükümeti kendi vesayetleri altına almak,

3) MGK’da belirlenen 18 maddeyi uygulatmak.

Mesut Yılmaz’ın kurduğu 55. hükü­met döneminde başta 8 yıllık kesinti­siz eğitim ve başörtüsü yasağı olmak üzere 28 Şubat cuntasının bütün ta­limatları uygulandı. Böylece İHL’le­rin orta kısımları fiilen kapatılırken YÖK’ün katsayı uygulamasıyla ilahi­yatların dışında hiçbir fakülteye gir­me imkânları da kalmamıştı.

Başörtüsü artık irticanın sembolüy­dü, dolayısıyla başörtülüler okullara sokulmuyordu. Yine bu dönemde BÇG terörle mücadele amacıyla ithal ettiği ağır silahları TSK’ya devretmesi için Emniyet’e baskı yapıyordu. Nihayet Anayasa Mahkemesi RP hakkındaki kararını Ramazan ayına denk gelen 16 Ocak 1998 Cuma günü açıkladı. Türki­ye’nin en büyük partisi kapatılırken Erbakan’a siyaset yasağı getirildi. Ka­rarın ardından Washington Post şu yo­rumu yapmıştı:

“TSK ile mevcut hükümetin RP’ye karşı sürdürdüğü mücadele bitti.”    

Öte yandan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdo­ğan, Siirt’te okuduğu Ziya Gökalp’in mısraları sebebiyle 20 Nisan 1998’de 10 ay hapse mahkûm edildi. Oysa mah­keme bu şiiri üç profesörden oluşan bi­lirkişi heyetine inceletmiş ve bir suç unsuruna rastlanmamıştı. Savcı da raporunda suçun oluşmadığı ifade et­mişti. CNN International bu gelişme karşısında “Tayyip Erdoğan, ordunun İslamcıları sindirmek için hedef gös­terdiği kişilerdendi” ifadesini kullana­caktı.

Ne hikmetse Eylül sonunda Ka­ra Kuvvetleri Komutanı Org. Atilla Ateş’in Hatay’da Suriye’nin PKK’ya des­tek verdiğini söylemesi üzerine Tür­kiye-Suriye ilişkileri sertleşti. Orta­da planlı bir politika değişikliği vardı ancak bundan o sırada Başbakan olan Bülent Ecevit’in haberi yoktu. Bir sü­re sonra Öcalan’ın gizlice Kıbrıs Rum kesimi üzerinden Rusya’ya ve ardın­dan İtalya’ya gittiği anlaşıldı. 16 Şubat 1999 günü Türkiye şok bir haberle sar­sıldı. Uzun süredir haber alınamayan Abdullah Öcalan Kenya’dan Ankara’ya getirilmişti. Olaylardan en son haber­dar olan Başbakan Ecevit ise son dere­ce şaşkındı.

28 Şubat’ın rantını Ecevit ve DSP topladı. 18 Nisan 1999’da yapılan ge­nel seçimlerden DSP %22 oy oranı ile birinci, MHP %18 ile ikinci parti ola­rak çıktı. Ayrıca 18 Nisan seçimlerin­de 75 yıllık Cumhuriyet tarihimizde ilk defa MHP ve Fazilet Partisi’nden birer başörtülü bayan milletvekili se­çilmişti. Adaylar Yüksek Seçim Kuru­lu’na verdikleri belgelerde başörtülü fotoğraflarını kullanmışlar ve bunda bir problem görülmemişti. Ancak 2 Mayıs günü mecliste yapılan yemin tö­reni sırasında Merve Kavakçı meclise­başörtüsüyle girince sert bir biçimde protesto edildi. DSP’li milletvekilleri Kavakçı’ya tepki gösterirken Başbakan Ecevit, “Bu hanıma haddini bildirin” diye bağırıyordu.

Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yük­sel hemen Merve Kavakçı hakkında “Halkı din, mezhep, sınıf ve bölge far­kı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça kışkırtmak” suçunu öngören TCK’nın 312/2. maddesi uyarınca inceleme baş­lattı. Danıştay Başkanı Erol Çırakman Danıştay Dava Daireleri Genel Kuru­lu’nun “görevine türbanla gelmekte ıs­rar edenlerin uyarılmadan kamu göre­vinden çıkarılması” kararının TBMM için örnek teşkil edeceğini açıkladı. Nihayet 30 Mayıs’ta Malatya’da başla­yan “Başörtüsü davası”nda 51 kişi hak­kında idam talebinde bulunuldu. Bu ortamda Ecevit Başbakanlığındaki 57. DSP-MHP-ANAP koalisyon hüküme­tinin ilk icraatlarından biri Bakanlar Kurulu kararı ile Kavakçı’yı vatandaş­lıktan çıkarmak olacaktı.

“Gerekirse 1000 sene…”

17 Ağustos 1999 Körfez depremi de­rin devletin ve hükümetin makyajını bozdu deyiş yerindeyse. Depremle bir­likte 57. hükümet de enkazın altında kalmıştı. Depremzedelere yardımda başta İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyeleri olmak üzere yerel yöne­timler, vakıf, dernek ve sivil toplum örgütleri mükemmel bir organizasyon sergilediler. Türkiye’de depremden sonra derin devletin değil, derin mil­letin daha güçlü olduğu görüldü. Bu gerçeği yabancı gazeteciler de fark et­mişti. The Economist “4 gün devlet ade­ta yoktu. Bu depremden sonra Türki­ye’de özgürlük ve demokraside daha fazla açılım olacak” ifadelerine yer ve­riyordu.

Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıv­rıkoğlu depremden sonra sivil toplum örgütleri, vakıf ve derneklerin halk ta­rafından takdir toplayan faaliyetlerin­den oldukça rahatsız oldu ve bunları irticaya bağlayarak 26 Ağustos günü şu değerlendirmede bulundu:

“28 Şubat bitmiştir şeklinde yakla­şımlarla karşılaşıyoruz. 28 Şubat bir süreçtir; 1923’te başlamıştır ve bu ta­rihten bu yana irticaya endeksli olarak sürmektedir. 28 Şubat gerekirse 10 se­ne sürecektir. Bu gerekirse 100 sene, gerekirse 1000 sene devam edecek bir süreçtir.”

Öte yandan stratejik ortağımız ol­duğunu ileri süren ABD’nin Irak’a uy­gulattığı ambargo nedeniyle Türkiye yılda yaklaşık 3 milyar dolarlık zara­ra uğramıştı. Buna mukabil ambargo nedeniyle oldukça zor günler yaşayan Saddam Hüseyin’in, “Irak, kardeşi Tür­kiye’ye bu felaketten dolayı ABD’den daha fazla yardım yapacaktır” diyerek Türkiye’ye 10 milyon dolarlık petrol hibe ettiğini hatırlayalım.

28 Şubat’çıların politikaları sonucu Türkiye ekonomisi batağa saplanmıştı. 19 Ekim günü CNN Türk’e bir demeç veren IMF Başkan Yardımcısı Stanley Fischer, Türkiye’yi “Hasta” olarak ni ni­telendiriyordu: “Türkiye yolun sonu­na gelmiştir. Bu ekonomiyle daha faz­la gidemezsiniz.” Doğru söze ne denir? Türkiye Özal’ın hayatta olduğu 1992’de faize 4 milyar dolar öderken, 1999’da tam 25 milyar dolar ödemişti.

Bir müddet sonra Ecevit rayından çıkan ekonomiyi düzeltmesi için Dün­ya Bankası’nda uzman olarak çalışan Kemal Derviş’i transfer etti. Ecevit’e bu ismi Stanley Fischer ve ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Pearson tavsiye etmişti. Derviş ABD ve IMF’nin adeta bir sömürge valisi gibiydi. 15 Ma­yıs’ta IMF Kemal Derviş’in hazırladığı “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”nı ve Türkiye’ye vermeyi planladığı kre­di paketini onayladı. Buna göre Türki­ye’ye toplam 19 milyar dolar kredi ve­rilecekti.

IMF 2002 yılından itibaren 18. Stand By Anlaşması’nın imzalanması şartıy­la 10 milyar dolar daha borç vereceği­ni açıkladı. Böylece Türkiye’nin borcu yaklaşık 30 milyar dolara yükselecek­ti. Ancak antlaşmanın yürürlüğe gir­mesiyle IMF hemen hemen her hafta      

Kemal Derviş vasıtasıyla hükümete ve meclise yeni bir şey dayatmaya başla­dı. Derviş, “Türkiye’ye 30 milyar dolar veren IMF 24 saat Türkiye’yi izliyor” derken, IMF’nin istediği doğrultuda 21 civarında temel kanunun çıkartıldığı­nı söylüyordu. İşte bu dönemde Dick Morris’in Fox TV’de şu yorumu yapma­sı dikkat çekiciydi: “Arap ülkelerinin Irak konusunda destek vermemele­ri önemli değil. IMF bizim için Türki­ye’yi satın aldı. Oradan her istediğimi­zi yaparız.”

28 Şubat sürecinin etkisiyle Anado­lu halkı 3 Kasım 2002 seçimlerinde bü­yük bir sürpriz yaptı. DSP’nin oy ora­nı %21,2 den %1,2’ye düşerken MHP, ANAP ve DYP baraj altında kalmıştı. 15 ay önce kurulan AK Parti ise %34 oy oranı ile meclise 363 milletvekili sok­mayı başarmıştı. Bu durum Türk hal­kının her darbe sonrasında darbecile­re verdiği tarihî derslerden biri olarak tarihe geçecekti.        

Müellif: Mustafa İnal (Emekli albay) / Kaynak: Derin Tarih Şubat 2017

 

 

 

 

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.