Sosyal Medya

Avrupa gelecek vizyonunu İslam karşıtlığı ve aşırı sağ üzerine inşa ediyor

Avrupa’nın büyük bir eşiği atlamak üzere olduğunun altı çizilebilir. Bu eşik, bütün kurumları yavaş yavaş yıkılan modernitenin, henüz devri son bulmadan, kendine has yöntemlerle bundan sonrasının Avrupasını tanzim edecek son bir büyük hamle yapacağı eşiktir. Avrupa, modern zamanlara ait bir tanzim edici refleksi devreye sokan siyasal bir akılla, bundan sonra gelecek olan Avrupalı toplumları azınlıkta kalmış ve kısmen dönüşmüş olmaktan muhafaza etmek istiyor.



Avrupa kamuoyu 2020 yılının Åžubat ayının üçüncü haftasına yoÄŸun bir gündemle girdi. Vitrinde yer alan haberler arasında ilk sırayı ise hiç ÅŸüphesiz koronavirüs hadisesi aldı. Bununla birlikte aşırı saÄŸ ve yabancı karşıtlığı gibi konular, koronavirüs haricinde bir ÅŸeyler okumak isteyenlerin en fazla ilgi göstereceÄŸi gündemi oluÅŸturdu.
 
Pazartesi günü gazetelerde yer alan habere göre, Almanya’da 2019’un Eylül ayında kurulan “Grup S” isimli aşırı saÄŸcı bir terör örgütü çökertilmiÅŸ, düzenlenen operasyonla grup üyeleri tutuklanmıştı. Yapılan açıklamalarda, söz konusu örgütün Müslümanlara yönelik saldırı hazırlığında olduÄŸu, alınan istihbarat çerçevesinde operasyon düzenlendiÄŸi bilgisine yer verilmekteydi.
 
Ertesi gün “Radikal Ä°slam'la Mücadele Planını" açıklayan Fransa CumhurbaÅŸkanı Emanuel Macron’un açıklamaları gündemde ön plana çıktı. Macron, Ä°slamiyet’e karşı olmadığını ancak Ä°slami deÄŸerlerin Fransa’da yerinin olmadığını, dolayısıyla Fransa’nın laiklik ilkesiyle tutarlı bir Ä°slam anlayışı için çalışacaklarını söyledi. Macron’un mücadele edilecekler listesinde sıraladığı maddelerin çoÄŸu bireysel dindarlık kalıpları içinde yer alan ÅŸeylerdi. Buna mukabil Macron, söz konusu bireysel tercihlerin Fransa’nın deÄŸerler sistemiyle uyumsuz olmasını bahane ederek, dönüÅŸtürüleceklerinden bahsetti. Hemen akabinde Fransa içiÅŸleri bakanı, ülkeye yabancı imamların gelmesini engelleyeceklerini ve 2024 itibariyle buna son vereceklerini dile getirdi.
 
ÇarÅŸamba gecesi ise Almanya’nın Hanau ÅŸehrinde yaÅŸanan silahlı saldırı tüm dünyanın gündemine oturdu. Tobias R. isimli aşırı saÄŸcı terörist tarafından iki kafeye silahlı saldırı düzenlendi. Saldırıda 5’i Türk 9 kiÅŸinin can verdiÄŸi ve kaçan saldırganın da evinde annesiyle birlikte ölü bulunduÄŸu ÅŸimdiye kadar aldığımız bilgiler arasında. Ölü sayısının artmasından endiÅŸe ediliyor.
 
Yukarıda alt alta dizdiÄŸimiz hadiselere göz atacak olursak, ilk etapta karşı karşıya geldiÄŸimiz gerçek ÅŸu olacaktır: Avrupa gibi gündemini korkuların belirlediÄŸi bir kıtada, koronavirüs gibi baskın bir gündemi aradan çıkardıktan sonra, alaka bütünüyle yabancılara ve yabancılar sorununun doÄŸal komplikasyonu olarak görülen aşırı saÄŸa yönelmektedir. Bu korkunun bir travma haline gelmesindeki nedenlerin en büyüÄŸü, hiç ÅŸüphesiz 2015 yılında baÅŸlayan ve Avrupa halkının haftalarca kâbus görmesine neden olan mülteci akınıdır. Bu travmanın etkileri halen hissedilmektedir. Bu dönemde Avrupa kamuoyunun birinci gündemi, Libya'dan gelen ve derme-çatma deniz araçlarıyla Akdeniz'i geçmeye çalışarak Ä°talya ve Fransa kıyılarına çıkan mülteciler sorununa bir çözüm bulmaktı. Bu esnada beklenmedik ÅŸekilde Türkiye sınırını geçen, Balkanlar'ı aÅŸarak Macaristan'ın içlerine kadar ulaÅŸan Suriyeli mülteciler, Avrupa kamuoyunun korkularını daha da derinleÅŸtirdi. An itibariyle, ancak koronavirüs salgını gibi dünyayı sallayan bir hadisenin meydana gelmesi halinde yabancılar konusu gündemin ilk sırasından düÅŸüyor; muvakkaten ikinci sırada yer alıp yeniden ilk sıradaki yerine geri dönüyor. Bu durum aşırı saÄŸ reflekslerin her geçen gün daha sert biçimde ortaya çıkmasıyla sonuçlanıyor. Bununla birlikte, Türkler baÅŸta olmak üzere, Müslümanlara yönelik saldırıların sayısındaki artış, gidiÅŸatın nereye olduÄŸunu sorgulatıyor. Bir yanda korkuları giderek derinleÅŸen Avrupa toplumunu, diÄŸer yanda ise sistemin hiç müsaade etmediÄŸi kadar müsaade etmesiyle büyüyen bu agresif dalgayla amaçlanan ÅŸeyin ne olduÄŸunu konuÅŸmakta fayda var.
 
Yeni bin yıl tiranlığı
 
Waller R. Newell “Tiranlar: Gücün, AdaletsizliÄŸin ve Terörün Tarihi” isimli eserinde üç tiranlık tipinin varlığından bahseder. Bunlardan ilki klasik tiranlardır. Bu sınıf tiranlar yönettikleri ülkeyi kendi mülkleri olarak gören ve zevklerini tatmin için topluma eziyet etmekten geri durmayan tipte yöneticilerdir. Newell’in önerdiÄŸi ikinci tiranlık tipi reformcu tiranlıktır. Toplumun yararı için bir dönüÅŸüm yaptıklarına inanan bu tiranlar, meydana getirdikleri bir taraftar kitlesinin desteÄŸiyle reform hareketleri yürütürler. Üçüncü tiranlık tipi ise bu iki tiranlık tipinin çok ötesinde bir dönüÅŸtürücülüÄŸü amaçlamaktadır. Ä°lk iki tiranlık tipi antikadan günümüze deÄŸin var olmuÅŸ tiranlık tipleriyken, bu tiranlık tipi modern bir tiranlık tipidir ve geleceÄŸin toplumunu oluÅŸturmak ve bir ütopyayı hayata geçirmek için temelden bir dönüÅŸümü amaçlar. GeleceÄŸin ideal dünyasını meydana getirmenin yolu bugünün dünyasını ve dünyanın düzenini dönüÅŸtürmekten geçer. Perikles’in cenaze söylevinden hareketle Newell, tiranlık için mutlak olarak bir tiranın varlığına ihtiyaç olmadığı tespitinde bulunur. Toplumlar baÅŸlarında bir tiran olmadan da tiranlığa dönüÅŸebilir.
 
Bu kaba tasviri, ilgilenenlerin kitabı okumaları önerisiyle kısa kesmeli ve yukarıdaki resmin Avrupa’nın aktüel durumuyla alakasına deÄŸinmeliyiz. Avrupa’dan bahisle bir tiranlıktan bahsetmek akıl ve mantıkla baÄŸdaşır ÅŸey olmadığı için, son sözü önce söyleyerek, böyle bir iddiada bulunmayacağımızın altını çizmeliyiz. Buna mukabil yaÅŸanan birtakım hadiseler ve bu hadiseler esnasında ortaya konulan yaklaşımlar, bizlere imkânsız gördüÄŸümüz analojilerin mümkün olup olmadığı sorusunu sorduruyor. Bir tarafta aşırı saÄŸa karşı son derece toleranssız olmasıyla övünen Almanya’nın aşırı sağın son yıllardaki yükseliÅŸine müsamahakâr davranan siyasal atmosferi, diÄŸer tarafta ise bireylerin hareketlerini tanzim etmeye niyet ettiÄŸini açıklayan Fransa cumhurbaÅŸkanı var. Böyle bir ortamda Avrupa trenini çeken bu iki lokomotifin rotayı nereye çevirdiÄŸi ister istemez sorgulanıyor.
 
Macron’un “Kadın eli sıkmayan Müslüman erkek ve erkek doktora görünmeyen Müslüman kadın” örneklerini Fransa’da istenmiyor ilan ediÅŸi, bizlere ister istemez Foucault’nun “pastoral güç” olarak adlandırdığı ÅŸeyi ve bu güce dayalı olarak inÅŸa edilmiÅŸ iktidar tipini hatırlatıyor. Macron bir taraftan Fransız tipi laikliÄŸin önemini vurgularken diÄŸer yandan Orta ÇaÄŸ Kilisesi’nin hak iddia ettiÄŸi bir yetkiyi, yani ruhlara rehberlik etmek ve ideal davranış normlarını bireylere dayatmak gibi bir yetkiyi kullanmak istiyor. Ä°nsanlara iyi ve kötü davranış biçimlerinin hangileri olduÄŸunu ve Fransa’da bulunmak için bireysel tutumlara çeki-düzen vermesi gerektiÄŸini söyleyen iradenin karşımıza Fransa cumhurbaÅŸkanı olarak çıkması oldukça ÅŸaşırtıcı. Zira söz konusu tutum ancak bir rahip tarafından, kilisede bulunmak için riayet etmeniz gereken adab-ı muaÅŸeret kuralları hatırlatılırken takınılır cinsten bir tutumdur. Bu noktada Fransızların medeniyet tasavvurlarını ve kendilerini diÄŸer bütün dünya medeniyetlerinden üstün gören anlayışlarını yad etmekte fayda vardır. Bu anlayış, tüm dünyanın fevkinde bir medeniyet bulunduÄŸunu, fakat bu medeniyetin entegre olmayı bilmez göçmenler tarafından tehlikeye atıldığını kabul ettiÄŸi demde, en büyük silahlarından biri olan aÅŸağılama ve kültürel asimilasyonu devreye sokmakta bir beis görmüyor.
 
Benzer kaygıların Almanya’da da var olduÄŸunun altını çizmeliyiz. Fakat Almanların Fransızlar kadar mütehakkim bir aklı olduÄŸunu ve tüm dünyadan üstün bir medeniyete sahip olduklarını iddia etmek, Alman anlayışına haksızlık etmek olacaktır. Aksine Almanlar kültürel çeÅŸitliliÄŸe inanan ve her kültürü bir ÅŸekilde kabul eden bir sosyal algıya sahiptir. Burada Alman aklının asıl korktuÄŸu ÅŸey, kültürel çeÅŸitlilik içinde Alman kültürünün bölgesel olarak yok olma derecesine inme ihtimali. Pek çok bölgede lokal kiliselerin kapanması yahut birleÅŸtirilmesi, buna karşın bu bölgelerde her geçen gün yeni camilerin açılması, camilerin nefret objesi olarak sunulmasıyla sonuçlanan tartışmaları beraberinde getiriyor. Neticede Alman kamuoyu günaşırı cami kundaklanması, duvarlarına nefret sloganları yazılması, kapısının önüne domuz kellesi bırakılması gibi haberlerle meÅŸgul oluyor. Hal böyle olunca, ister istemez sorulan soru “Nasıl oluyor da bu hadiseler Almanya’da yaÅŸanabiliyor?” oluyor. Zira Alman siyasal sistemi aşırı saÄŸa yol vermeyecek kadar müteyakkız olmasıyla tanınmaktadır. Bir zamanlar Neonazi NPD’ye toleransla yaklaşılmış olmasının yegâne izahı, NPD’nin sistemi dönüÅŸtüremeyecek kadar azınlıkta bir marjinal hareket olarak görülmesiydi. Bunun haricinde aşırı saÄŸcılığı intaç eden her türlü politik söylemin üzerine gidileceÄŸi dillendirilmekteydi. Durumun hiç de öyle olmadığı, 11 Eylül sonrası Almanya’da her geçen gün büyüyen Ä°slamofobik dalgayla gün yüzüne çıktı. Almanya, giderek kontrolsüzce büyüyen Müslüman toplulukları kontrol altına alamadığı demde, marjinalize ederek en azından siyasal sistemden belli bir uzaklıkta tutmayı amaçlayan bir siyasal ortama sahip. Söz konusu insanlar Almanya’da yaÅŸadıklarına ÅŸükretmesi gereken ve Alman vatandaşı olsa da siyasal taleplerden mümkün mertebe uzak durması gereken insanlardır. Bu sebepledir ki sayıları milyonlarla ölçülen Türk kökenli Almanlar, halen Almanya içinde politik bir duruÅŸ ortaya koymaya cesaret edememektedir.
 
Fransa ve Almanya’nın benzer sorunlara eÅŸ zamanlı olarak farklı çözüm çabalarıyla yaklaşıyor olmaları, Avrupa’da hâkim olan hissiyatı anlamamıza olanak saÄŸlar. Bir yanda toplumun çıkarı için aşırı saÄŸ ÅŸiddetin önünü açan bir akıl, diÄŸer yanda ise bireysel hayata müdahale ederek fertlerin dönüÅŸümünü gerçekleÅŸtirmeyi önceleyen bir akıl karşımızda duruyor. Her ne kadar öyle olduÄŸunu iddia etmesek de insan ister istemez bundan sonrasının Avrupasını tanzim etmeye ahdetmiÅŸ yeni bir binyılcı (millenialist) akıl ile karşı karşıya olup olmadığımızı sorguluyor. Binyılcı tiranlığı hatırlatır ÅŸekilde, toplumun refahı uÄŸruna ÅŸiddetin geliÅŸmesine yol açmak ve geleceÄŸin dünyasına layık olacak bireyin hayatını evinde de tanzim etme çabaları, Avrupalı deÄŸerlerle örtüÅŸmeyen ÅŸeylerdir. Bu bakımdan en azından halen idealist bir söylemde bulunan Avrupa BirliÄŸi’nin ve bu birlikte başı çeken iki ülkenin böyle bir düzen kurmadığını kabul etmek durumundayız. Bu kabul hepimizi rahatlatacaktır. Bununla birlikte söz konusu aklın, binyılcı dönüÅŸtürücü aklı yer yer modellediÄŸini söylemek de hakkımız olsa gerektir: “O olmasa da metotlarına baÅŸvuruyor!”
 
Hûlasa edecek olursak, Avrupa’nın büyük bir eÅŸiÄŸi atlamak üzere olduÄŸunun altı çizilebilir. Bu eÅŸik, bütün kurumları yavaÅŸ yavaÅŸ yıkılan modernitenin, henüz devri son bulmadan, kendine has yöntemlerle bundan sonrasının Avrupasını tanzim edecek son bir büyük hamle yapacağı eÅŸiktir. Avrupa, modern zamanlara ait bir tanzim edici refleksi devreye sokan siyasal bir akılla, bundan sonra gelecek olan Avrupalı toplumları azınlıkta kalmış ve kısmen dönüÅŸmüÅŸ olmaktan muhafaza etmek istiyor. Bunu baÅŸarıp baÅŸaramayacakları sorusunun cevabı, Avrupalı devletlerin kararlılığından ziyade, bu dönüÅŸtürme çabalarının muhatabı olacak Müslümanlara baÄŸlı. Müslümanların ne oranda reaksiyon göstereceÄŸi ve direnebileceÄŸi, bundan sonrasının Avrupasını ÅŸekillendirmede birincil faktör olacak. Bekleyip göreceÄŸiz.
 
 
Müellif: Dr. Taceddin Kutay (Türk-Alman Üniversitesi’nde araÅŸtırma görevlisi) / Kaynak: Anadolu Ajansı-Analiz

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.