Sosyal Medya

Tarihi Romanlarla Aranız Nasıldır?

Tarihi romanı, tarihte yaşanmış bir gerçeklikten hareketle kaleme alınan, kendi içerisinde bir tutarlılığı bulunan, hem tarihi hem de kurmaca şahısların yer alabildiği bir roman türü olarak tanımlamak mümkündür. Tarihi sıkıcı bulan okurlara tarihi sevdirebilir, fakat sorumluluk da gerektirir. Okunması keyifli seçtiğimiz 10 tarihi romanı, haberimizin içeriğinde sizlere alternatif olarak sunuyoruz



Tarihi gerçekliklerle uyuÅŸması, nitelikli olması gerekir. Tarihi romanları iki gruba ayırabiliriz. Ä°lki tarihsel gerçekliklerden hareketle kaleme alınan romanlar ki hem gerçek tarihi kahramanlar hem de yazarın hayal dünyasının ürünü olan kurmaca ÅŸahıslar yer alır. Ä°kinci grup ise, hiçbir gerçeklik iddiası olmayan ve tarihi öyküsüne fon yapan romanlardır.

1. Ahmet Mithat Efendi (1844 – 1912) – Dünyaya Ä°kinci GeliÅŸ Yahut Ä°stanbul’da Neler OlmuÅŸ, 1903
 
 
Türk Edebiyatı’nda tarihi dönemlere ve olaylara ayna tutması baÄŸlamında hikaye ve roman yazarı olarak tanınanların başında Ahmet Mithat Efendi gelir. Eser, 1873-1874 yılları arasında tefrika edilir. Romanda, III. Selim’in zamanından baÅŸlayarak II. Mahmut yıllarına uzanan Osmanlı tarihinde Nizam-ı Cedit ve Yeniçeri Ocakları arasında yaÅŸanan çekiÅŸme, bir aÅŸk vakası etrafında anlatılır.
 
“Dört seneden beri Ä°stanbul’un periÅŸan hali artık derece-i lazimesini bulmuÅŸtu. Vaz ve tertip olunan Nizam-ı Cedit, Yeniçeriler tarafından bir nazar-ı nefretle görüldüÄŸü halde hükümet-i seniye a’dası bulunan ecnebilere talimli askeden baÅŸka hiç bir ÅŸey ile mukabele mümkün olmadığı fikr-i sevabında sebat göstererek senebe-sene muntazam askeri tezyit eyledikçe Yeni­çeriler’in dahi o nisbette ÅŸiddetleri munzam olurdu. Ä°ki asker beyninde o kadar zıddiyet vardı ki Yeniçeriler’den birinin bir münazara esnasında tehevvürle ‘HaÅŸa Moskof olurum da Nizam -ı Cedit olmam’ dediÄŸi tevarihte mukayyettir.”
 
2. Safiye Erol (1902 – 1964) – CiÄŸerdelen, 1946
 
 
Safiye Erol’un destana yaklaÅŸan ahenkli üslubu ile yazdığı CiÄŸerdelen ve diÄŸer romanlarında en temel duygu aÅŸktır. Safiye Erol bir röportajında en sevdiÄŸi eseri sorulur ve CiÄŸerdelen yanıtını verir. Nedeni sorulduÄŸunda ise “Deldi, deldi de ondan. Bunu yazarken oniki kilo kaybettim. Ä°ki defa bayıldım ve bitirince hasta yattım” der. CiÄŸerdelen iç içe geçmiÅŸ hikayelerden oluÅŸur, asıl hikayede 1940’lı yıllarda romanın kahramanı Turhan’ın aÄŸzından Cangüzel’e duyduÄŸu büyük aÅŸk anlatılır. Cangüzel’in yazdığı iç hikaye ise on altıncı ve on yedinci yüzyıla uzanır, sınır boylarında Osmanlı hayatından kesitler sunar.
 
“Yurdum dedikçe gözümün önüne hep güvercinler ve leylekler gelir. Camilerinden, ÅŸadırvan çeÅŸmelerinden, hamamlarından, hanlarından ziyade kuÅŸlarının kalbime yuva yapması nedendir, bilmem. Belki yurduma baÄŸlı bin bir hatıra ve efsaneyi bana hatırlattıkları için… ‘Evvel zaman içinde kalbur saman içinde…’ sözleriyle baÅŸlanabilecek bütün o masallar veya hakikatler -farkı ne ki, deÄŸil mi geçmiÅŸ aÅŸk ve güzellik, esrar, macera, kahramanlık doludur. Ä°ÅŸte hep biliriz ki güvercin sevda, leylek de esrar kuÅŸudur. Yurdum, tarih boyunca kah ÅŸarkın kah garbın davasını benimseyen Trakların yurdudur.”
 
3. Nahit Sırrı Örik (1895 – 1960) – Sultan Hamid DüÅŸerken, 1947
 
 
Cumhuriyet Dönemi’nin ilk yıllarında yetiÅŸen yazarlar arasında kendine özgü dili ve üslubu ile dikkat çeken, hemen her edebi türde eser veren ve Türk Edebiyatı’na pek çok yapıt kazandıran Nahit Sırrı Örik, Sultan Hamid DüÅŸerken’de Türk toplumunun önemli deÄŸiÅŸim evrelerinden biri olan Ä°kinci MeÅŸrutiyet döneminin çalkantılı siyasal yaÅŸamı içeresindeki deÄŸiÅŸik toplumsal katmanlardan bireylerin hem siyasi mücadelelerine hem de davranışlarına, bilinç durumlarına ve kiÅŸilik özelliklerine odaklanır. Romandaki kiÅŸiler bu siyasi mücadelenin çeÅŸitli taraflarını temsil etmek üzere, kiÅŸilik özellikleri, tutkuları, arzuları, zayıflıkları, iç hesaplaÅŸmaları ve akıl yürütmeleri içinde ortaya konmuÅŸtur.
 
“Nimet omuzlarını silkti. Åžu halde meclis, Sultan Hamid’in açış nutkunda zaten temenni ve tavsiye etmiÅŸ olduÄŸu veçhile “Ayanın tasdikine layık” nutuklar hazırlayacak, etliye sütlüye karışmayacak bir meclis, bir nevi ÅŸurayı devlet olacaktı. O meclis sıralarının birinde de Åžefik sessiz oturacak, emir mucibince el kaldırıp indirecek, karısının telkinleriyle Ä°ttihat ve Terakki’den uzaklaÅŸtığı için sürgünleri boylamadığına teÅŸekkür ede ede gidip gelecekti ve böyle bir meclisin toplantılarını tafsilatıyla dinlerse Nimet’i sıkıntıdan uyku bastıracaktı. Sofrada idiler, […] Nimet bundan sonra, bu adamla geçecek hayatın düzlüÄŸünü, manasızlığını düÅŸündü. Gecenin birkaç saatinde bu adamın verdiÄŸi saadetten hafızasında sabahla beraber hiçbir ÅŸey kalmıyordu. Ve bu adam günden güne ehemmiyeti azalarak sadece bir iç güveyi, ailesi meydana çıkarılmaktan, ailesinin adı anılmaktan utanılacak bir iç güveyi olacaktı. AkÅŸamları sessiz gelecek, terliklerini giyip sessizce oturacak, baÅŸka hiçbir kadına yan gözle bakmaya cesaret edemeyeceÄŸi zaten bunu hatırına da getirmediÄŸi için sevgisi de mutlaka yakında bezginlik verecekti.”
 
4. Tarık BuÄŸra (1918 – 1994) – Küçük AÄŸa, 1963
 
 
Tarık BuÄŸra edebiyat dünyasına her ne kadar hikayeleriyle girse de romancı kimliÄŸiyle öne çıkmıştır. Küçük AÄŸa’da Tarık BuÄŸra, KurtuluÅŸ Savaşı yıllarında Anadolu’yu, onun baÄŸrından çıkan, onu çok iyi tanıyan ve ona karşı kalbi sevgi dolu bir yazarın bakış açısıyla anlatmıştır. O, büyük bir imparatorluÄŸun acı sonunu ve onun küçük bir sembolü diyebileceÄŸimiz bir Anadolu kasabasını ve çevresini, orada yaÅŸanan dramatik ve trajik olayları, gerçeÄŸe uygun bir ÅŸekilde dile getirmiÅŸtir. Küçük AÄŸa’yı Milli Mücadele’yi konu edinen diÄŸer romanlardan ayıran önemli özelliklerinden biri de budur. Tarık BuÄŸra’nın kendi deyiÅŸiyle Küçük AÄŸa, destanlara yakışır bir konuyu ele almasına raÄŸmen, destan deÄŸil, gerçekliÄŸi anlatan bir romandır.
 
“Karargah, istasyonun otuz adım kadar sağındaki hükümet konağında kurulmuÅŸtu. Tevfik Bey ise, konaÄŸa bitiÅŸik iki katlı evde yatıp kalkıyordu. Odanın pencereleri güneye doÄŸru ekip biçmeye pek elveriÅŸli bir sırt halinde uzanırken bir vadiden sonra birdenbire keskin ve sarp kaya blokları ÅŸeklini alıveren tepelere bakıyordu. Soldaki büyük misafir odasında konaÄŸa açılan bir kapı vardı. Asma bir merdivenle küçük avluya inilirdi. Avluda ahırlar, kümesler vardı, bir kapı da mutfağın, kilerin ve gusülhaneli bir odanın bulunduÄŸu zemin kata açılıyordu. Burada devamlı olarak on beÅŸ muhafız bulunurdu. Tevfik Bey’e gitmek için bunların önünden geçmek ÅŸarttı. Evin diÄŸer yanları ise silah tarlası idi.”
 
5. Kemal Tahir (1910 – 1973) – Devlet Ana, 1967
 
 
Kemal Tahir, Devlet Ana’da Osmanlı’nın hangi temeller üzerinde kurulup yükseldiÄŸini, 13. yüzyılın sosyal, kültürel ve siyasi çerçevesi içerisinde anlatır. Yazar, 1290 yılından itibaren yaklaşık on yıllık bir zaman diliminde geçen vak’aları bir yıla sığdırarak Osmanlı devlet yapısının sahip olduÄŸu özgün karakterini yansıtır. Osmanlı Ä°mparatorluÄŸu’nun SöÄŸüt’teki yaÅŸam tarzı dikkatlere sunulduktan sonra bu mekana ErtuÄŸrul Gazi, Osman Bey ve Orhan Bey, tarihi ÅŸahsiyetler olarak dahil edilir.
 
“Kanundur, beylik kul ile olur, kul hazine ile olur, hazine reaya ile olur, reaya adalet ile olur” demiÅŸsin. “Beyde hazine olmayınca Tebriz Ä°lhanı’na, MoÄŸol valilerine, Konya Sultanı’na yıllık vergiler, salgılar, armaÄŸanlar nerden gidecek?” diye sormuÅŸsun. Arada baÅŸka korkunçlu sözler edilmiÅŸ… “ArmaÄŸan da neymiÅŸ?” diyerek dikilmiÅŸ Dündar Bey, “BildiÄŸimiz haraçtır. Müslüman’ın haraç vermesi kitapta var mı? Biz bu Hisarı sultanın, MoÄŸol’un arkalamasıyla mı kaptık, hayır, gazilerin çabalamasıyla vireledik. Sultan sultansa, biz de beyiz. Selçukluysa, biz de Gök Alp soyundanız. Aslında biz bu ülkeye onlardan önce geldik,” diye bağırmış.”
 
6. Gürsel Korat (1960 – ) – Rüya Körü, 2010
 
 
Gürsel Korat’ın Rüya Körü adlı romanı sade ve temiz bir kurguyla, DoÄŸu Roma Ä°mparatorluÄŸu’nun çok kanlı iktidar kavgalarının yaÅŸandığı bir zaman dilimini anlatıyor. Türk Edebiyatı’nda az anlatılan bir dönemi anlatıyor. Rüya Körü, 1143-1180 yılları arasında hüküm süren I. Manuil döneminde geçiyor. Ä°mparator babası bir yabandomuzu avında ÅŸüpheli bir ÅŸekilde yaralanıp ölünce yerine geçen Manuil, iktidarını ve gücünü kullanmak için her yolu deniyor. Romanda tekrarlanan motiflerden biri de “Önce rüya vardı” sözü. Gürsel Korat bu sözle Yuhanna Ä°ncil’indeki “BaÅŸlangıçta söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve söz Tanrı’ydı” ifadesine gönderme yapıyor. Gürsel Korat varoluÅŸçuluk ve pek çok felsefe konusunu romanlarına sindirerek, okuru benlik sorgulamalarıyla baÅŸ baÅŸa bırakır.
 
“Umut kötürüm olsa da, rastlantı en azından topaldır. En umutsuz anda rastlantının deÄŸneÄŸi olmadık bir çakıla deÄŸer ve bu çakılın yerinden oynayıp ışığı yansıttığı kısacık anda bütün hakikat aydınlanır. Stefanos rüyasında Andronikos’un Macar kralıyla iÅŸbirliÄŸi yaparak Manuil’i devirmeye çalışmaktan ötürü zindana atılacağını gördü. Andronikos’un en az üç gizli baÄŸlantısını önceden fark ettiÄŸi, onun yıllardır darbe hazırlığı yaptığını bildiÄŸi için hiç ÅŸaşırmadı. Rastlantının bastonu, tam da bahar sona ermeden Belegrada’ya dönmesi gerektiÄŸini düÅŸündüÄŸü sırada bu rüyaya dokunmuÅŸ ve iÅŸini kolaylaÅŸtırmıştı.”
 
7. Ä°hsan Oktay Anar (1960 – ) – Suskunlar, 2007
 
 
Suskunlar ifadesi kurduÄŸu dilbilgisi ve derin anlam yapısı itibarıyla OÄŸuz Atay’ın Tutunamayanlar romanını ve baÅŸlığını çaÄŸrıştırır. Nasıl ki insanlar tutunabilenler ve tutunamayanlar diye ikiye ayrılabilirse, suskunlar ve konuÅŸkanlar diye de ayrıştırılabilir. Roman sağır ve dilsiz Eflatun, mütevazı Davut ve mazlum Zahir karakterlerinin kiÅŸiliÄŸinde büyük tarihin anmaya deÄŸer bulmadığı küçük insanlarının da hikayelerine bir kapı aralamak istemiÅŸ ve tarihi adları sanları bilinen insanın deÄŸil, yaÅŸadığı devirde sesi soluÄŸu çıkmayan, suskun, unutulmuÅŸ insanların da bir tarihi olarak gördüÄŸünü dışa vurmak istemiÅŸtir. Adını Galata Mevlevîhanesi’nin arkasında bulunan bir mezarlıktan alan Suskunlar adlı romanı Sultan 2. Ahmet Saltanatı’nı (1691-1695) takip eden senelerden birinde Konstantiniyye’de meydana gelen olaylar ışığında Åžeytan’ın, Allah ve insan ile olan ezeli ve ebedi mücadelesini anlatır.
 
“Minarelerin ÅŸerefelerindeki müezzinlerin cemaati sabah namazını eda etmeye çağırmasından epey sonra, tanyeri aÄŸarırken, ÇemberlitaÅŸ Hamamı’nın kapısında, uzunca bir yoldan geldiÄŸi kokusundan belli, kir pas içinde bir ÅŸahıs belirdi ve demir kapıyı yumrukladı. Bir tellak hemen adamın koluna girdi. Ä°ÅŸinin erbâbı olan bu tellağın ellerinden ve kollarından, yaşı dolayısıyla, mavi damarlar fırlamıştı. Ä°smi ise Yahya idi. Her tarafı leÅŸ gibi kokan adamın elbiselerini onu incitmeden, tıpkı bir güveyin on beÅŸ yaşındaki bir gelini soyarken olduÄŸu gibi, hatta neredeyse ana ÅŸefkatiyle tek tek çıkardı ve beline peÅŸtemal baÄŸladı. Ardından onu kurnanın başına götürdü. Kubbelerde ayrıca, artık nasıl olduysa içeri girmiÅŸ bir güvercinin kanat sesleri de iÅŸitilmekteydi.”
 
8. Orhan Pamuk (1952 – ) – Benim Adım Kırmızı, 1998
 
 
Benim Adım Kırmızı, temelde 1591 (PadiÅŸah I. Mustafa dönemi) yılında Ä°stanbul’da dokuz gün içinde yaÅŸanan olayları anlatır. Pamuk, tüm olayların merkezine resim ve tezhip sanatı ve onlarla ilgili kiÅŸileri yerleÅŸtirdiÄŸi gibi minyatürlerde suret yasağının hüküm sürdüÄŸü bir dönemde padiÅŸah tarafından, Türk resim geleneÄŸinde bir çığır sayılacak fakat çok tehlikeli bir misyonla görevlendirilen birkaç musavvirin, müzehhibin baÅŸlarına gelenleri polisiye öÄŸelerle anlatır. Roman kurmaca olmasına karşın, git gide Batı’daki Rönesans resim anlayışına teslim olmaya baÅŸlayan Osmanlı minyatür sanatını ve DoÄŸu ile Batı arasındaki sanatsal gerilimi belgeliyor.
 
“Divan Meydanı’na girer girmez derin bir sessizlik sardı her yeri, kalbimin küt küt attığım alnımdaki, boynumdaki damarlarda bile duyabiliyordum. Saray’a girmiÅŸ çıkmış olanlardan, EniÅŸtemden tarifini ve tasvirini o kadar çok duyduÄŸum yer, ÅŸimdi, tıpkı Cennet gibi rengârenk ve güzeller güzeli bir bahçe olarak önümdeydi. Ama Cennet’e girmiÅŸ birinin hissedeceÄŸi mutluluÄŸu deÄŸil de bir korku ve huÅŸu duyuyor, cihanın temeli olduÄŸunu ÅŸimdi çok iyi anladığım PadiÅŸahımızın basit bir kulu olduÄŸumu hissediyordum. YeÅŸillikler içinde gezinen tavus kuÅŸlarına, ÅŸakır ÅŸakır ÅŸakırdayan çeÅŸme!ere zincirlerle baÄŸlı altından bardaklara, ipek elbiseler içinde ve sanki yere hiç deÄŸmeden sessizce yürüyen Divan çavuÅŸlarına hayranlıkla bakarken, Hünkar’a hizmet edebilme heyecanı duydum içimde.”
 
9. Nedim Gürsel (1951 – ) – Resimli Dünya, 2003
 
 
Nedim Gürsel, Resimli Dünya romanında sanat tarihi profesörü Kamil Uzman’ın Rönesans dönemi ressamlarından Venedikli Gentile Bellini’nin (1429 – 1507) hayat hikayesini araÅŸtırmasını konu edinir. Gürsel, Bellini ve Venedik dolayısıyla Fatih Sultan Mehmet, Cem Sultan gibi Osmanlı’nın tarihi ÅŸahsiyetlerine, Fikret Mualla gibi yerli ve bazı yabancı ressamlarla onların tablolarına da önemli bir yer ayırır. Nedim Gürsel ilk romanı BoÄŸaz Kesen Fatih’in romanında II. Mehmet’in hayatına farklı açılardan yaklaÅŸmıştı. Roman resmi tarihin kısmen ilgilenmediÄŸi ayrıntılarından ve aykırı kurgusundan dolayı olumsuz tenkitlerle karşılanmıştı. Gürsel ikinci romanı Resimli Dünya’da XV. yüzyıl Venedik sanat tarihi ve onunla yolu kesiÅŸen Osmanlı üzerine yoÄŸunlaşır.
 
“Gentile umulmadık bir cüretle modelinin iç dünyasına girip onu iktidarın yalnızlığında betimlemiÅŸti. Başında kırmızı serpuÅŸa sarılı, kat kat beyaz horasani kavuk, kürk yakalı kırmızı kaftanın içinde üÅŸüyor gibi. Yüzü solgun, gözleri çukurlarına kaçmış. Elmacık kemikleri de siyah fonda belli belirsiz. Kemerli, uzun burnu aÄŸzını örtecek neredeyse, bakışları donuk. Sakalı kürk yakanın renginde, belki biraz daha kızıl, bakıra çalıyor.”
 
10. Adalet AÄŸaoÄŸlu (1929 – ) – Romantik Bir Viyana Yazı, 1993
 
 
Romantik Bir Viyana Yazı, yedi bölümden oluÅŸan çok katmanlı bir roman, yapısal olarak iç içe geçmiÅŸ bölümlerden oluÅŸuyor. Post modern unsurlarıda içine katan yazınsallığı sorgulayan roman, edebiyatımızda seçkin bir yere sahiptir. Roman evlenmeye fırsat bulamamış, kendini kaptırdığı dersleriyle öÄŸrencilerinin hayalci hoca lakabını taktığı tarih öÄŸretmeni Kamil Kaya kiÅŸiliÄŸinde, tarih ve bugün ya da anlatılan ve hayat sarkacında salınan roman, Kaya’nın emekliliÄŸinde hep görmek istediÄŸi Viyana’da bir anlamda hep ıskaladığı hayatın kuÅŸatmasına uÄŸrayışına da odaklanıyor… AÄŸaoÄŸlu, Romantik Bir Viyana Yazı’nda okurla doÄŸrudan konuÅŸarak roman sanatının alışıldık biçimlerine ironik bir yaklaşım içine girer.
 
“Bir zamanlar prenslerin, düklerin, kontların binlerce taÅŸ iÅŸçisi çalıştırarak kurdukları avlu, park, saray duvarlarının hiçbirinin üstünde, “Viyana Viyanalı’nındır!”, “Yabancı defol!”, “Beyaz içeri, kara dışarı!”, “Kuzeye hayır, güneye evet!” gibi yazılar yazılmış bulunmamalı, bu duvarlarda uçlarından kanlar damlayan ok, çekiç, hançer, balta resimleriyle karşılaÅŸmamalıydım. Sokak satıcılarının dahi ipek dantel yakalıkları, ipek yelekleri, kollukları, yanaklarında benleri, baÅŸlarında gümüÅŸ renkli perukaları olmalıydı. Viyana’yı kuÅŸatıp da kenti almasına ramak kala, bu ‘basit iÅŸi’ emrindekilere ve düÅŸman casusu, Türk kahvesi tiryakisi Georg Kolschizsky’ye bırakarak Baden kaplıcalarına gidip yorgun gövdesini, gutlu dizlerini ÅŸifalı sulara teslim eden Merzifonlu Kara Mustafa PaÅŸa’yı Bursa iÅŸi çizgili hamam bornozuyla görebilmeli.”

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.