Sosyal Medya

Özel / Analiz Haber

Turan Kışlakçı: Anne, kuşlar bizim semtin üzerinden neden uçmaz?

“Anne, kuşlar bizim semtin üzerinden neden uçmaz?…” [Fatih’te bir duvarın altında gecenin sessizliğinde gözyaşı döken dostum Şadi’ye…]



Zifiri karanlıktan sonra, gökte aydan veya güneşten değil, kendi içinden, bir kaynak gibi aheste aheste taşan, süzülmüş, tatlılaşmış bir aydınlık vardı; yıldızlar bunun içinde sönük, şevksiz kalıyordu. Sanki sabah oluyordu; yoğun saldırıların altındaki bir geceden sonra uykulu bir alacakaranlık içinde gözler ötelere uzanıyor, bodrumun tek ve yarı dışarıya bakan penceresine bakıyordu: acaba dışarıda neler oluyordu?
 
Aradan bir saat geçmemişti ki, güneşin huzmeleri o küçük pencereden içeriye vurmuştu. Çocukların hepsi bir anda yerinden kalkıp pencereye doğru üşüştü. 40’a yakın çocuğun olduğu bodrumda yalnız 3 kadın vardı; çocukları pencereden uzak tutmak için bir çırpıda duvarın önünde duru verdiler. “Haydi, çocuklar herkes yerine, dışarıya bakmak yok. Düşman yerimizi öğrenirse burayı da bombalar.” dedi Meryem.
 
Gözleri mahmurlu ve uykulu çocuklar başları eğik bir şekilde yeniden yerlerine doğru adım atıyorlardı ki, 16 yaşındaki Ali; “Günlerdir dışarıyı göremiyoruz. Gece ve gündüzü ayırt edemez olduk. Bugün hava güneşli gibi. Dışarıda saldırıda yok. Lütfen sadece gökyüzünü izlememize izin verin” dedi. Gözlerine korku ve yüzlerine hüzün mühürlenmiş kadınlar, birbirine baktı ve “haydin sırayla sizleri şu masanın üzerine çıkaracağız. Oradan sırayla gökyüzünü izleyin. Ama pencerenin önünde fazla durmak yok” dediler.
 
Gökyüzü pırıl pırıldı. Masmavi gökyüzü çocukların içine özgürlük muştusu aşılıyordu. Gökteki güneşin ışıltıları bile vücutları soğuktan tir tir titreyen çocukların içini ısıtıyordu. Tebessümler ve gülücükler, aylardır aç olan çocukların açlığını gidermişti. Kahvaltı soran olmamıştı bugün hiçbir çocuktan. Masanın üzerinde pencereye uzanamayan kızı da annesi tuttu ve kaldırdı.  Minik eliyle annesi Meryem’in elini tutan çocuk; “Anne, eskiden sabahları kuş sesleri ile uyanırdık. Şimdi ise kuşlar neden bizim semtin üzerinden uçmuyor. Yoksa o uçaklar, onları da mı öldürdü?” diye soru verdi.
 
Soruyu soran Meryem’in 12 yaşındaki kızı Sündüs idi. Yaşı 32’yi aşmış fakat 2012 yılından beri kuşatma altındaki Doğu Guta ’da yaşadıkları ve tanıklık ettiği barbarlık Meryem’i 65’in üzerinde gösteriyordu. Yılların verdiği acı ve bilgelik ruhuyla sesinin de ağlamaklı bir tonuyla kızına dönüp; “Yavrucuğum, gün gelecek savaş uçakları yerine, o kuşlar yine uçacak bizim semalarda. Zalimler, bu gökyüzünün altında asla huzurlu ve mutlu olmayacaklar. Bu semanın altında neşe ancak özgür kuşlar ve çocuklar için vardır” dedi.
 
Herkes gökyüzünü izledikten sonra yerlerine geçmiş ve konuşuyorlardı. Kadınlar ise Doğu Guta’nın diğer sokaklarından gelecek haberleri bekliyorlardı. Belki ateşkes olur ya da uluslararası bir yardım organizasyonu tırlar ile aylardır aç olan bu çocuklara bir şeyler getirir diye dualarla ile bekliyorlardı.
 
Meryem ise bir köşeye çekilmiş, eline kalemi ve 5 yıldır yanından ayırmadığı not defterini almış ve bir aydır Doğu Guta ‘da yazamadıklarını karalıyordu deftere. Suriye’nin başkenti Şam’ın merkezinin 10 kilometre doğusunda yer alan Doğu Guta ‘da yarısından fazlası çocuk 400 bin sivil yaşıyor. 2012’den beri kuşatma altında olan bölge, 7 yıldır devam eden savaşta en hasar gören bölgelerden biri. Tarımsal açıdan dünyanın en verimli bölgelerinden kabul ediliyor. Kadim Arap coğrafyacıları bu bölgeyi nehirleri, meyve ağaçları ve bostanlarıyla meşhur, Şam ileri gelenlerinin köşkleriyle bezeli, dünyanın harikulade yerlerinden biri olarak tavsif ediyor. Adına kitaplar yazılmış Guta bugün önemli ölçüde şehirleşmiş olsa da, savaştan evvel baharları hâlâ Şam halkının piknik bölgesiydi. Şam’ı ortadan ikiye ayıran Barada nehri ve kanalları buradan geçer. Batı ve Doğu Guta olarak ikiye ayrılır. Doğu Guta; Birze, Duma, Arbin, Caramana, Kefer Batna ve Harasta gibi Şam’ın önemli banliyölerini (Rîf-i Dımaşk) barındırıyor.
 
Esed rejimi hemen her gün karadan ve havadan bu bölgeye son 5 yılda 46 defa kimyasal silah saldırısı düzenledi. Ağustos 2013’teki katliamda bin 400’den fazla sivil öldü. Rejim, bu yıl da 3 defa klor gazı saldırısı düzenledi. Karadan İran destekli militan gruplar ve havadan zaman zaman Rus savaş uçakları da bombalıyor bölgeyi. 5 yıldır abluka altında olan Doğu Guta ‘ya yaklaşık 1 yıldır yeterli gıda ve tıbbi malzeme sokulamıyor. Bebekler, çocuklar ve hastalar saldırıların yanı sıra yeterli beslenemedikleri için can veriyor.
 
Meryem bir yandan notlar alırken, bir yandan Doğu Guta hakkında yazdığı notları gözden geçiriyordu. Bir anda aklına dedesinin 1925 yılında Fransızların Suriye’de yaptığı zulüm ve katliamları anlatan hikâyeleri gelmişti. İçinden, “Esed rejimi ve Fransızların yaptıkları ne kadar da birbirine benziyor” demişti ki, çocuklardan biri, “Üşüyorum. Aylardır bodrum katında battaniyelere sarılıp yatıyoruz. Aç ve susuzum. Yalvarıyorum bir şeyler verin. Neden kimseler yardım getirmiyor? Arkadaşım hasta bari ilaç bulun” diye feryat etti. Çoğun figanı karşısında 3 kadın bir yandan ağlıyor, bir yandan da çocukları teskin etmeye çalışıyorlardı. Ne takatleri ne de mecalleri kalmıştı. Bitkinlerdi. Tıpkı çocuklar gibi. Bir müddet sonra birkaç kısık ağlama sesi dışında bodrumdaki oda sessizliğe bürünmüştü. Tam o anlarda yine yoğun bombardıman ve silah sesleri duyuldu sokakta. Korku ile çocuklar birbirlerine sarıldı.
 
Öğlene doğru karşı harabe binanın bodrumu bombalanmıştı. Orada da çocuklar ve kadınlar vardı. Meryem doğruldu ve sessiz bir şekilde bulunduğu bodrumdan çıkıp karşı binaya doğru koştu. Gördüğü manzara karşısında çığlık ve feryatlar etti. Bu bodrumdaki çocuk ve kadınların hepsi ölmüştü. Toz dumanlarının ve yangın kokusunun yükseldiği yere çöküverdi. Kalkamıyordu. Öyle bir ağırlık çökmüştü ki üzerine, burada yerin dibine batsam ve ölüversem diye geçirdi içinden. Bu düşüncelere daldığı anda enkazın altında bir ses “kurtarın bizi” diye bağırıyordu. Meryem sesin olduğu yere doğru koştu. Orada ağır yaralı bir kız çocuğu ve yaralı bir kadın görmüştü. Tanınmaz hale gelen kadını sesinden tanımıştı. Bu çocukluk arkadaşı Hatice’ydi. Donuk bir halde bir müddet birbirlerine baktıktan sonra sarıldılar, koklaştılar, ağladılar, göğü sarsacak şekilde feryat ettiler.
 
Bir müddet sonra toparlanan Meryem, arkadaşı Hatice’yi ve ağır yaralı kızını yaşadıkları bodruma götürdü. Kızı hemen tedavi etmek istedi elinde kalmış son ilaçlarla. Üniversite okuduğu yıllarda ilk yardım dersleri almıştı Meryem. Hatice Meryem’in elinden tuttu; “Canım arkadaşım kızımı tedavi etme. Zaten iyileşmesi zor da. Bırak vefat etsin. Zira aylardır yemek veremiyorduk. Belki yüce Allah ona cennetin güzel yemeklerini ikram eder” dedi. Bu söz üzerine iki arkadaş yine sarılıp ağlaştılar. Çocuklardan biri yaklaşıp sordu; “Biz de öldüğümüzde güzel yemekler bulacak mıyız” diye soru verdi. Kadınlar bir anda sus pus olmuştu. İçlerinden nerede ise volkanlar patlayacak gibiydi. “Ey dünya! Halimizi görmez misin” diye haykırı verdi kadınlardan biri kulakları patlatırcasına…
 
İkindi sonrası güneşin batmaya ramak kaldığı bir anda bombardımanlar yine yoğunlaştı. Çocuklar ve kadınlar içlerinde hep beraber dua ediyorlardı. “Ey yüce Rabbimiz! Yağmur yağdır” diye. Çünkü yağmur yağdığında ancak bombardımanlar duruyordu. Yine yağsın diye içlerinden dua ediyorlardı içli içli… O an çok yüksek bir ses duyuldu. Ortalık toz duman içindeydi. Ağlamalar ve dualar bıçak keser gibi durulmuştu. Sündüs yerde uzanmış duran annesi Meryem’e elini uzattı ve; “Anne bak gökyüzünde sürülerce kuş uçuyor. Yoksa savaş bitti mi? Haydi anne kalk, bak artık bodrumda değiliz. Gökyüzünü artık görüyorum” dedi ve minik gözlerini ebediyete dek kapattı tıpkı annesi gibi…
 
Suriye’de yaşamı ve hatıraları bombaladılar… Ölümü katlettiler… Neşeyi, sevinci ve kuş cıvıltılarını yok ettiler… Vicdanı buhurlaştırıp, vahşeti hortlattılar… Masmavi gökyüzünü kurşuni bir siyah bürüdü… Kadim şehirlerden ve mekânlardan artık eser yok… Bereketli topraklarımızdan yine barbarlar sürüsü geçti…
 
Ötesini Söylemeyeceğim
 
Kırmızı kiremitler üzerine yağmur yağıyor
Evimizin tahtadan olduğunu biliyorsunuz
Yağmur yağıyor ve bazı tahtalar vardır
Suyun içinde gürül gürül yanan
Dudağımı büküyorum ve topladığım çalıları
Bekçi Halilin kız kardeşinin oğluna ait
Daha doğrusu halasından kendisine kalacak olan
Arsasındaki yıkık duvarın iç tarafına saklıyorum
Hiç kimsenin bilmesine imkan yok
İmkan ve ihtimal bile yok sizin bilmenize Bay Yabancı
Ve yağmur yağıyor ben bir şeyler olacağını biliyorum
Ellerime bakıyorum ve ellerimin benden bilgili
Bir hayli bilgili olduğunu biliyorum
Bilgili fakat parmaklarım ince ve uzun değil
Sizin bayanınızınki gibi ince ve uzun değil
Annemi babamı karıştırmayın işin içine
İnanmazsınız ama onların şuncacık
Şuncacık evet şuncacık bir alakaları bile yok
Sizin def olup gitmenizi istiyorum işte o kadar
Ali de istiyor ama söylemekten çekiniyor
Halbuki siz insanı öldürmezsiniz değil mi?
Gidiniz ve öteki yabancıları da beraber götürünüz
Tuhaf ve acaip şapkalarınızı da beraber götürünüz emi
Boynunuzdaki o uzun ve süslü şeritleri de
Kirli çamaşırları tahta döşemelerin
Üzerinde bırakmamanızı yalvararak istiyeceğim
Yalvararak istiyeceğim diyorum Medeni Adam
Siz bilmezsiniz size anlatmak da istemem
Kardeşim Ali gömleğinizi mutlaka giyecektir
Halbuki ben Bay Fransız sizin gömleğinizi
Hatta Matmazel Nikolun o kırmızı ipekli gömleğini
Hani etekleri şöyle kıvrım kıvrımdır ya
Bile giymek istemem istemiyeceğim
Evimizin tahtadan olduğunu biliyorsunuz
Kibrit gibi iç içe sıkışmış tahtadan
Hem şu bildiğiniz usule de lüzum yok
Tepesi demir askerleriniz babamı alıp götürmeseler
O zaman siz görürsünüz Bay Yabancı
Ağaçların tepesine çıkabileceğimizi
Ben ve kardeşim Alinin anlayabileceğinizi umarım
Siz uyuduktan sonra odanıza girebileceğimizi
-Ben bunu ispat edeceğim-
Hani sizin şu yüzü kurabiye bir bayanınız var ya
Beyaz ve yumuşak
Hani tepesinde ikisi kısa biri uzun üç tüy var
Onu siz başka yerlerden getiriyordunuz
Sayın Bayanınızın gözleri çakmak çakmak yanıyordu
Siz ötekini Bay Yabancı gizli gizli öpüyordunuz
Elinizle onu belinden tutuyordunuz sonra öpüyordunuz
Siz bizi görmüyordunuz
Biz ağacın tepesinden seyrediyorduk
Siz onu çok öpüyordunuz
Ötesini söylemiyeceğim Bay Yabancı
Ben siz belki bilmezsiniz on yaşındayım
Annem böyle konuşmak ayıptır dedi
Annem o kadına şeytan diyor
Bizim kediler de ona tuhaf tuhaf bakıyorlar
Siz şeytanı çok seviyorsunuz galiba Bay Yabancı
Siz şeytanı niçin bu kadar çok öpüyorsunuz
Kabul ediyorum sizinki bizimkinden daha güzel
Ama bizimki sizinkinden daha efendi daha utangaç
Onu hiç görmedim o bize hiç gelmiyor
Hele yağmur onu hiç deliğinden çıkarmıyor sanıyorum
Ben yağmuru çok seviyorum Bay Yabancı
Sizin ıslak saçlarınızı hiç sevmiyorum
Tunusluların saçlarına benzemiyor sizin saçlarınız
Bizim saçlarımıza benzemiyor sizin saçlarınız
Ben karayım beni de amcamın oğlu seviyor
Sizin o kadını sevmiyor Süleyman
Süleyman benden başka kimseyi sevmiyor
Ben de onu seviyorum
Onu ve bizim evi seviyorum
Bizim evin her tarafı tahtadandır
Ayrıca matmazelin üzerine
Bir akrep atabileceğimi de düşünün
Tam karnının beyaz yerinden tutarsanız bir şey yapmaz
Ama onu Matmazel bilmez ki o tam kuyruğundan tutar
Sizin Matmazel bir ölse siz onu bir daha göremezsiniz
Halbuki bizim ölülerimizi teyzem görüyor
Onlarla konuşuyor onlara ekmek veriyor
Onlar ekmek yiyor anladın mı Bay Yabancı
Matmazel bir ölse ona kimse ekmek vermez
Onun için gidip şapkalarınızı da beraber götürün
Melekler bir demir parçasının üzerine oturmuşlar
Her biri bir damla atıyor aşağıya
İşte yağmur bunun için yağıyor
Ben bunun için yağmuru seviyorum
Yağmur bizim için yağıyor
Çalılar için Süleymanın tabancası için
Kalkıp gidin kırmızı kiremitler üzerine
Bizim tahta evin üzerine yağmur yağıyor
 
Sezai Karakoç
 
* Bu Yazı Turan Kışlakçı'nın web sitesinden artan Suriyeli Karşıtlığına binaen arşiv olarak verilmiştir.

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.