Sosyal Medya

Makale

Benim Dağlarım

Sert esen rüzgâra, sulu sepken bir yağmur eşlik ediyor. Rüzgâr yüzümü yalayıp geçerken, yağmur damlaları şıpır şıpır akıyor alnımdan. Ne bir kayanın yamacına, ne de bir ağacın gölgesine sığınabiliyorum. Yukarıya doğru bakıyorum, dağın zirvesini duman sarmış. Belli ki: “Büyük dağın tufanı da büyük oluyormuş.” Sonra dönüp aşağıya bakıyorum, uzun ince bir yol kıvrıla kıvrıla uzayıp gidiyor ovaya doğru. Ovaya da sis çökmüş lakin dağın zirvesinde ki gibi heybetli değil. Kirlenmiş, alacalı bir hava yayılmış ovanın üstüne.  Hiçbir gizemi, çekiciliği olmayan, pespaye bir duman kaplamış ovayı. Oysa dağların her hali asil ve ihtişamlıdır. Belki de dağlar bu yüzden, zor zamanlarında insanoğlunu kendine çekiyor. Dünya yaratılırken dağlara önemli bir görev verilmiş, omuzlarına ağır bir yük vurulmuş:  “Yeryüzünde, insanlar sarsılmasın diye sabit dağlar yarattık…”  Dağlar, yeryüzünün emniyeti yüklenmiş. Emniyet ve güven duygusunun en güzel ifadesidir: “Dağ gibi” deyimi. Belli ki dağın asaleti de, vakuru da buradan geliyor. Yeryüzünün emniyeti olan dağlara bu yüzden bağlanıyor, insanoğlu.

Bilmiyorum, kaç zamandır kalakalmışım bu yüce dağın yamacında. Ne zirveye çıkabiliyorum ne de dönüp gidebiliyorum. Yüreğinde yer bulabilseydim sana gelmez miydim? Nice zaman oldu senden uzakta, kendi yalnızlığımın tenhasına sığınıyorum, her gece. Güneşin batışıyla, sen uzaklaşırken, gecenin karanlığı üzerime geliyor. Hüzün ve yalnızlık kalıcı misafir yüreğimde. Düşümde görüyorum seni her gece. Peşinden koşuyorum, lakin nefesim kesiliyor, dizlerim tutmuyor. On adım atıyorum, bir adımlık mesafe için. Anlamıyorum, bütün çabalarıma rağmen bir adım atamazken ben, sen nasıl bu kadar hızla uzaklaşabiliyorsun benden. Bazen rüyada olur böyle şeyler. Koşarsın, onlarca adım koşarsın, nefesin kesilir, yetişmek istediğin gözden kaybolur gider ama sen olduğun yerde kalakalırsın. Neden hep böyle oluyor, sen koşabiliyorken ben bir adım dahi atamıyorum. Sanki ayaklarım da pranga...

Böyle zamanlarda hayat buz kesmiş bir nehir gibi akıyor yüreğimde. Gönlümün yamaçlarında çağlayan bu nehrin kıyısında duruyorum. Uzun uzadıya dinliyorum sesini, hızla akıp giden suyun melodilerinde. Sesin ince bir sızı yüreğimde, bir ağıt yakıyorsun, sözleri düşüyor dilime: “Sermayem derdimdir, servetim ahım. Karardıkça bahtım karalansa da.”  Kimin bahtı kara? aklım almıyor, gidenin mi yoksa kalanın mı? bilemiyorum.

Gecenin alaca karanlığında ezan sesi yükseliyor ovadan, aksi sedası yankılanıyor dağın zirvesinde. Diz çöküyorum bir kayanın dibinde, ezanı dinliyorum, kelime kelime. Gece ağarmaya başlıyor. Bir sabah namazı için tutuyorum çılgın akan ırmağın ellerinden. Sonra kıyama duruyorum, yalnızlığımın gölgesinde. Uzun bir yaşamın pişmanlıkları sarıyor ruhumu. Ben Âdem’in çocuğuyum, af diliyorum uzun süre kalakaldığım rükûda. Ahdimi hatırlıyorum, verdiğim ilk sözü. Vefa sunuyorum secdenin sahibine, uzun uzadıya kapandığım secdede, saygıyla, hürmetle...

Bir başımayım, yalnızlık şehrinde tutsak kaldım. Kırk yıllık mahallem yabancı bana. Yaşadığım sokak bile tanımıyor beni. Hanemde de ne tanıyanım var ne de tanımak isteyenim. Ben, beni tanımazken, kimi kınayabilirim ki: “Benim işte ben.” diye haykırıyorum. "Adın nedir." diye soruyorlar, susuyorum. Bir süre bekliyorum, anlamsız bakışların hedefin de kalıyorum. Yeniden soruyorum hayretle: “Nasıl tanımasınız beni, benim işte ben.” diyorum lakin sesim duyulmuyor. Ne kadar bağırsam da değişen bir şey yok, yine tanımıyorlar beni. Bir ömürlük yaşam düğümleniyor boğazımda. Hüzünleniyorum, bedenim, yüzüm, adım kadar önemli değilmiş. Bir kelimelik, isim nasıl bu kadar önem kazanmış diye yadırgıyorum. Sonra hatırladığım bir cümlelik zikir dilime düşüyor, tekrar edip duruyorum. Allah “Âdem’e bütün isimleri öğretti” dönüp kendime soruyorum: “Adın nedir.” Cevabını bilmediğim bu suale benim de bir yanıtım yok. Dilimden dökülen kırık dökük birkaç kelime: “Ben adını unutmuş garip bir yalnızlık...”

Yalnızlığım büyüdükçe yabancılaşıyorum kendime. Artık ne ben gölgeme ait kalıyorum, ne de gölgem bana. Yorgun ve garip bir yalnızlığın bakiyesi olarak kalıyorum. Yaz güneşinde karakışa yakalanmış gibiyim. Öyle ki yaz ayazı vurmuş gönlüme. Gölgeme düşen kırağıyım ben. Gözlerimde yaralı bir tebessüm yol gösteriyor ayaklarıma. Yalın ayak yola düşüyorum: “Haydi, dolaşalım yüce dağlarda. Dost beni bıraktı ah ile zarda.” mısralarını dinliyorum sesinden. “Keşke ben de söyleyebilseydim, bağıra bağıra yanık bir türkü.” Biliyorum, sana da iyi gelecekti, bana da. Bir umut konuyor sineme, oysa bütün umutlar avucumda esir. Sıkı sıkıya tutuyorum her birini, kimse görsün istemiyorum. Karanlık gecelerin gözyaşını biriktiriyorum. "Kar dağın başına yağar" derdi eskiler. Oysa her mevsim kar ve yalnızlık yağıyor benim başıma.

Dağın ihtişamına karşın, ovanın kibrini izliyorum. Anlamıyorum, ova dağın azametini görmüyor mu?  Şayet görüyorsa ki ovanın yüzü dağa bakıyor her daim, nasıl oluyor da dağa karşı büyüklük taslayabiliyor? Ah! İnsanoğlu, dağın asaletine dayanmak yerine ovanın kibrine kapılıyor. Kibrin ve gururun köksüzlüğüne tutunmak nasıl bir duygu, anlamaya çabalıyorum. Bunu anlayabilmek için insanı çözmek lazım belki. Lakin insanoğlu öylesine bir değişim yaşıyor ki, tam anladım derken bir başka boyuta geçtiğini görüyoruz. Doğru bir şeye tutunamamak öylesine yoruyor ki insanı,  durup düşünmesi de mümkün olmuyor. Bu yüzden, “O gerçekten en sağlam kulpa yapışmıştır”  ilahi uyarıyı görmesi, duyması neredeyse imkânsızlaşıyor.

Yağmur yağmaya, rüzgâr esmeye devam ediyor. Olduğum yerde çakılı kalmışım. Kararsızlığım büyüyor, tıpkı yaslandığım dağ gibi. Artık ovada gözüm yok, bunu iyi biliyorum. Lakin dağa tırmanacak takati bulamıyorum kendimde. “Geleceği ve umudu ovanın kibrinde aramamalıyım.” diyorum. Ovadan davet sesleri yükseliyor, lakin güven vermiyor bana. Dağa bakıyorum başı dumanlı, benim gibi. Gel diye bağırmıyor. Karar senin der gibi bakıyor bana. Çehresinde umut ve güven barındırıyor. Başka ne aramalıyım ki? Güven ve umut varsa...

Arafat dağının yamacı Âdem, Cudi’nin zirvesi Nuh Nebi için bir liman olmuştu. Tur’u Sina Musa Nebi’ye, Nurdağı son elçi Muhammed Nebi’ye yüreğini açmıştı. Ebu Kubeys dağında elçiliğini ilan etmişti.  Sevr dağı, ilahi mesajın kutlu yolcuları, Muhammed (as) ve sadık dostuna güvenli bir sığınak olmuştu. Uhud savaşında, zor zamanlar yaşayan Müslümanlara Uhud dağı bağrını açmıştı. Vazifesini hakkıyla ifa etmişti Uhud, son Nebi’nin emniyetini üstlenmişti. Dağların da bir ruhu ve kalbi olduğunu Allah Resulünden öğreniyoruz. Uhud dağına bakıp: “Biz Uhud’u severiz, Uhud’da bizi sever.”

Düşündüm de dağlara olan tutkumuz da, sevdamız da yeni değilmiş. Öyle ki, ilk insanla başlamış bir özlem, büyük bir sevda. Zor zamanlarımızda hep dağlar sığınak olmuş bize.

Bir ovaya bakıyorum bir de dağa, gözlerim takılı kalıyor dağın zirvesine, dumanına. Bir ses duyuyorum: “Haydi, dolaşalım yüce dağlarda.” Sesin geldiği yana bakıyorum, sonra da dağa… 

Baka kalıyorum öylece...

6 Yorum

  1. Ahmet SÜT

    Aralık 27, 2024 Cuma 11:34

    Defalarca tırmandığım memleketimin doruklarını bu makale eşliğinde bir kez daha gezinmek ayrı bir tad verdi... Yüreğinize sağlık, kaleminize kuvvet...

  2. Yakup YEMEZ

    Aralık 26, 2024 Perşembe 10:25

    Dağı, yalnızlığı ve tefekkürü ne güzel anlatmışsınız. Yüreğinize kaleminize sağlık.

  3. Fatih Oruç

    Aralık 25, 2024 Çarşamba 22:05

    Çok güzel.Farklı ve güzel bir gezinti yaptım. Eline sağlık.

  4. bayram aktulum

    Aralık 25, 2024 Çarşamba 14:58

    kalemine sağlık, duygularımıza tercüman olmuşsun.

  5. Ali Bayhan

    Aralık 25, 2024 Çarşamba 13:54

    emeğine ,kalemine sağlık beni de dağlara götürdü ..

  6. Abuzer Aydın

    Aralık 25, 2024 Çarşamba 13:39

    Mükemmel bir kalem daim olsun inşaallah

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.