Sosyal Medya

Makale

Keşke Binaları Allah Yaratsaydı!

Beş yaşında bir çocuğun gözünden dünyaya bakıyorsanız eğer manzara fıtrata oldukça uygun düşer. Duyduklarınız karşısında hayret makamında kalakalırsınız: "Keşke binaları Allah yaratsaydı hala, ustalar yapmasaydı."

Bu köşe düşünce merkezli biliyorum. Gazzali'nin Medreseden kaçış sürecine dair bir değerlendirme yapmaktı niyetim. Fakat duygu yoğun cümleler birikti heybemde bu kez. Mektebten kovmazsınız ümidi ile yazıyorum. Hatta bazı cümleleri Başkan Erdoğan'ın duyması ümidi ile yazıyorum. Biliyorum sesim cılız ama yine de seslenmek istiyorum buradan:

Saygıdeğer Başkanım.

Takdir edersiniz ki her bir adem evladının gökyüzüne doya doya bakma özgürlüğü vardır. Ve kimse ama kimse bu özgürlüğün önünü beton yığınları ile tıkamamalıdır.

Saygıdeğer Başkanım.

Yine takdir edersiniz ki bina yoğunluğundan şikayetçiyiz. Ve maalesef herkesin gidip rahat nefes alabileceği bir köyü yok. Sonra herkesin daha ferah yerlerden mülk edinip yeni bir ev yapabilme imkanı da yok.

Saygıdeğer Başkanım.

Hakikaten bu hususta pek muzdaribim. Bir şehrin yeniden imarı için elli sene gerekiyor imiş. Yarım asır. Velev ki hayat bulsa büyümekte olan yeğenlerim dahi tadına varamayacak.

Saygıdeğer Başkanım.

Her seçim sonrası Eğitim ve Sağlık bakanlıkları kaygılarım arasında oldu. Artık bu kaygı listesine Çevre ve Şehircilik bakanlığı da eklendi. Hatta listenin başında yer alıyor. Çünkü mahalle oyunlarının oynanabileceği alan kalmadı. Çünkü şehirler nefes almıyor. Gökyüzüne doya doya bakamıyor, toprağa basamıyor, dağları göremiyoruz. Çünkü her gün yeni bir bina yükseliyor kalan son bahçenin üzerinde.

Saygıdeğer Başkanım.

Hani yatay mimariyi işaret etmiştiniz ya kimsenin umurunda değil. Çok yakında evimizin hemen önünde sekiz katlı bir bina yükselecek. Üstelik mahalle arası bahse konu olan inşaat alanı. Sadece bir bina değil yükselen birden çok, on, yirmi, otuz. Zaten binaları değil ağaçları sayıyorum artık.

Saygıdeğer Başkanım.

Kalan son yeşil alanın umarsızca yok edilmediği, binaların nefes aldığı, dağların ve gökyüzünün rahatlıkla görülebildiği estetik zevkin göstergesi bir şehir planlaması istiyoruz.

Bu cümleleri daha fazla çoğaltmaya gerek var mı? Yok, maksat hasıl; dertliyim, dertlisin, dertli.

Sünnetullah gereği bir nimetin kadri gereğince bilinmezse mevlâ o nimeti usul usul alır elimizden. Gökyüzü nimetinin kıymetini bilemedik herhalde. Hız çağında oradan oraya koştururken başımızı çevirip tefekkür ile bakmaya vakit bulamadık zahir. Sonra yine kıymetini bilemediğimiz yeryüzü nimeti var elbette. Hâlık-ı Zülcelâl'in ağaçlar ile rengarenk çiçekler ile süslediği tabloya hoyrat eller çirkin resimler ekleyip duruyor.

Ortada bir gerçek var. Neredeyse tüm ülkeyi tehdit eden kentleşme. Her meselenin muhakkak siyasi açıdan da bir izahı vardır. Ben o tarafa girmek istemiyorum, zira hem aklım hem kalbim bulanıyor. Ancak pek yakınlarda duyduğum bir mevzuya manidar bulduğum için değinmek istiyorum. Şöyle ki yaşadığım şehirde estetikten fersah fersah uzak devasa köprüler yükselip duruyor. Araç trafiğini rahatlatmak için çeşitli tedbirler gerekiyor. Tramvay güzergahına ise alternatif bağlantılar şart. İhtiyaç hasıl olunca zaten tarihi bir artısı olmayan bir şehri daha fazla nasıl çirkinleştirebiliriz diye düşünen akıllar kolları sıvıyor. Proje, dönemin büyükşehir belediye başkanının yakın arkadaşı bir mimara devrediliyor. Sonuç estetik hak getire bu nasıl bir ucubedir dedirten cinsten çeşitli köprülere, çevre yollarına sahip oluyor malum şehir. Bu örnek tek değil elbette. Üç aşağı beş yukarı benzerleri mevcut. Can yakan açısı ise şehirlerin nasıl harap edildiği.

En kötüsü de bu tablonun normalleşmesi. Geri dönüşü olmayan bir dünyadayız terennümü ile kanıksadık artık bu durumu. Geri dönülür mü dönülemez mi polemiğinde boğulmak istemiyorum. Derdim sadece penceremi açtığımda nefes alabilmek, taşları değil dağları görebilmek. Gökyüzünün mavisine, yeryüzünün yeşiline hasret kalmamak. Nebiyi Muhteremin bir kötülük gördüğümüzde değiştirmek için yapmamız gerekenleri işaret ettiği çözümlerden hangisi bize uyuyor? Ya da hangisine gücümüz yetiyor? Yeryüzünün imarı değil de doğayı tahribi seçmek ise seçimlerin en kötüsü. Bunu izah etmeye gücüm yok. Ancak susturamadığım iç sesimin kelimelere dökülmesine engel olamıyorum.

Biliyorum her geçen gün yeni binalar yükselecek etrafımızda. Biliyorum  inÅŸa edilen her yeni bina ile göğümüzden büyük bir parça daha eksilecek. Rüzgârımız daha az esecek, güneÅŸimiz daha az deÄŸecek odalardan içeriye. Hani gökyüzü herkesindi. İçleri daraldığında gökyüzüne bakmalarını tavsiye ettiÄŸim yeÄŸenlerim nereye bakacak? Bizim için gökyüzünü görebilmek, daÄŸlara bakabilmek pek kıymetli. Zira bir peygamber geleneÄŸidir göğe bakmak, daÄŸlar ile hasbihâl etmek.

Hasılı pek dertliyim zevksizce yükselen beton yığınlarından ve gücüm serzenişte bulunmaya yetiyor. Bir şehir hayal ediyorum: İçinde nefes alan, güler yüzlü binalar imar eden mimarlar, talebesinin yüreğine dokunarak hayatında iz bırakmış muallimler, insan Allah'ın halifesidir ve değerlidir anlayışına sahip karıncayı bile incitmeyen güvenlik güçleri, millete hizmeti ibadet şuuru ve özeni içerisinde yapabilen yöneticiler ve evlatlarına kariyer hedefleri değil peygamber ahlâkını öğreten ebeveynler yaşıyor. Sonra ne mi oluyor? Ekranlara Giresun'dan bir haber düşüyor. Seksen iki yaşında bir dede. Eşinin ilaçlarını yazdırmak için gittiği aile hekimliğinde kalp krizi geçirerek ölüyor. Çünkü tartaklanıyor, çünkü yerlerde sürükleniyor, çünkü ellerine kelepçe takılıyor. O anda hayallerim alt üst oluyor. Kulaklarımda yeğenimin 'hala keşke binaları Allah yaratsaydı, ustalar yapmasaydı' cümlesi yankılanıp duruyor. Bu cümle minifesto oluyor. Yapmamız gerekirken yapmadığımız, hakkıyla yapamadığımız, ihmal ettiğimiz her yere, her şeye uzanıyor. Sonra gökyüzüne bir dua bırakıyoruz: Allah'ım bizi bize bırakma, tut ellerimizden düşeriz sonra. Âmin.

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.