Sosyal Medya

Makale

Neden Konuşamıyoruz?

Konuşmak, her zaman için anlaşmak, halleşmek ve helalleşmek sonucunu doğurmuyor ama anlaşmak, halleşmek ve helalleşmek için konuşuyor olmak gerekiyor. İnsanımızı çok konuşkan olarak tarif ediyoruz. Hem çok konuşkan hem de konuşurken çokça gürültü yapan. Dozunda insan gürültüsü iyidir; zamanın ve mekânın yaşadığına dair güçlü deliller sunarlar.

 

Fakat bir yüzyılı aşkındır konuşmuyor sadece gürültü yapıyoruz; kelam ve kalem gürültüsü. Ses ve söz kirliliği de diyebiliriz buna. Konuşmak, anlaşmak için yapılmayıp, ikna ya da susturmak için yapıldığında bu kirlilik kendisini hemen gösteriveriyor.

 

Konuşmak salt sonuca matuf bir eylem olunca, sonuçlara hedeflenmiş söz, merhameti ile birlikte gücünü kaybediyor. Konuşmak bir süreçtir ve en az bir muhatabın varlığını gerektirir. Muhatap, hitap edilen edilgen bir varlık değil. Muhatap; konuşanın ne konuştuğunun adeta ete kemiğe büründüğü, konuşmanın içeriğinin ve niyetinin billurlaştığı aktif bir katılımcıdır. Kelam muhatapta bir karşılık bulmuyorsa, muhatabın konuşma eylemine aktif bir katılımı söz konusu değilse sorun muhatapta değil konuşandadır. Daha anlaşılır bir ifade ile konuştuğunu zanneden aslında gürültü çıkaran konuşmacı bir şeyleri dikte eden, kendi doğruları istikametinde kendi sonuçlarına kilitlenmiş bir iknacı ya da bir susturucu rolündedir.

 

Konuşma salt ‘haklılıkların’ seslendirilmesi olunca en hafif ifade ile ‘şikâyet ve sızlanma’ seanslarından öte bir anlam ifade edemiyor. Propaganda ise bu eylemin en ağır halidir. Konuşma; kimin, nerede, nasıl, hangi şartlar altında, ne kadar, niye ‘haklı’ ya da ‘haksız’ olduğuna dair karşılıklı bir durum tespitidir ve hakkın tesisi için tarafların iradesini içerir.

 

Niyetlere ve niyetlerin sonuçlarına matuf konuşmalar, esasında gürültü çıkarmaktır ve bu gürültü içerisinde kullanılan kavramlar ait oldukları düşünce evreninden kopartılarak değersizleştirilirler. Gürültüde anlaşmak yoktur. Muhatap olmaktan çıkmış artık ‘karşı taraf’ olmuşlara yönelik daha yoğun bir gürültü ile karşılık vermek vardır. Gürültü rahatsız edici ve nihayetinde bıktırıcıdır. Dolaysıyla süreç içerisinde en çok gürültüyü hangi tarafın çıkardığının sorgulanması ile birlikte bir sessizlik durumu hâsıl olur ama hak yerini bulmamıştır aksine bu gürültüden istifade edenler yeni hak gaspları yapmışlardır.

 

Bu durumu ‘Suriye iç savaşı’ bağlamında yerlerinden ve yurtlarından edilmiş Suriyeli mülteciler üzerinden örneklendirelim.

 

Suriye iç savaşının neden çıktığını atlıyorum. Zira Suriye iç savaşının patlak vermesinin iç politik tezahürleri konuşulamadığı için netameli bir alan. Bu netameli alanı alacakaranlıkta bırakan ‘gürültücüler’ hala çok etkinler dolaysıyla kimseyi konuşturmamaya kararlılar.

 

‘Muhacire Ensar Olmak Gürültüsü’:

Ensar Medine’ye hicret eden muhacirleri bağırlarına basarken bu bağrına basma fiilini, onları Medine’nin dışında ya da kenar mahallelerinde izole bir edilmiş bir yaşama mahkûm etme olarak algılamamışlar, kamusal alanlarda eşit haklara sahip kardeşler olarak birbirlerine sahip çıkmışlardır. Bu bağlamda Medine, kazanmış olduğu farklı kimlikler ile siyasal bir merkez olma zenginliğine kavuşmuştur.

 

Bizim Ensar, süreçleri ile birlikte bir yüzyılı aşkındır deneyimlediği ulus-devlet pratiğinin gölgesinden kurtulamamış olmasına rağmen Suriyeli mülteci akınını sözde bir ‘ümmet’ retoriği ile iç politika malzemesi yapmaktan geri durmamıştır. Bizim Ensar, üzerinde çokça konuştuğu Muhacirlerine ne bir söz hakkı tanımış ne de onları tanımaya çalışmıştır. Kurulan mülteci kamplarının sevk ve idaresine Muhacirlerini dâhil etmek dahi istememiştir. ‘Muhacir muhacirliğini bilsin, ev sahibi de ev sahipliğini’ anlayışı çerçevesinde Suriyeliler ile kurmuş olduğumuz empatinin derecesi, ‘kardeşlik edebiyatı’ gürültüsü içerisinde oldukça çok sırıtmaktadır. Suriyeli misafirlerimizi kamusal alanlarımızda çokça görmek istemeyişimiz bunun apaçık delilidir. Suriyeli bodrum ve zemin katta otursun, dükkânlarımızda pazarlık yapmasın, yüksek sesle konuşmasın, çocuğu ağlamasın, hoplamasın, zıplamasın. Mümkünse zengin olsun.  

 

Siyasal iktidarın sahih bir geçmiş olarak inşa etmeğe çalıştığı tarih tezinin ‘hükümranlık’ tınısı taşıdığı herkesin malumudur. Bu hükümranlık algısı dâhilinde Suriyeli mültecilerin varlığı,  bilinçaltlarımızda akıp giden hükümran geçmiş özlemlerimizin fiili olarak değil de en azından duygusal olarak güncellemesine karşılık gelmektedir. Misafirlerimize karşı takındığımız lütufkâr üstünlük duygusunu ne kadar itiraf edemesek de esasında durum bu merkezdedir.

 

En önemlisi, kendi tarihimizden tevarüs eden toplumsal ayrılıklarımızı aşamadığımız gibi gittikçe derinleşen toplumsal ayrışma sorunlarımız mevcut iken parçalanmış Suriye toplumsallığının yeniden anlamlı bir birliğe kavuşması iddiası ile dâhil olduğumuz inşa faaliyetleri, neticede askeri bir çatışma alanına doğru hızla kayıyor. Doğu ve Güneydoğumuzda yaşanan sıcak çatışmalar, salt Türkiye’nin iç dinamiklerinin harekete geçirdiği olay ve olgular değil. Çözemediğimiz kadar, çözüm için tarafsızlığını artık kaybetmiş bir Türk dış politikasının yansımalarıdır.

 

Konuşmayan ve konuşmaya da niyeti olmayan tarafların gittikçe derinleştirdiği Kürt sorununun evrildiği sıcak çatışma ortamı, neticede kendi öz yurdunda mülteci konumuna düşülecek kadar garabet ayrılıkların işaretlerini vermektedir. Siyasal iktidar ve kamuoyu olarak Suriye konusuna göstermiş olduğumuz hassasiyet ve dikkat yoğunlaşmasını Doğu ve Güneydoğu’da yaşanan hareketlenmelere vermeyişimizin nedenleri de konuşulmamaktadır. Sadece gürültü çıkarılmaktadır. Suriye’nin geleceği kadar kendi geleceğimiz üzerinde nitelikli konuşmalara, hakkı tespit ve teslim edecek açılımlara ihtiyacımız var. Bunun yolu konuşmaktan geçiyor gürültü yapmaktan değil.         

 

Acaba nereye yardım yapayım diye sıkıntıdan patlayan sivil toplum kuruluşları Suriyeli mülteci akını ile birlikte bir hareketlenme içine girmiştir. Elbette mazlumun dinine, diline, ırkına, mezhebine, meşrebine, milliyetine bakılmaz. Fakat bizim dediğimiz mazlumlarımıza duyarsız kalmış olmamız nedendir? Kendi içerimizde düşkün mazlumların olduğu gerçeğini aşikâr etmek, siyasal zeminde sevimsizliğe mi yol açmaktadır. Marmara’da, Ege’de, Akdeniz’de Karadeniz’de, İç Anadolu’da, Doğu’da ve Güneydoğu’da hâsılı yedi iklim dört bucakta yardım eli bekleyen düşkünlerimizin, mazlumlarımızın sayısı az değildir.  

 

Gürültü artık bıktırdı. Konuşmaya ihtiyacımız var. Hele ki toplumsal çözülme tehlikesinin baş gösterdiği, yozlaşmanın elle tutulur bir hal aldığı bir ortamda daha çok ve daha nitelikli konuşmalara ihtiyacımız var.

 

Kapatın sosyal medya araçlarını, bırakın köşe başı canavarı yazarları okumayı…


Birbirinizin gözleri içine bakın ve konuşun.

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.