Sosyal Medya

Makale

Siyasallaştıramadıklarımızdan mısınız?

Siyasallaştırılmış bir dünyada yaşıyoruz.

Basiti unuttuğumuzdan, dünyayı karmaşıklaştırdığımızdan dolaysıyla dünyayı çelişkiler, çatışmalar ve karşıtlıklar üzerinden anlamaya çalıştığımızdan beri siyasal bir dünyada yaşıyoruz. Anlamlar dünyamız ve anlamlar dünyamızı ifade ettiğimiz dilimiz, her aşamada, her fırsatta ve her alanda, (kamusal olsun veya olmasın) siyasal bir düzenek olarak karşımıza dikiliyor. 

Hemen hemen her şeye siyasal anlamlar yüklenilmesi, toplumsallıkların ne kadar aşırı bir biçimde siyasallaştığını gösteriyor. Dünya düzeninin algılanış biçiminden, kaygı ve endişelere, umut ve beklentilerden, derin umutsuzluk ve mutsuzluklara, ani altüst oluşların şaşkınlıklarından, yeninin üretmiş olduğu imkânların artık geri döndürülemez bir alışkanlıklar dizgesi oluşturmasına kadar, siyasallaştırılmış bir dünyada yaşıyoruz.

Toplumsallığın siyasallaşması, sağlıklı işleyen bir toplumsal yapı ve bu toplumsal yapının yansıdığı sağlıklı siyasal bir örgütlenme biçimini üretmiyor. Sağlıklı işleyen bir toplumsal yapıdan kastedilenin ne olduğuna dair düşünceler, ideolojik olanın temel taşını oluştursa da siyasal eleştiriler ve siyasal yönelimler, yaslandıkları ya da yaslanmak zorunda oldukları toplumsallıktan ve toplumsallık fikirlerinden bağımsız değildirler ve siyasal olan buralardan besleniyor. Hem toplumların kendi aralarındaki ilişkileri, hem de toplumlar arası ilişkiler, siyasal olanın belirleyiciliği altında cereyan ettiği sürece öğrenilmiş ya da belletilmiş bölünmüşlük durumu, sürekli kriz alanları oluşturmaya devam ediyor. Daha kapsayıcı bir ifade ile oluşan kriz alanlarının, toplumsal ve toplumlar arası bölünmüşlük durumunu derinleştirerek kriz alanlarını hem yatay hem de dikey genişletip derinleştiriyor. Bununla beraber toplumsallığın, bu siyasal yükün altında yorulmuş ve bıkmış olduğu emareleri de gözleniyor.

Siyasallığın billurlaştığı alan hiç şüphesiz “haklar” alanı.

Neyin, kime ve nasıl bir hak algısına dönüştüğünün art alanı genellikle siyasallaştırılmış düşünme biçiminin inşa etmiş olduğu indirgemeler dâhilinde ihmal ediliyor. Siyasal söylemlerin neyi açıkladığından, neye işaret ettiğinden ziyade, neyi sakladığı ya da neyi örttüğü genellikle düşünülmüyor. Siyasal bir bakış açısına sahip olmak; karmaşıklaştırılmış dünyayı bir şekilde anlamak yönünde anahtarlar olarak sunuluyor.

Sunulmuş anahtarların açabileceği kapıların olması beklenen bir durumdur. Açtığımız, açabildiğimiz ya da açabilmeyi umut ettiğimiz kapıları görüyoruz da açamadığımız kapıları görmüyoruz, göremiyoruz. Bir de kilitlediğimiz kapılar var... Görmediğimiz, göremediğimiz ve kilitlediğimiz kapılar ardında kalan şeyleri siyasal öngörülerimiz dâhilinde yok sayıyoruz. Bir şeyleri kilitlemek, görmezden gelmek; o şeyleri zihin dünyamızda kendimizle ve kendimizle beraber benzerlerimiz ile oluşturduğumuz kolektif duruşumuzda bir “eşitlememe” durumuna karşılık gelmektedir.   

Yüzleşeme; karşı olduğumuz ve yok saydığımız yani kendimizle eşitlemediğimiz şeylerle bir zeminde karşı karşıya kalmak zorunluluğudur. Karşı olduklarımızla burun buruna kaldığımız anın yakıcılığı aynı zamanda siyasal söylemlerimizin makas değiştirme anına tekabül ediyor. Siyaset, inşa edilmiş makuliyetlerin değişimi ile değişen bir tutumlar yumağı olmak durumundadır. Yüzleşme, zihin dünyamızda taşımış olduğumuz tutumlarımızın bir test anı olmakla beraber, özellikle yığınlara yöneltilmiş bulunan siyasal söylemlerin esasında işaret etmiş olduğu ve örttüğü bir alan olarak meşrulaştırıcı bir sürecin başlangıcını oluşturuyor. Bir zemine sahip olmak; bir zamanlar neler söylediğimizin tarihselliği ile birlikte hem tarihselliğimizi hem de istikbale ait şeylerimizi yeniden inşa etme iradesi olarak yeni bir siyasetin üretimi anlamını taşıyor.                         

Bu bağlamda tarihi anlamak; tarihte yaşanmış olayları olgusal bir indirgeme dâhilinde anlatmaya karşılık geliyor. Tarih kime aittir? Tarihi anlatmak; tarihi anlamak ile eş anlamlı ise, yeni zeminin anlamlar bütünlüğü içerisinde eski algılarımızı anlamak daha doğrusu eleştirmek ve kendimizle eşitlemek mümkün müdür? Tarihi anlamak ile tarihi yargılamak arasındaki ince çizgi, yeni zeminin bugününden geriye doğru çekilmiş doğrusal bir çizgi üzerinde çözümleme yapmak ise, bir “zemin” içerisinde “zeminsizlik” durumunu çözümlemek ne kadar adil olmaktadır. Esasında burada yapılmak istenen bir çözümleme, bir yargılama ve bir yol haritası çizmek değil, inşa edilmiş makuliyetlerin değişimi ile birlikte siyasetin üretilebilir olduğunu göstermektir.

Yeni siyasetin ne olduğuna dair tanımlama çabaları, aynı zamanda ve dolaysız olarak zihinlerimizin yeniden inşası anlamına gelmektedir. Karmaşıklaştırılmış bir dünya algısı dâhilinde yeni anahtarlar sunuluyor. Bu durum, açacağımız, açmayı umduğumuz yeni kapılar anlamına geliyor.

Üzerinde düşünmeniz gereken asıl şey; bu defa hangi kapıları görmeyeceğiz, göremeyeceğimiz ve hangi kapıları sıkıca kilitleyeceğimizdir. Siyasetin, makuliyetlerin değişimi ile yeniden üretilebilir bir olgu olduğunu akılda tutarak söyleyebileceğimiz; görmediğimiz, göremediğimiz ve kilitlediğimiz kapılar ardında kalanları, “basit” dâhilinde görebilmek iradesini gösterebilmenin elzem olduğudur.

Bu iradenin de siyasal bir anlam taşıdığının farkındayım. Çelişki, çatışma ve karşıtlıklar üzerinden deruhte edilmeyen “ötekileştirici” olmayan bir siyaset… 

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.