Sosyal Medya

Makale

Sistemin aklından beri olmak

Yaşadığımız bugünlerde, sistem sorgulaması yapmanın gerçekleşmesi için sistemin aklından beri olmak gerektiği vurgusunu yaparak söylemek istediğimin altını en başta çizmek istiyorum.

Anlatmak istediğimi en başta çerçevelemeye çalışarak, bundan sonra anlatmak istediğime dair gerekçelendirmeye çalıştığım olguların ve tanımlamaların meşruiyet zeminini göstereyim, bu temel yargıya varılırken nereden hareket edilmesi gerektiğini kabul edilebilir bir anlamaya / zihinsel birlikteliğe kavuşturmayı başarmayı sağlayabileyim.

Muhalif hareket kendi şahitliğini ortaya koyarken, eğer kurumsal düzeyde örgütlenmeye başlamış ise, sistemin kurumsal düzeninden ve işleyişinden mutlak anlamda uzak durması gerektiği, şahitliğinin somutlaşması için gerekliliği kabul edilmelidir. Fakat şahitliğini kurumsal düzeyde somutlaştırma aşamasına gelemeyen /  bu düzeye gelmemiş olan hareketler ve bu hareketin mensupları; küresel ölçekte ve yerel ölçekte gelişmelerin tamamını, sistemin aklından beri olarak değerlendirme yöntemini bulmak / gerçekleştirmek durumundadır. Bunu yapamadığında sisteme angaje olmaktan / sistemle beraber hareket etmekten / sistemin reflekslerine sahip olmaktan kurtulamayacaktır.

Sistemin bir aklı var mıdır?

Bu sorunun cevabına geçmeden önce devletle ilgili bilinen tanımları yaparak nasıl değerlendirmemiz gerektiği üzerinde duralım.

Devlet, birden fazla unsurun bir araya gelmesiyle oluşmuş bir organizasyondur.''  Örneğin ülke, halk ve iktidarı organizasyonudur ve genelde normatif bir sistemdir.'' (1)

Bu birden fazla unsuru bir araya getiren, organizasyonunu sağlayan ve eylemliliğini yürüten bir akıl vardır ya da olmalıdır. Bu akıl, bu organizasyonun iktidarının gerekliliğini topluma kabullendirirken; iktidarın muktedirliğini, hükmünün geçerliliğini sağlayıcı gücü elinde tutar, egemenliğinin genişlemesi  ve devam etmesi için olgular, olaylar ve çözümler geliştirir.

İşte bütün bu dengelerin sağlanabilmesi ve sürdürülebilmesi için organizasyonu yönetecek ve bu organizasyona hedef belirleyecek bir akıl vardır ve gereklidir.

Biz buna devlet aklı diyeceğiz. Bu aklın eleştirisini ve beri olunmayı konuşmaya ve belirlemeye çalışacağız.

Devlet konusundan söz ederken her şeyden önce; devlet, hükümet veyasiyasi otoriteyi birbirine karıştırmamak gerekir. Hükümet ve siyasi otorite devletin bir parçasıdır, bir bütün olarak devleti kapsamaz. Bu anlayış siyasal epistomoloji olarak tartışılmaya açık olmasına rağmen, pratik olarak acı bir gerçeklik olarak önümüzde durmaktadır.

Bir dönemin başbakanı olan Bülent Ecevit'in iki beyanı bunun en açık örnekleridir: Başbakan 1999 tarihli bir genelgesinde '' siyasi irade, irtica ile mücadelede tüm devlet kurum ve kamu görevlerinin arkasındadır'' derken devleti arka planda duran bir siyasal iradenin görüntüsü olarak nitelendiriyor. Yine bir başka örnekte ise; meclisteki bir yemin merasiminde başörtülü bulunan bir parlamentere ''meclis, devlete meydan okunacak yer değildir'' derken de devleti, genelde onu oluşturduğunu kabul ettiğimiz meclis gibi siyasal kurumların ötesinde bir yapı olarak göstermektedir.

Devleti bir organizasyon olarak tanımlamıştık ki, bir başka tanıma göre, devlet; parlamento, hükümet, ordu, güvenlik güçleri, ve daha pek çok kurumu; anayasa, kanunlar ve yargıyı kapsar.

Hükümetler gider ve yenileri gelir. Fakat devleti oluşturan kurumlar kalıcı olmayı sürdürerek hükümetlerin üzerinde yükseldiği temeli teşkil etmeye devam ederler. Bunu şöyle de söyleyebiliriz; bütün hükümetler devletin önderlik ve sözcülüğünü yapmak ve onun uzantısı olmak için iş başına gelir. Bu gerçekleşmez veya hükümetin devlet organlarıyla olan uyum ve yardımlaşması oluşamaz, bilakis çelişkiler olursa, işte o zaman hükümetin düşmesi ya da devleti teşkil eden müesseselerde köklü değişikliklerin olması kaçınılmaz olur.

Devletin yapısı ve görünümü sadece bir şekilden ibaret değildir. Bu görünüm ve yapı gerçekte, hedefleri ve muhtevayla ilgili dayanaklar taşımaktadır. Yani devletin şeklinde ve içeriğinde; fertler, yasalar, idari kurallar, devlet fikri ve fertlerle siyasi otorite arasındaki alakanın ruhu önemli bir parçadır. Devletin içeriğinin başka bir içerikle değiştirilmesi söz konusu olunca, bu durum devletin görünüm ve yapısının da değiştirilmesini zorunlu kılar. Görünüm ve yapı değiştirilemez ise işte o zaman, eski görünüm yeni içeriği kendi gereklerine göre harekete geçirmek için sıkıştıran faktörlerden biri olur. Bugün yaşanan bundan başka bir şey değildir.

Buradan hareketle, kimler hükümet olursa olsun, hükümet olanların meşrebi, mezhebi, inancı ne olursa olsun bu devlet aklının değişmesi oldukça zordur, hatta değişmez diyebiliriz.

Hangi inancın mensupları, ekolü, hükümet olursa olsun ve bu hükümetleri esnasında ne kadar kendi inançları doğrultusunda kararlar alsalar ve kamuoyunu dizayn etmeye çalışsalar, halkını kendi inançları doğrultusunda yönetseler ve bazı iyileştirmeleri gerçekleştirseler dahi, devlet aklının kurgusunun dışına çıkabilmeleri oldukça zordur. Bu yapılan iyileştirmelerin yada yapılacak olanların tamamı; var olan devletin egemenliğini, iktidarını güçlendirmeye yönelecek / kanalize olacak ve devletin muktedirliğini sağlamaya yarayacaktır. Bunun dışında bir algı doğramayacak dolayısıyla bir hizmet ve yöneliş ortaya çıkaramayacaktır.

Her şeyden önce ulus devletler, üzerine oturdukları bir toplumun varlığını sürüldükleri kadar, mevcut ulusların önemli bir kısmının inşai gücü ve varlık sebebi sayılmaktadırlar. Bu yüzden günümüz ulus devletleri büyük çapta bir egemen devlettir. Yarattığı bu egemenlik algısıyla toplumun hafızasında değişmeyen ve onsuz kendilerinin var olamayacağı, ancak onunla, onun varlığıyla güvende olunabileceğine dair kurgulanan gerçekliği vatandaşına içselleştirmiş bir yapıya sahip bulunmaktadır. Devlet toplumdan bağımsız bir varlıktır ve tıpkı insanlar gibi kendisine özgü bir iradesi vardır. Kendisini bu konumlandırışı ile bireyi değersizleştirerek, kendisini zihinsel olarak öncelenmesini kendisinin inşa ettiği topluma kabullendirir.

Dolayısıyla o her şeyi bilmekte, aklı bir şeye ermeyen halkı sevk ve idare etmektedir / etmesi gerekmektedir.

Devlet denen aygıtı belirginleştiren göstergeler, insanların var oluş biçimini belirlemesi, yasaklar koyması, sınırlar çizmesi ve dışlama mekanizmaları oluşturmasıdır. Bu yaptırım gücüyle de toplumun her katmanında hayata dair belirleyicilik yetkisini hiç kimseyle paylaşmaz. Devlet; bütün örgütlülüklerin içinde,(stk'lar da dahil) örgütlü ve egemen gücü temsil etmektedir. Kendi iradesini egemen kılmak adına, monolitik bir birey / toplum= vatandaş / halk formu oluşturmaya çalışır. [ bakınız, devlet sivil toplumu geliştirmek ve güçlendirmek için projeler hazırlıyor, genelgeler yayınlıyor ve bunun için komisyonlar ve koordinasyon kurulları oluşturuyor. ]

Seküler ulus devlet aklının organizasyonunda, bir dünya görüşüne sahip bir hükümetin, bu inancından kaynaklanan bir ideoloji çerçevesinde ortaya koyacağı uygulamalar, programlar ya da planlamalar istenilen hedefe yönelemeyecek, umulan fayda elde edilemeyecektir. Gelişmelerden söz edilse bile aslında kamuda görülenler, bir inancın kültürleşmesi ve bu kültürleşmenin şekilsel yaygınlaşması, ortaya çıkan kültürleşmenin içselleştirilmesi ile toplumun kolonileştirilmesini ortaya çıkarmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Bu doğrultuda kültürleşmiş ( hükümet ideolojisinin ) İslam'ın sekülerizme kazandırdığı ivmeden başka bir şey değildir.

O zaman kamusal alanda ortaya çıkan gelişmelerin, olayların yada düzenlemelerin nasıl değerlendirilmesi gerektiği; neyin iyi yada neyin kötü olduğuna dair değerlendirmeleri hangi prensipler üzerinden yapılması gerektiğinin tesbiti toplumsal muhalefet için elzem olacaktır.

Şüphe yok ki herkesin kabul edebileceği bir şey de, bu değerlendirmeleri yapar iken yapılacak  değerlendirmelere etki eden unsurların etkilerinden nasıl uzak durulabilir ya da onların etkisinden en az etkilenebileceğinin nasıllığını bulmak zorundayız.

Bunun için de tanımlamaları yapıp, değerlendirme parametreleri oluşturmak durumundayız.

Devlet için; kurumsallaşmış siyasi bir İktidar tipidir tanımlaması yaptığımızda, devletin siyasi ve hukuki bir yapılanma üzerine temellendiğini kabul etmek durumunda kalırız ki, böyle de olmalıdır.

Devlet, hukuki ve siyasi bir temel üzerine yapılanmış ise; kaçınılmaz olarak toplum içinde yasa  / yasalar oluşturma-uygulama ilişkisini analiz etme durumunda kalırız.[Devlet seküler laik ve modern ulus devlettir]

Dolayısıyla devlet hangi toplum tipinde olursa olsun, en basitinden en karmaşığına kadar toplum içerisinde kuralları ortaya koyar ve uyulmasını ister. Hatta uymayanları zorlar. Devlet, oluşturduğu kurallara toplumun uyması gerektiğini söylerken, meşrulaştırıcı zemini olarak; kendisinin, sosyal, siyasi ve hukuksal bir temele dayandığını ve bu temellerin evrensel ilkeler, kabuller ve ilişkiler sistemi olduğunu halka kabullendirip kamuda uygulanmasını / kabul edilmesini sağlarken, bir zihniyet ilişkisi kurar. Aynılaşan bir zihniyet ilişkisinin oluşması için çaba sarf eder. Toplum ile devlet arasındaki zihniyet konsensüsün oluşması için, devlet; bütün imkanlarını ve toplumda zihniyet değişimi oluşturacak unsurları (dini, örfi, tarihi, milli değerleri, etnik unsurları ve baskı vs) propaganda yoluyla harekete geçirir. İşte ortaya çıkan zihniyettir, toplumda; olayları, gelişmeleri ve olguları değerlendiren. Genelde ortaya çıkan, hakim zihniyet, devlet zihniyeti olmaktadır. Egemenlik dediğimiz de bundan başka bir şey değildir.

Devlet, güç unsurlarıyla (yasa-kanunun-kolluk kuvvetleri) somut, diğer yanı olan, tanınamaz / tanımlanamaz ve onu gizemli / kutsal kılan özelliğini belirleyen unsur egemenliktir. Devlet; süreklilik anlayışını, kutsal, onsuz olunamaz ve bölünemezlik anlayışının toplumsal hafızadaki karşılığı,( toplumsal akıl bunu böyle düşünmese de) devletin egemenliğine denk gelmektedir. Devlet toplumun hafızasında asıldır, zamansız olan ve değişmeyendir ( tanrısaldır); toplum var olma sürecini ve süresini (ilelebet payidar olma) ona bağlar, bu yüzden bölünmesi / bölünmesinin düşünülmesi asla mümkün değildir. Bölünemez bütünlük, devletin egemenliğini yansıtan toplumun hafızasında kutsal bir levha gibi durmaktadır.

Egemenlik bir meşruiyet ilişkisi ve ilkesidir: Egemenliğin ulusta olduğunun söylenmesi yalnızca modern ulus devletin meşruiyetini sağlayıcı ilke olarak dile getirilmesinden ibarettir ki, toplumun bunu kabullenmesi ve içselleştirmesi, toplumda, devletin istediği bir zihniyet düzleminin oluştuğunu gösterir. Bu zihniyet düzleminin üzerinde oluşturulan / inşa edilen akıla ise biz kamusal akıl adını veriyoruz.

Devletli kamusal akıl;kendisinde oluşturulan kavramlarla ve kavramların anlam bütünlüğü ile zihinsel bir sınırlılığa mahkum olurken, gerçeklikle ilgisi olmayan, kurgulanmış gerçekliğe, ulaşılmış gerçeklik olarak sarılır. Ulus devlet egemenliğinin oluşturduğu zihniyet ve düşünme mantığı; devlete ve devlet egemenliğine dışarıdan nesnel bir bakış / yorum / yaklaşımı engeller.

Bunun yanı sıra, devletin oluşturduğu kamusal akıla sahip toplumlarda, muhalif yöneliş; toplumu ya da bireyleri, devletli olmayan yapılanmalara, kavramlara farklı yaklaşılması gerektiği fikrini öğretmesi, hayatın farklı kavramlarla inşa edilmesi gerektiğinin kabullendirmesi mümkün olmazken, muhalif yönelişin aşağılanması, hor görülmesi, dışlanmasına sebep olmaktadır. Bu durum muhalif hareketlerin başarısız olmasının / toplumsal bir bütünlüğü yakalayamamasının en büyük sebeplerinden birisidir. Devletli kamusal akılda, devletli olmayan her şey kötüdür.

Devletsiz oluşturulmaya çalışılan yapı ve girişimler bölünmedir dolayısıyla ihanettir:Bu hafızanın değerlendirmesi sürekli olarak devletli olan bir dili beraberinde getir. Gerçeklik ile ilişki kurmayı önermeyen akıl; özgün, yapılması gerekeni sürekli dışlarken, muhafaza edilmiş olanla (muhafaza edilmesi öğretilmiş) ortak model oluşturan toplum (akıl); kamuda, o modellere uymayanları yok sayan ya da dışlayan dilin tahakkümünü oluşturur.

 

‘’ Zorlama ve dayatmanın olmadığı, hiyerarşiden veya tahakküm ilişkilerinden yoksun, iktidarın disipline edici pratiklerinden özgürleşmiş, normalleştirici takip ve gözetimlerden ya da gözetmelerden arınmış, bağlamdan yoksun özgün kimliklerle girilen ve simetrik bir mütekabiliyete dayalı siyaset alanı yoktur / hiç olmamıştır.’’(2)Bu kapalılık, yaşamı ve yaşam alanlarını kolonileştirmektedir.‘’Türkiye'de daha ziyade post-kolonyal bir kamu söz konusudur. Böylece kamusal alan kamusal alan olmaktan çıkmakta bir tür terbiye alanı, vatandaşların belirli bir biçimde eğitilmelerinin devam ettiği bir yer olmaktadır’’.(3)

Bu yüzden devlet kamusal alanı yönetmekten asla vazgeçmeyecektir. Dolayısıyla kamusal alan hiçbir zaman kamunun, herkesin alanı olması mümkün olmayacaktır. Kamusal alan en iyimser bir tanımlama ile, farklı makul- kapsayıcı görüşler arasında varılan bir uzlaşma alanı ya da  farklı / aykırı görüşlere açık bir alan olmamaktadır.

*John Rawls; liberal birey, içinde yetiştiği toplumsal çevre ve kurumların şekillendirdiği karakteri gereği uzlaşmacıdır derken, kamuda oluşan konsensüsün temelinde insanın karakteri gereği sahip olduğu eğilimin yattığını düşünmektedir. Bu birey anlayışında temellenen örtüşen konsensüs, makul olmayan, yani uzlaşmaya yanaşmayan her türlü kapsayıcı görüşü liberal demokratik, çoğulcu sistemin dışına atar. Bunu yaparken örtüşen konsensüs bu haliyle bu toplumsal barışı ve istikrarı temsil ettiğini söylemektedir. (4)

Kamusal akıl Rawls'a göre;çoğulcu demokratik liberal toplumun kamusal kültürüdür.

Rawls bu konuda şöyle demektedir;politik bir toplum, birey olsun yada olmasın, her makul ve rasyonel ajan veya bir aile ve bir kurum, hatta politik toplumların oluşturduğu bir konfederasyon bile, kendi planlarını formüle etmede, kendi amaçlarını bir öncelik düzenle yerleştirmede ve buna uygun olarak kararlarını almada belli bir yol izler.

Politik toplumun bunu yaparken izlediği yol onun aklıdır; farklı bir anlamda da olsa aynı zamanda onun bu şeyleri yapma yeteneği de onun aklıdır, bu kendisini oluşturan insan üyelerinde kök salmış olan entellektüel ve ahlaki bir güçtür.Kamusal akıl,, tüm politik sorunlarda değil fakat anayasal esaslara ve politik adalete ilişkin sorunların çözümünde, bir tür denetim mekanizması ve eliminasyon (seçilme-eleme-ayrıştırma) sistemi olarak iş görür.

Kimin / kimlerin hangi temel hak ve özgürlüklerden hangi koşullarda ne ölçüde yararlanabileceğine ilişkin belirleme kamusal aklın alanına girer.O  halde kamusal akıl, neyin iyi ve adil olduğunu belirlemesi dolayısıyla, liberal meşruiyet ilkesi olmaktadır.Yurttaşlar düşünce ve eylemlerinin makul ve adil olduğunu, aynı zamanda liberal bir form olan kamusal aklın oluşturduğu zeminde dile getirecekler ve birbirlerini diyalogla ikna etmeye çalışacaklardır.(5)

Bu toplumsal uzlaşı ilk etapta akıllara, herkesin özgürce fikirlerini söylediği ve herkesin bu fikirlere saygı gösterdiği bir alanı / anlayışı / kültürü getirse de, somut tezahürler böyle değildir. Modern liberal yaşamın ölçütleri olarak ortaya atılan; temel hak ve özgürlükler ve bu özgürlüklerin kullanımı, demokratik fırsat eşitliği ve bunların önceliğinin hissedilmesi ve kullanılmasına yönelik söylemler devamlı gündemde tutulmasına rağmen, bu söylemlerin gerçekliğe dönüşmemesinin önünde en büyük engel olarak devletli kamusal akıl durmaktadır. Kamusal aklın içeriğini, politik sorunların çözümünde başvurulan ilkeler, değerler ve ölçütlerin belirlediğini, liberal söylemin ayrıcalığı  / üstünlüğü olarak sunulmaya çalışılsa bile,’’kamusal aklın içeriği salt bu ilkeler ve değerlerden oluşmaz; kamusal akıl, söz konusu ilke ve değerlerin politik sorunları çözmede nasıl kullanılacağını belirleyen kamusal olay temelinde tesis edilmiş birtakım prosedürleri de içerir.(6)

Bu prosedürler hayatın hangi anlam üzerine kurulu olduğunu gösterdiği gibi, koruyup kollamak ve yüceltme gibi fonksiyonelliğe sahiptir. Geçmişteki ya sev ya terk et, totaliterliği bunun en önemli kanıtlarından birisidir. Şimdi ise terketmek ihanettir sevmek zorundasın, gibi bir başka totaliterlikle karşı karşıyayız.

Bu yüzden Müslümanlar'a düşen, çizilmiş çerçevelerin, aklın ve prosedürlerin dışına çıkmak ve dışında düşünüp hareket etmektir.

Müslümanlar'ın şahitliği ancak, kendi varoluş nedenlerinin ve düşünsel yönelişlerinin toplumsal sistem tarafından belirlenmesine karşı çıkarabildiği oranda sahih bir biçimde somutlaşır.

Bunun için öncelikle modernliğin eleştirisine ve modernliğin hedeflerini anlamaya, devleti yeniden düşünmeye başlayarak gerçekleştirmeliyiz.

Devleti yeniden düşünmek, içinde bulunduğumuz zaman ve durumun bizlere yeniden hatırlattığı en temel sorunumuz ve meselemizdir.

Gerçekleştirilen gelişmeler ve iyileştirmeler, özgürlük alanlarının genişlediği düşünceleri, bizim; devletle olan ilişkilerimizi ve bakış açımızı köreltmemelidir.’’Zira modern devlet aslında bir taraftan geri çekilirken diğer taraftan da boşalttığı alanları aynı nisbette, hatta bu defa yeni teknolojilerin sağladığı yeni yol ve araçlarla denetimini farklı bir nitelikte yeniden kurmakta; bununla birlikte kendini örgütleyen kurucu mantıkla giderek daha sofistike (karmaşık-tabii olmayan)hal almakta ve yaptığı denetime demokratik bir nitelik kazandırarak kendini görünür ve görülebilir olmaktan çıkmasını sağlamaktadır.(7).

Bu sofistike ortamın oluşturduğu algı, bizi rehavete düşürüp, bizi dik ve diri tutan teyakkuz halimizi bozarak, devletin aklının bize sinmesini / hakim olmasını kolaylaştırmıştır. Şimdi tek farkımız; farklı olduğumuzu düşündüklerimizden, farklı olduğumuz iddiasından başka bir şey değildir. Bu iddia bizi farklılaştırmamakta, bilakis yalnızlaştırmaktadır. Ümmetçi düşüncenin gerçekleştirilememesi, ümmetçi reflekslerimizin zayıflaması,(yalnızca kendilerinin ümmeti temsil etmeye çalıştığının söylemliliği ya da yanılgısı ) yalnızlığımızın paranoyasıdır, bu paranoyanın bir güç gösterisine ihtiyacı vardır ki devletçi düşünme ise bunun sonucudur.

Bu yargının ağır bir yargı olduğu düşünülse de, kuşatıcı ve hayat verici değerlerimizi şahitlik düzeyinde somutlaştıramadığımız gibi, topluma ulaşmada daha önce var olan imkanlarımızı da daralttık. Bu dar alana sıkışmaktan / düştüğümüz bu durumdan kurtuluş yolu olarak, sistemin her türlü kirliliğinin en fazla tezahür ettiği gündelik siyasetin dar, sanırlı ve ayrımcı kombinezonlarına yüklemeye  / eklemlenmeye / angaje olmaya bağlamamız, bu yargıyı hak ettiğini / ettiğimizi gösterir.

1-8. Güneşi ve onun aydınlık veren ışığını, bu ışığı yansıttığında ayı, o ışığı açığa çıkaran gündüzü ve onu karanlığa boğan geceyi, gökyüzünü ve inşa edilişini, yeryüzünü ve onun yayılıp ortaya serilişini ve insanın kişiliğinin suç işleme ve sakınma kabiliyetiyle nasıl donatılıp şekillendirildiğini (düşün)!

9, 10. (Buna göre) kendisini arındıran kesinlikle kurtulacak ve onu kötülüğe gömen ise mutlaka kaybedecektir.[ 91 / Şems 1 .. 10 ]

 

Selam ve Dua ile

Kaynak:

1. Siyasetin sosyolojisi. Mustafa Aydın. Açılım kitap yay. S:78

2. Uğur Kömeçoğlu. Sivil toplum dergisi. 2003 sayı.2

3. Gökhan Bacık.Sivil toplum dergisi. 2003 sayı.2

4. Aydın Müftüoğlu. Sivil toplum dergisi. 2005 Sayı.10

5.Aydın Müftüoğlu. Sivil toplum dergisi. 2005 Sayı.10

6.Aydın Müftüoğlu. Sivil toplum dergisi. 2005 Sayı.10

7. Abdurrahman Aslan. Umran dergisi . Mayıs 2008

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.