Sosyal Medya

Gökhan Özcan / Okuduklarımız nereye gider?

Gökhan Özcan / Yeni Şafak



“Aradığım kitapları bir türlü yerinde bulamıyorum” dedi adam. Gülümseyerek, “Ä°çine bak!” diye karşılık verdi kadın.

Ä°nsanlar okuma konusunda belli bir olgunluk noktasına gelmeden önce bir konuda kaygılı olmaktan kendilerini pek kurtaramaz. Soru ÅŸudur; Okuduklarım nereye gidiyor, bana bir ÅŸey bırakmadan öylece kaybolup gidiyor mu bunca ÅŸey? Erken vakitlerde bunu kendine sormayan biri var mıdır? Ä°nsanın okuma hevesini bile kaçırabilecek raddeye bile gelebilir zihnimizde bu soru. Neyse ki okuma ısrarını sürdürenler bir yerden sonra atlatırlar bu badireyi. Okumanın, kitapları zihnimizde satır satır biriktirmek anlamına gelmediÄŸini yine kendi zihinsel ilerlemelerinden bilirler, idrak ederler çünkü. Kitaplarda yazılan eÅŸsiz satırlar arasında zihnimize, hafızamıza, söz daÄŸarcığımıza kelime kelime kazınan cümleler vardır elbet; öte yandan okuduÄŸumuz milyonlarca cümle, daha çok içimizde kendilerini eriterek doÄŸrudan kanımıza, canımıza, kimyamıza karışır, renklerini, tatlarını, kokularını ve en önemlisi taşıdıkları anlam yükünü bir parçamız kılarlar. Her gün nerede okuduÄŸumuzu hiç hatırlamadığımız onlarca cümle; artık bizim öz parçamız haline gelmiÅŸ olarak dilimizden bizim ifadelerimizle dökülür ve hayret verici bir ÅŸekilde bize özgülük kazanarak yeniden hayat bulur, günlerimize taze anlamlar kazandırırlar.

“Bir insanın okuduÄŸu her ÅŸeyi muhafaza etmesini istemek, yediÄŸi her ÅŸeyi midesinde muhafaza etmesini istemekten farksızdır. YediÄŸi ÅŸey onu bedenen, okuduÄŸu ÅŸey de zihnen beslemiÅŸtir ve o bunlarla ne ise o olmuÅŸtur” diyor ‘Okumak, Yazmak ve YaÅŸamak Üzerine’ kitabında Arthur Schopenhauer.

Sözlere, kelimelere, ifadelere, o bir türlü içimizden atamadığımız sahip olma ihtirasıyla deÄŸil, yüzümüze dokunuÅŸlarıyla içimizi serinleten tatlı bir esintiymiÅŸ gibi bir teslimiyetle yaklaÅŸalım. Bırakalım içimize aksınlar, içimizde dokunmak istedikleri yerlere dokunsunlar. Onlara hükmetmeye, kalıplara dökmeye, kendi istediÄŸimiz anlamlara çekmeye çalışmayalım. En yalın halimizde olalım onlara karşı ve bırakalım, gelip üstümüzde kendi hükümlerini yürütsünler. Maruz kalalım onlara, etkileriyle çoÄŸalalım, zenginleÅŸelim, derinleÅŸelim, sarsılalım, kanatlanalım ve nihayet, içimiz yaÅŸaya yaÅŸaya öÄŸrensin hakikatin berraklığıyla yüz yüze yaÅŸamayı. Åžüphe yok ki, iç yordamıyla yerini bulabileceÄŸimiz en büyük hazine bu olur.

Soren Kierkegaard’ın, ismi zaten baÅŸlı başına bir ÅŸaheser olan ‘Hayat Çözülecek Bir Problem DeÄŸil, YaÅŸanacak Bir Hakikattir’ kitabından ucu sonsuza açılan düÅŸünceler: “Ä°nsan yalnız baÅŸkaları için deÄŸil kendisi için de bir gizemdir. Kendimi inceliyorum ve sıkılınca zaman geçsin diye bir puro yakıyorum. DüÅŸünüyorum; Tanrı benimle ne demek istedi ya da benden ne yapmak istiyor? Bunu yalnızca O biliyor”

Bir de ÅŸunu düÅŸünün; bütün kitapları tek bir kitap, kendisini de o kitabın ortasındaki bir ayraç gibi düÅŸünen bir insan ne hisseder?

Severek okuduÄŸumuz bir kitabın son satırlarına geldiÄŸimizde içimizi bir hüzün kaplar. Sonra çaresiz o son satırları da okur ve kim bilir kaçıncı kez bizi ÅŸaşırtan ÅŸu gerçekle yüz yüze geliriz: Kendimizin kıldığımız kitaplar aslında hiç bitmez, iç dünyamızda biz ona yeni satırlar eklemeye devam ederiz.

“Ä°nsanlığın en büyük yanılgılarından biri” dedi beyaz saçlı adam, “son diye bir ÅŸeyin olduÄŸuna inanmaktır.”

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.