Sosyal Medya

Mustafa Özel söyleşisi: Roman, hayat gibidir, bittiği yerden başlar

Tanrı, her şeye kadir olduğu hâlde, yarattığı insanlara irâde bahşediyor; onları kuklalaştırmıyor. Romancı, Tanrı taklidi yapmakla yetinmeyip, Tanrı'nın kullarından esirgemediği özgürlüğü kendi kahramanlarından esirgerse, roman ortaya çıkmaz. İyi romancılar Tanrı'ya öykünür, kötülerse hadsizlik edip Tanrı'yı aşmaya çalışırlar.



Roman nedir, gerçek bir roman nasıl olmalıdır? Roman kahramanıyla yazar arasındaki iliÅŸki ya da mesafe ne derece olmalıdır? Romanı yazılmamış bir olgunun hakikatinden bahsedilebilir mi? Roman yazarı içindeki hikâyenin aracısı mıdır yoksa "esas" olan mıdır? Romana dair bu ve buna benzer pek çok ince detayı romana incelikle yaklaÅŸan, hayatın temel meselelerinin romanda, tarih ve diÄŸer toplumbilimlerden daha esaslı bir ÅŸekilde gözlemlenebildiÄŸini savunan Mustafa Özel Hoca'yla konuÅŸtuk.
 
Roman hayatın bir kopyası deÄŸil, aslında tümüyle yazarının zihniyle ve hayal gücüyle oluÅŸturulmuÅŸ bir alan. Bu düÅŸsel dünya nasıl oluyor da hayatın katı gerçekliÄŸine ayna tutabiliyor? Roman bu baÄŸlamda yaÅŸamın bir yankısı olmanın ötesine geçebilir mi?
 
Roman veya hikâye, elbette yazarın kaleminden çıkar ama salt onun hayal gücünün ürünü deÄŸildir. Hatta, hiç deÄŸildir! Hakiki sanat, kendini yazdıran yahut yaptırandır. Kendini anlatandır. Tıpkı dil gibi. Heidegger, "konuÅŸan insan deÄŸil, lisandır" demiÅŸti. Sanatın kökenine ister ilahî deyin, ister bu kökleri bir takım doÄŸa süreçlerinde arayın, sanat eseri sanatçının "uydurduÄŸu" bir nesne deÄŸildir. Ursula Le Guin, "Ä°çimde anlatılmak isteyen bir hikâye var," diyordu. Yazar, yüklüdür, gebedir. Ä°çindeki bebeÄŸin sesine kulak vermesi gerekir. Her büyük romancının o sesi duyduÄŸunu hissediyorum. BaÅŸka türlü büyük sanat eseri ortaya çıkmaz. Hikâye kendini yazdırır.
 
ROMAN, EGONUN SUSTURULDUÄžU ÖLÇÜDE ORTAYA ÇIKAR
 
Neden herkes yazamıyor, peki? Ortalıkta roman etiketi taşıyan ama edebî bir deÄŸer taşımayan binlerce kitap var. Üç gün sonra hiç birinden bir iz, bir niÅŸan kalmayacak.
 
Bazıları yüzbinlerce satan bu paçavraları kaleme alanlar "roman" yazamıyorlar, çünkü nefislerine uyuyorlar! Åžaşırdınız, deÄŸil mi? Bize çocukluÄŸumuzdan beri bilhassa roman ile sinemanın "nefse uymanın araçları" olduÄŸu belletildi. Hakikat bunun tam tersidir! Özellikle ilahiyat kökenli hoca ve dostlarımdan bazen yazılarıma aldığım tepkilere de yansıyor bu büyük hata. Romantik, realist, modernist, postmodern... bütün formlarıyla hakiki roman, nefsi denetim altına alabildiÄŸiniz ölçüde ortaya çıkan bir bilim/sanattır. Le Guin ÅŸöyle devam ediyor: "Ä°çimdeki o hikâye benim amacım. Ben onun aracıyım. EÄŸer kendimi, egomu, arzu ve fikirlerimi, zihinsel çerçöpümü bir kenarda tutabilir, hikâyenin odağını bulabilir ve hikâyeyi takip edebilirsem, hikâye kendini anlatacaktır..."1
 
Fikri de arzu ve diÄŸer "zihinsel çerçöp" ile bir tutuyor gibisiniz. Bu aşırıya kaçmak olmuyor mu?
 
Fikirsiz elbette hiçbir ÅŸey yazılamaz, fakat hakiki hikâye/roman "önceden sabitlenmiÅŸ" fikrin basit bir aleti deÄŸildir. Roman yazmak, bir keÅŸif sürecidir; yazar, kahramanlarıyla beraber, kendini ve cemiyeti yenibaÅŸtan keÅŸfeder. Anlamaya ve anlam vermeye çalışır. Kahramanları onunla konuÅŸur; yoksa iç sesini duyamaz. Tanpınar, Le Guin'den yetmiÅŸ yıl önce, Abdülhak Hamid'i deÄŸerlendirirken hemen hemen aynı tespitleri yapıyordu: "Hamid, devrinin fikirlerini birer isimle giydirerek karışık bir maceranın içine atar; arkalarından itebildiklerine ahlâkî zaferler kazandırır. Zavallı Lady Finten'in bu kadar ısrar karşısında hakikaten kötü bir insan olmaması kabil midir? Aziz Ä°bn-i Musa o kadar fazilet altında yaÅŸayabilir mi? Fakat iyi olmak kadar kötü ve zararlı olmak için dahi yaÅŸamak ÅŸarttır; hâlbuki muharririn üzerine yığdığı ÅŸeyler altında bu kahramanların yaÅŸamasına imkân yoktur."2 Yazar, kahramanlarına abanmamalıdır. Kahramanlar "kendi hayatlarını" yaÅŸayamıyorlarsa, yazılan roman deÄŸil, ısmarlama gazete tefrikası olur. Fikrin olacak pek tabii, yazar efendi. Lâkin onu kurguda eritmeyi bileceksin. Erimezse, içindeki hikâyeyi yok eder.
 
 
YAZAR SADECE KAYIT TUTMALI, KAHRAMANLIÄžA SOYUNMAMALI
 
Genelde dillendirilenlerin tam aksini düÅŸünüyorsunuz. Sorunun ikinci kısmına geçmeden, bize bu noktaya geliÅŸinizin de hikâye yahut romanını kısaca anlatsanız!
 
AÄŸrı Lisesi'nde çok iyi bir matematik hocamız fakat berbat bir edebiyat hocamız vardı. Aslında iyi bir insan ve birinci sınıf bir kaleciydi; fakat "çarpık eÄŸitim sistemi" onu spor öÄŸretmeni yerine edebiyat öÄŸretmeni yapmıştı. Muhtemelen çalışkan bir arkadaşından edindiÄŸi defterden sürekli bize tanımlar yazdırır, zil çalınca da arkasını dönüp giderdi. Matematik bilgim sayesinde BoÄŸaziçi mühendisliÄŸi kazandım; fakat asıl yuvam edebiyat fakültesi imiÅŸ. Aynı yıllardaki fikrî kutup yıldızlarım Necip Fazıl ile Sezai Karakoç olmasına raÄŸmen, edebî zevkimi Peyami Safa'dan aldım diyebilirim. Peyami Bey'in neredeyse bütün romanlarını okuduÄŸum hâlde, favorim Fatih-Harbiye idi. Åžimdi anlıyorum ki, bu tercihimin arkasındaki itici güç Necip Fazıl'dı. Onun da bilhassa Tohum adlı oyunundan çok etkilenirdim. Yıllar sonra anladım ki, bu iki "hoÅŸ" kitap, iki üstadın fikirlerine alet ettikleri ve bizi o yaÅŸlarda "ser-hoÅŸ" eden birer ideolojik kurguydu.
 
Oysa onlardan yarım asır evvel, üstelik bir tefekkür ve edebiyat siması olarak her ikisinin de ayarında olmayan Nâbizâde Nâzım bile, romanın esasını çok daha iyi kavramıştı: "Vukûâta kendi hissiyât ve mütâlaâtını hiçbir veçhile katmamak, hakîkî romancının vezâif-i esâsiyesinden olmaÄŸla, hikâye (Karabibik) hep o sûrette yürütülmüÅŸtür. Bulacağınız hükümler ve mütâlaalar hep eÅŸhâs-ı vak'anın kendi mallarıdır, benimle hiçbir irtibatları yoktur. EÅŸhâs-ı vak'ayı kendi fikirlerince, kendi lisanlarınca söyletmek kavâid-i mevzûdan olduÄŸu cihetle ben de mükâlematı o sûret-i tabiiyesinde zapt ve kaydeyledim."3Yani kendisi sadece kayıt tutmuÅŸtur; eyleyen ve söyleyenler, hikâyenin kahramanlarıdır. Bunu anlamış olanlar muhakkak iyi romanlar yazar demiyorum. Ama iyi roman yazmanın anahtarı budur. Ä°stisnalar bir yana, Türkiye'de yazar ve düÅŸünürler kurgu dilini ya kavrayamamış yahut da uzak durmuÅŸlardır.
 
ROMAN KAHRAMANI, YAZARINA KAFA TUTMALI
 
Fatih-Harbiye bizim de ilk göz aÄŸrılarımızdan biriydi. Orada eleÅŸtirdiÄŸiniz noktayı biraz daha açsak iyi olacak galiba.
 
Peyami Safa bu romanı zaten eksik buluyor ve eleÅŸtiriyor. Buna raÄŸmen okuyucularda belki en fazla etki uyandıran eseri de bu oluyor! Alın size sosyolojik bir tez konusu. Ben romandaki fikirleri eleÅŸtirmiyorum; o baÅŸka bir meseledir. Romanın, yazarın fikir ve ideolojisi için basit bir araca indirgenmesini doÄŸru bulmuyorum. Bunları Roman Diliyle Ä°ktisat kitabımdaki iki yazıda, Unamuno'nun Sis romanıyla karşılaÅŸtırmalı biçimde anlattım; burada kısa bir özet vereyim. "Romancı Kadere Hükmedemez!" baÅŸlıklı ilk yazıya Balzac'a atfedilen bir anekdotla baÅŸladım: Balzac, yazmakta olduÄŸu romanın kahramanı ölecek diye aşırı üzülünce, bir dostu, "Kurgu senin deÄŸil mi, öldürmeyiver!" der. Balzac'ın cevabı: "Ben kaderi deÄŸiÅŸtiremem!" Peyami Safa, Fatih- Harbiye'de kadere hükmetmek istiyor. Böylece, çok baÅŸarılı olabilecek bir romanı, son birkaç sayfasında sıradan bir teselli risalesine dönüÅŸtürüyor. Realist baÅŸlıyor, romantik noktalıyor. Batı'da romantizm, geleceÄŸi inÅŸâya yönelik bir rüya; bizde ise geçmiÅŸi korumaya dönük bir avunma.
 
Romanda "Fatih kızı" Neriman, zengin akrabalarının da etkisiyle, Harbiye hayatına özenmeye baÅŸlıyor. Bu iki semt arasında üç beÅŸ km mesafe, fakat üç beÅŸ asırlık zihniyet farkı vardır. "Neriman, BeyoÄŸlu'na çıktığı vakit, halis Türk mahallelerinde oturanların çoÄŸu gibi, kendini büyük bir seyahat yapmış sanırdı." Her gidiÅŸinde Fatih çok uzakta kalıyor, bu kısa mesafe ona Afgan yolu kadar uzak görünüyor ve "Kâbil'le New York arasındaki farkların çoÄŸuna Ä°stanbul'un bu iki semti arasında kolayca" rastlanıyordu. Tabiatıyla, kahramanımız musıkisinden ezanına kadar, Fatih semtine ait ne varsa onlardan sıyrılıp yeni bir insan olma arayışına giriyordu. Fatihli Åžinasi onu gönülden severken, Neriman'ın peÅŸine takıldığı Harbiyeli Macit duygusuz bir züppeydi. Åžinasi, Neriman'ı geçmiÅŸe ve geleneÄŸe doÄŸru; albenili rakibi Macit ise geleceÄŸe ve modernliÄŸe doÄŸru çekiyordu. Romanın beÅŸte dördü bu minval üzere devam ederken, yazar birden çark edip Neriman'ı uyandırıyor ve cici kızımız tekrar Fatih ruhuna bürünüyor!
 
Bu kolaycılık, diyorsunuz.
 
Evet. Bu kolaycılık, Peyami Safa çapında bir romancıya yakışmıyor. Unamuno'nun Peyami beyden 17 yıl önce kaleme aldığı Sis romanının kahramanı Augusto, ruhundaki fırtınaların sonucunda intihar etmeye karar veriyor. MutsuzluÄŸunun kaynağı olarak kendini gördüÄŸünden, nefsine kıymak istemesi de mantıklı gözüküyor. Fakat bir de yazara danışayım diyor! Unamuno ona intihar edemeyeceÄŸini, çünkü zaten yaÅŸamadığını, gerçek deÄŸil kurgusal bir varlığının olduÄŸunu söylüyor. "Ölmek için, önce yaşıyor olman lazım!" diyor. Roman kahramanı ise yazara, asıl yaÅŸayanın kendisi olduÄŸunu, Unamuno'nun "Augusto'nun öyküsünün dünyaya gelmesi için bahaneden baÅŸka bir ÅŸey olmadığını" söyleyerek itiraz ediyor. Don KiÅŸot mu, Cervantes mi, hangisi daha gerçek, diye soruyor. Ä°ÅŸte roman budur; kahramanı, yazara kafa tutabiliyor. Peyami Safa bu manipülasyonla, bir muhafazakâr olarak benim de ruhumu okÅŸayan bir kurgu ortaya koymuÅŸ olsa da, Fatih-Harbiye ile kızı deÄŸil babayı; geleceÄŸi deÄŸil geçmiÅŸi kurtarıyor.4
 
FÄ°RAVUN ROMAN YAZAMAZ!
 
Sorumun son kısmı ÅŸuydu: Roman yaÅŸamın bir yankısı olmanın ötesine geçebilir mi?
 
Romancı haddini bilirse, evet! Hubris duygusuyla yazılır roman, tanrı pozu takınarak. Bu anlaşılmayacak bir ÅŸey deÄŸil elbet; roman yazacaksanız, ister istemez bir dünya "yaratacaksınız". Fakat romancı tanrı olmadığını da biliyor, çünkü ölümlüdür, herkes gibi o da bir gün dünya hayatını terk edecektir. Ä°mdi, Tanrı, her ÅŸeye kadir olduÄŸu hâlde, yarattığı insanlara irâde bahÅŸediyor; onları kuklalaÅŸtırmıyor. Romancı, Tanrı taklidi yapmakla yetinmeyip, Tanrı'nın kullarından esirgemediÄŸi özgürlüÄŸü kendi kahramanlarından esirgerse, roman ortaya çıkmaz. Ä°yi romancılar Tanrı'ya öykünür, kötülerse hadsizlik edip Tanrı'yı aÅŸmaya çalışırlar. Firavun roman yazamaz! Roman, bütün sanatlar gibi, hayatı hem güzelleÅŸtirir hem de ötesine geçer. Tıpkı iyi bir mimarî eserin tabiatı güzelleÅŸtirmesi gibi. BoÅŸuna ars longa vita brevis denmemiÅŸ.
 
Sanat uzun, hayat kısadır. Ben de haddimi aÅŸmıyorsam, hakiki sanatın ilahî vahiyden bir cüz olduÄŸunu hissediyorum. Ä°ddia deÄŸil, his; içimdeki hikâye. Ä°nsanın, hayatın, ölümün hakikatına açılan küçük bir penceredir sanat. Tuhaf olan, dindar insanların sanatı vahiy karşıtlığı; seküler olanların da vahyi sanat karşıtlığı olarak algılamasıdır. KalıplaÅŸmış zihinlerine ağır birer zırh giydiriyorlar sanki. Bu iki cehalet cephesinin ortak paydası, "hangi dünyaya kulak kesilmiÅŸse öbürüne sağır" olmasıdır. Oysa "o ferah ve deliÅŸmen gözüken birçok alınlarda / betondan tanrılara kulluÄŸun zırhı vardır."5 Bak, anlatmak istediÄŸim hakikat ÅŸiirle ne kadar rahat dile getirilebiliyor. Ä°ÅŸte budur sanat...
 
Romanlara inanmak, içindeki öykünün, o ideal masalsı dünyanın aynısını hayatın içinde bulamadığımız için bazen bizleri hayal kırıklığına uÄŸratabiliyor. Bu dengeyi nasıl kurmalı, rüya nerede biter, gerçeklik nerede baÅŸlar?
 
Bu ay Nihayet dergisinde bir çocuk romanını ele alıyorum: Alice Harikalar Diyarında. Aslında Oxford'da matematik profesörü olan Lewis Carroll, bir arkadaşının üç kızını eÄŸlendirmek maksadıyla kaleme almış hikâyeyi (1865). Yedi yaşında bir kız çocuÄŸunun "kaderini kendinin çizmesine" dair bir "bireyleÅŸme" hikâyesidir bu. Çocuk romanlarına yeni baÅŸtan eÄŸilmeden önce, Batı'da bireyleÅŸme ile romanlar arasında çok yakın bir iliÅŸki olduÄŸunu biliyorsam da, bunu daha çok yetiÅŸkinlerle sınırlı sanıyordum. Oysa Alice yedi yaşındadır ve yaÅŸadığı hayattan usanmıştır! Bu can sıkıntısı onu bir Don KiÅŸot gibi, bir Robinson Crusoe gibi yollara düÅŸürecektir. Tabiatıyla, bu düÅŸsel bir yolculuktur. Yani roman bir düÅŸ ise, Alice'inki düÅŸ içinde düÅŸtür.
 
 
Ä°kinci kitabın (1871) sonunda asap bozan kediyle tam da sorduÄŸunuz rüya ve gerçek meselesini dillendiriyor yazar: "Bak Pisicik, düÅŸü gören ya ben olmalıyım ya da Kızıl Kral. O benim düÅŸümün bir parçasıydı elbette ama ben de onun düÅŸünün bir parçasıydım! Gerçekten düÅŸü gören Kızıl Kral mıydı Pisicik? Ah Pisicik, çözmeme yardım et!" Sinirbozan kedi yavrusu patisini temizlemeye devam edip, soruyu duymazlıktan geliyor. Ve kitap ÅŸu soruyla noktalanıyor: "Peki, sizce bu düÅŸü kim gördü?" Böylece okuyucu da romanın içine çekilmiÅŸ oluyor. Açık bir metindir roman, hayat gibi, düÅŸ gibi, bittiÄŸi yerden baÅŸlar.
 
GEÇÄ°P GÄ°DEN ZAMAN DEĞİL, BÄ°ZÄ°Z
 
Romanlara iktisatçı ve toplumbilimci gözüyle bakmanız da zaten Nihayet yazılarınızla baÅŸladı ve ilk yazılarınız Roman Diliyle Ä°ktisat'ta kitaplaÅŸtı; sonra sırasıyla Roman Diliyle Siyaset ve Roman Diliyle Ä°ÅŸ Hayatı ile devam etti. Romanperver Ä°ktisatçı'da bütün bunların muhasebesini yapıyorsunuz. Sırada neler var?
 
Aslında bu tarzdaki ilk yazım tam 30 yıl önce Dergâh dergisinin ilk sayısında yayımlandı. Müteakip yıllarda bir yandan ÅŸirket danışmanlığı, bir yandan yüksek lisans ve doktora çalışmalarım; ikisinden de önemlisi Bilim Sanat Vakfı'ndaki eÄŸitim faaliyetlerimiz beni "düÅŸsel alandan" uzak tutu. Yıllar sonra anlıyorum ki, asıl diÄŸer faaliyetlerim birer düÅŸ imiÅŸ. Yüzlerce roman karakteriyle birbirimizin düÅŸünde yaÅŸamışız. Kitaplara gelirsek. Roman Diliyle Ä°ktisat'ta kırk kadar roman üzerinden insanoÄŸlunun iki büyük kurgusunu anlamaya çalışıyorum: Zaman ve Para. Ä°kisi de düÅŸsel. "Zaman geçip gidiyor!" diyoruz. Oysa geçip giden biziz, Zaman -her ne ise- olduÄŸu yerde duruyor! "Åžu kadar param var!" diyoruz. Oysa paraya sahip olunamaz, para bize sahip olur. Bu hakikatları bize ne tarih anlatabilir, ne toplumbilim. Hayatın bu en esaslı meselesinde romanbilimin eline su dökemezler. Zamanın paraya dönüÅŸüp insanları nasıl bir azınlığın hükmü altına soktuÄŸunu anlamak için sadece Marx'ın, Weber'in, Keynes'in yazdıklarını deÄŸil; Oz Büyücüsü'nü, Küçük Prens'i, Momo'yu da okuyun!..
 
Zaman ve paradan sonra ulus kavramına geçiyorsunuz galiba.
 
Evet, Roman Diliye Siyaset, yanlışlıkla millet diye tercüme ettiÄŸimiz ulus (nation) kurgusuna odaklanıyor. Her ulus bir romandır; Avrupa için yüceltici, bizim için alçaltıcı bir hikâye. Onlar bütünleÅŸerek ulus oldular; biz parçalanarak ulus bile olamadık. Yükselmenin de maliyeti var tabii; ulusluÄŸu becerenler sonra kendi aralarında iki dünya savaşına sürüklenip de ulusluktan ağızları yanınca, ulus-üstü bir Avrupa milleti oluÅŸturma çabasına girerken; biz alçaldığımız ulusların bile fazlaca büyük olduÄŸunu düÅŸünüp ulus-altına doÄŸru kaymaya baÅŸladık: Bugün Türkiye ve Ä°ran dışında kendi ayakları üzerinde durabilen, hiçbir "halkı Müslüman ulus" yoktur! Bu iki ulus da sırat köprüsünden geçiyor gibi yaÅŸamaktadır. DüÅŸten uyanamıyoruz da, çünkü –Halide Edib, Tanpınar ve Kemal Tahir'e raÄŸmen- bu romanın romanını kâmilen yazamadık. Bu çaÄŸda, romanı yazılmamış olgunun hakikatı meçhul kalır.
 
Üçüncü eserinizin giriÅŸini ilginç buldum: "Bir Müsiad Danışmanının Nafile Romanı". Ne demek istiyorsunuz?
 
Roman Diliyle Ä°ÅŸ Hayatı benim sevgili MÜSÄ°- AD'ımla bir yüzleÅŸmedir. TekelleÅŸmiÅŸ büyük sermaye çevrelerini temsil eden TÜSÄ°AD'a karşı hakiki bir serbest piyasa zihniyetini hakim kılmak maksadıyla yola çıkan bir avuç genç iÅŸ adamının kurduÄŸu bu Müstakil/ Müslüman giriÅŸimciler derneÄŸinin yaklaşık çeyrek asır iktisat danışmanlığını yaptım. DerneÄŸin dünya görüÅŸünü yansıtan meÅŸhur mültivizyon metinlerinin hemen hepsini ben yazdım. Yeni Åžafak gazetesindeki ilk yazım TÜSÄ°AD-MÜSÄ°AD karşıtlığını netleÅŸtirmeye yönelikti: "MÜSÄ°AD gençliÄŸi, dinamizmi, yerliliÄŸi temsil ediyor; TÜSÄ°AD orta yaşı, yarı hareketliliÄŸi, kozmopolitliÄŸi. Biri rekabet isteyenlerin yuvası, diÄŸeri tekele koÅŸanların karargâhı." Kırk yaşımın eÅŸiÄŸinde, hızımı alamıyor, farkı berkitmek için tarihin derinliklerine dalıyordum: "MÜSÄ°AD ve piyasada gerçek anlamda serbestî peÅŸinde koÅŸan giriÅŸimci toplulukları birer hilfu'l-fudul örneÄŸidirler. Cahiliye Mekke'sinde, piyasa üzerinde baskı kuran ve serbest iliÅŸkilerden yana olanlara zulmeden ekabire karşı kurulan bu ittifak faziletlilerin iÅŸbirliÄŸi anlamına gelmektedir. Fudul (veya fuzul) aynı zamanda marjinal demektir.
 
Bu durumda hilfu'l-fudul köÅŸeye sıkıştırılanların iÅŸbirliÄŸi demek olur. Kavram her iki çaÄŸrışımıyla da modern dünyaya denk düÅŸmektedir. Erdemlilerin veya baskıya maruz kalanların iÅŸbirliÄŸi." Yazıda modern dünyanın temel niteliÄŸinin "ekonomik örgütlenmeyi merkeze almak" olduÄŸunu belirttikten sonra, siyasî ve askerî örgütlerin ekonomik örgütlenmenin saÄŸladığı rantı muhafazayla görevli olduklarını vurguluyordum: "Serbest piyasa kolay kolay rant kaynağı olmaz. Onun için ‘büyükler' her zaman serbestîden kaçarlar." Bu gerçeÄŸin din veya kavmiyetle de doÄŸrudan alâkası yoktur, diyordum. Nitekim Hz. Peygamber, kendisine hilfu'l-fudul hatırlatılınca ÅŸöyle buyurmuÅŸtu: "Abdullah ibn Cüd'an'ın evinde öyle bir antlaÅŸmaya ÅŸahit oldum ki, orada bulunmayı kızıl tüylü develere sahip olmaya deÄŸiÅŸmem. Ä°slam'da böyle bir ÅŸeye davet edilsem muhakkak giderdim." Yani Allah elçisi, Ä°slam'da da iktisadî hayat üzerinde baskı kurulabileceÄŸini, bunlara karşı da bir erdem birliÄŸi oluÅŸturmanın Müslümanların görevi olduÄŸunu belirtiyordu.
 
Olabilecekleri düÅŸünerek, ÅŸöyle bir uyarıyla yazıyı noktalıyordum: "MÜSÄ°AD'lar gerçekten tekel güçlerinin zayıflatılmasını ve ülkede gerçek piyasa güçlerinin (iktisadî, siyasî, kültürel) bütün alanlarda egemen olmasını amaçlıyorlarsa, muhakkak zafere ulaÅŸacaklardır. Ama maksatları günün birinde TÜSÄ°AD olmaksa, karşılarında yeni hilfu'l-fudul'lar bulacaklarını bilmelidirler."6 Üç yıl önce MÜSÄ°AD'ın düzenlediÄŸi Vizyoner 2017 programında konuÅŸurken onlara bu defa Tolstoy'un Ä°ncil tefsirini hatırlattım. Tolstoy, Hz. Ä°sa'ya sevgisinden ama papazlara öfkesinden Ä°ncil'i "yeniden yazmaya" teÅŸebbüs etmiÅŸ ve 20. asrın birçok düÅŸünürünü derinden etkileyen Kısa Ä°ncil'i hazırlamıştı. Pervasızlığının gerekçesini ÅŸöyle izah ediyordu: "Kutsal Kitabı ancak dindar insan anlayabilir. Dindar, yani zenginliÄŸin bozmadığı insan!" Dikkat edin! Kitab'ı yoksul insan, hatta bilgin insan anlar demiyor; zenginliÄŸin (gücün) bozmadığı insan! Ben de Roman Diliyle Ä°ÅŸ Hayatı'nda yirmi kadar roman üzerinden bu ve benzer meselelerle yüzleÅŸmeye çalışıyorum. Biz bu yüzleÅŸmeyi ÅŸimdi yapmazsak, gelecek nesillerin gözlerine bakmaya yüzümüz kalmaz!..
 
HÄ°KÂYEYÄ° KÄ°M YAZIYORSA EFENDÄ° DE ODUR
 
Roman Diliyle Emperyalizm'de herhalde edebiyat üzerinden bir sömürgecilik eleÅŸtirisi yapıyorsunuz. Bu tarzdaki bazı yazılarınızı Derin Tarih'ten takip etmiÅŸtim. Peki, tarih, iktisat, siyaset bilimi gibi disiplinler varken, sömürgeciliÄŸi romanlar üzerinden okumaya çalışmak ne kadar gerçekçidir?
 
Çok gerçekçidir, çünkü sömürgecilik, sömürgecinin askerî, siyasî veya iktisadî gücü ölçüsünde deÄŸil, edebî gücü ölçüsünde kökleÅŸir. Sömürge veya yarısömürge olmuÅŸ ülkeler, sonradan siyasî bağımsızlığa kavuÅŸup iktisaden güçlenseler bile, hikâyelerini kim yazıyorsa, efendileri odur. Tarih de bu hikâyeye dahildir. Roman Diliyle Siyaset'in "Emperyalizm Tarih Yazıyor!" bölümüne ÅŸöyle giriÅŸ yapmıştım: "Sömürgecilik ve daha geniÅŸ anlamda emperyalizm, sadece belirli ülke veya bölgelerin doÄŸal kaynaklarına el konması, ekonomilerinin Merkez'e baÄŸlanması deÄŸildir. Ülke siyasetlerinin ve bugüne ait her ÅŸeylerinin denetim altında tutulması da deÄŸildir. Bu gaspın sürekli olabilmesi için, ülke tarihinin Merkez'e baÄŸlanması, Merkez'in bakışıyla yeniden yazılması gerekir: Asıl emperyalizm budur"7
 
 
Hangi romancıları öne çıkarıyorsunuz kitapta?
 
Birinci bölümde üç Afrikalıyı: Kenyalı Marksist Ngugi wa Thiong'o, Nijeryalı Hristiyan Chinua Achebe ve Senegalli Müslüman Åžeyh Hamidu Kan. Neyi anlatıyorlar? Çok ÅŸeyi ama esasta Alman/Ä°ngiliz/Fransız kolejlilerle yerli ve millî kolejlilerin çatışma ve mücadelelerini. Sonuç? Ä°kinciler birincilere dönüÅŸerek onları altediyorlar! Anlatılan, bizim de hikâyemiz. Afrika romanı, sömürgeciliÄŸe itaatkâr direniÅŸe can veren ve bir ölçüde de alet olan özgün bir edebî etkinliktir. Ä°syan ve itaat iç içedir. Yarım yüzyıl öncesine kadar, Afrikalılar kendi dillerinde roman yazmıyorlardı. Batılı edebiyat otoritelerine göre, Afrika toplumları geliÅŸip modernleÅŸtikçe, Afrika edebiyatı da giderek BatılılaÅŸacaktı. Afrika alfabesiz toplumdan okur yazarlığa, köylülükten ÅŸehirliliÄŸe, cematten bireylere dönüÅŸtükçe, roman da bu evrilmeleri resmedecekti. Achebe 1975 yılında yayımladığı ünlü eleÅŸtirisinde, edebiyata bu arsız Avrupamerkezci yaklaşımı sömürgeci diye nitelendirip reddetti. "Batılı bir yazarın eseri otomatik olarak evrensel kabul ediliyor. O standarda ulaÅŸmak da baÅŸkalarına düÅŸüyor. Sanki evrensellik Avrupa veya Amerika istikametinde alınması gereken uzun bir yoldur da, kendinizle yurdunuz arasına yeterince mesafe koyduÄŸunuz zaman siz de eriÅŸebilirsiniz." 8
 
BildiÄŸim kadarıyla Afrikalı yazarların çoÄŸu romanlarını Ä°ngilizce yahut Fransızca yazıyorlar. Böyle yapmakla "kendileriyle yurtları arasına yeterince mesafe koymuÅŸ" olmuyorlar mı zaten?
 
Haklısınız. Dekolonizasyon sürecinde Afrika asıl ÅŸiir ve hikâyeleriyle dirilecek ve kendi "evrenselliÄŸini" yazıya dökecekti. Ama hangi dille? Birkaç nesil süren sömürge ÅŸartları, hikâye yazabilecek olanların hepsini "efendinin dilini" konuÅŸur hâle getirmiÅŸti. "Afrika'ya ait fikirleri Afrikalı olmayan dillerle" nasıl ifade edebileceklerdi? Yabancı bir dille beraber, yabancı fikirler de zihinlerine doluÅŸmayacak mıydı? Ä°lk yapılan, Avrupa dilleriyle oynamak suretiyle, onları "Afrika fikirlerini dillendirmeye uygun duruma getirmek" oldu. Achebe Avrupaî roman formunu kullansa da, karakterlerinin diyalogları için AfrikalılaÅŸtırılmış bir Ä°ngilizce geliÅŸtirmeye büyük çaba harcadı. Fakat yerli dilde yazmaya doÄŸru ilk hamle Ngugi wa Thiongo'dan geldi.
 
Ruhuna dinin bütün güzellikleri sinmiÅŸ bir sosyalist olan Ngugi'nin romanları Mesihlerle doludur ve kabile mitolojisi ile Kitab-ı Mukaddes iç içedir. Yerli adları olan devrimci kahramanları ya birer Ä°sa'dırlar, yahut Musa. Ä°ngilizce yazdığı ikinci romanında, bu Marksist aydın, yurtseverleri birer Ä°sa olmaya çağırıyordu: "Kenya'da bir ÅŸeyleri deÄŸiÅŸtirecek ölümler gerek, yani gerçek fedâlar. Ama önce çarmıhımızı taşımaya hazır olmalıyız. Her kim Kenya'nın özgürleÅŸmesi için çarmıhı göÄŸüslerse, Kenya halkı için gerçek Ä°sa odur."9 Öyle ateÅŸli yazıyordu ki, onu dindar bir yazar sanıyordular. Oysa alenî bir Marksistti ve Ä°ncil'i, Hristiyanlığa karşı kullanıyordu; yurdunu "beyaz zulüm"den kurtarmak için.
 
Onları, dindar olmadıkları hâlde dindarca (Ngugi) veya putperest olmadıkları hâlde kabile inancını paylaşıyormuÅŸ gibi (Achebe) davranmaya iten neydi? Bizde olsa buna düpedüz samimiyetsizlik denir.
 
Åžunu hissediyorum: Bunların ruhları halkları tarafından gebe bırakılmıştır. Halklarına ve ruhlarına sinmiÅŸ hikâyeye iman ediyorlar. Hrıstiyan yahut Marksist olma durumları bundan sonra geliyor. Achebe, "bombalara karşı hikâyenin gücüne inanıyorum" diyor! Hrıstiyan bir ailede büyümesine raÄŸmen, putperest yerel gelenek ve tarihten kopmuyor. Üniversitede bir süre tıp okuduktan sonra Ä°ngiliz Edebiyatı bölümüne geçiyor. "Yanlış bir adım atıp hikâyeleri terk etmiÅŸtim; ama onlar beni bırakmadılar." Dikkat edin, tıpkı Le Guin gibi, o da içindeki hikâyeye kulak verdiÄŸi ölçüde roman yazabiliyor. Ä°lk romanı Parçalanma'da Nijerya'nın iki büyük halkından biri olan Ä°gbo'ların küçük bir klanında, sömürgecilerin geliÅŸiyle her ÅŸeyin nasıl parçalanıp döküldüÄŸünü "canlandırıyor".
 
Kadınlara ve çocuklara göz açtırmayan sert erkeklerin "ikiz doÄŸan çocuklarını lânetli diye ormana attıkları" bir beldenin, beyaz misyonerler marifetiyle nasıl çözüldüÄŸünü; babalarının despotluÄŸuna tahammül edemeyen ince ruhlu gençlerin, ikizleri ormana atılan genç annelerin nasıl din deÄŸiÅŸtirdiklerini ibretle izliyoruz. Ä°kinci romanda bu ilk mühtedilerin çocukları okumak için Londra'ya gidecek ve bu sefer "dinsizleÅŸip" geri döneceklerdir. Parçalanma içinde parçalanma. Böylece ikinci romanın baÅŸlığına da ulaşıyoruz: Artık Huzur Yok! Üçüncü romanda inadı yüzünden halkın iktisadi meselesini çözümsüz bırakan din adamı, halkını Kilise'ye kaptırıyor: Tanrı'nın Oku. Achebe'nin kurgusu roman olduÄŸu kadar, bir edebî antropoloji. Kurgu üzerinden hem "geleneksel" toplumun zihniyetini; hem de piyasa ekonomisi yaygınlaÅŸtıkça bundan nasıl etkilendiÄŸini çok çarpıcı biçimlerde takip edebiliyoruz.10
 
Üçüncü romancınız bir Müslüman: Senegalli Åžeyh Hamidu Kan. Onun Mahrem Macera romanı (L'Aventure Ambigue, Julliard 1961, Yeryüzü 1982) kırk yıl kadar önce yayımlandı Türkiye'de, fakat sanırım hiçbir iz bırakmadı.
 
Haklısınız. Hamidu Kan çok az yazmış olmasına raÄŸmen, Afrika romanının zirvelerinden biri sayılıyor. Achebe bir konuÅŸmasında bu romandan övgüyle söz ediyor ve uzun alıntılar yapıyor. Åžeyh Hamidu Kan'ın romanında ana mesele sömürgeci Avrupalılara karşı nasıl bir strateji takip edilmesi gerektiÄŸidir. Halk "keresteleri birbirine çatmasını daha iyi öÄŸrenmek" ve "daha besili olmak" istiyordu. Beyazlara haksız yere yenildiklerine göre, çocuklarının "haksız yere yenme sanatı"nı öÄŸrenmeleri gerekiyordu. Bu düÅŸünceler dinî otoriteyi (Üstad'ı) ürpertiyordu. "Åžeytanın deÄŸiÅŸik kılıklara girmesi gibi, besili olmanın da daha baÅŸka tarafları vardı. ÖÄŸrencileri hakikatten uzak, bu dünyaya baÄŸlı kılmaya çalışan ÅŸey, besili olmanın ta kendisiydi."11 Romanda dinî otoritenin yerini alabilecek soylu hafız adayı Samba Diallo zihnî ve ahlâkî bir "çöküÅŸ" yaÅŸarken, bu yüce makam onun kadar yetkin olmayan köylü Demba'ya kalıyordu. Bu sadece Senegal'in yahut Afrikalıların kaderi miydi? Yoksa umumî manzara Ä°slâm dünyasının her yerinde aynı mıydı? Soylular sisteme ayak uyduruyor, köylüler de ehlileÅŸtirilip iktidara mı getiriliyordu?
 
Bu romanlar bizim de hikâyemiz, demiÅŸtiniz. Biraz da ülkemize gelelim mi?
 
Senegalli Åžeyh Hamidu Kan'dan kırk yıl kadar önce, ilk Avrupaî Türk kadınlarından biri sayılan "soroptimist" Müfide Ferit Tek, edebiyatımızda artık asar-ı antikadan sayılan bir roman yazdı: Pervaneler. Romanda Robert Kolej'i andıran Bizans Kolej, Bebek yerine Heybeliada sırtlarına kurulmuÅŸtur. Okula doÄŸru yürüdüÄŸünüzde kendinizi "Ä°stanbul'un haricinde, ayrı bir ülkeye girmiÅŸ" sanıyorsunuz. Bir kale köprüsünü temsil için yapılan meÅŸhur taÅŸ köprüye geldiÄŸinizde, "ayrı bir devlet hududunu" aÅŸmakta olduÄŸunuzu hissetmemeniz mümkün deÄŸil. "Ä°stanbul'un tam karşısında tıpkı müstakil ve hâkim bir devlet gibi" Heybeli'nin tepesine yerleÅŸmiÅŸ bir menba-ı medeniyet.
 
"Marmara'nın mavi ipek sularından saçlı bir baÅŸ gibi yükselen adanın tepesinde Bizans Kolej, bu yükseÄŸe ve servete ibadet eden yeni görmüÅŸ bir memleketin zevkiyle yapılmış, kibirli ve muazzam binalarını bir istihfaf edasıyla yükseltiyor." 12 Kitab-ı Mukaddes'e atıfla Baal Mabedi'ne benzetilen Bizans Kolej, klasik edebiyatımıza atıfla da bir ÅŸem veya mumdur, öÄŸrencilerse etrafında pervane. Onları "çeken ve yakan" bir fanus. Korkunç bir deÄŸirmendir aynı zamanda, "mütemadiyen döner, içine düÅŸmek felaketine uÄŸrayan Türk kızlarını alıp terbiye çarkları arasında evire çevire Türklükten sıyırır, biraz Amerikan rengine, biraz kozmopolit ÅŸekline sokar, memleket için ölmüÅŸ, hayat için zararlı, ÅŸahısları için bedbaht birer mahlûk yaparak ortaya fırlatır."
 
Bu okulların Fikret'in oğlu Haluk gibi, Fatma Aliye'nin kızı İsmet gibi rahip ve rahibe olmuş sayısız "kurbanı" var.
 
Fatma BarbarosoÄŸlu roman/belgesel karışımı hybrid bir eserde (Uzak Ülke) bu ikincisini canlandırmak istiyor. "Muasır medeniyetlerde Osmanlı kadınına yer arayan" mümin bir âlimenin, Ahmet Cevdet PaÅŸa'nın kızı ve Devlet-i Aliye'nin ilk kadın romancısı Fatma Aliye'nin ıstırabını romanlaÅŸtırıyor. 13 Ömrünün son on yılını (1926-36), Katolik rahibesi olan kızı Ä°smet'i aramakla geçiren Fatma Aliye'nin hüznü, bu metni romandan öte ve üstün bir ÅŸey kılıyor bence. Buna bir ad bulmalıyım, dedim ama bulamadım. Tam roman deÄŸil, çünkü mü'min bir yazar olarak Fatma BarbarosoÄŸlu kahramanlarının "yaÅŸamış olabilecekleri" özel hayatlarına girmiyor; tecessüsüne gem vuruyor yani. "Türk'ten Balzac çıkmıyor!" Balzac, bir taÅŸralı merakıyla, kendisine ne kadar kapalı Paris binası varsa, hayalen içine dalıp hepsini ayrıntılarıyla anlatıyordu.
 
Adorno, içeridekiler bu kadar ayrıntının farkında bile deÄŸillerdi, diyor! Müeddep bir Müslüman yazar olarak BarbarosoÄŸlu, hatt-ı memnuyu geçmiyor. Namık Kemal'in "gönüllü sürgün" torunu Selma Ekrem'in 1930 yılında New York'ta yayımlanan, roman tadındaki acılı anılar kitabı Peçeye Ä°syan (Unveiled) ise sanki BarbarosoÄŸlu'nun 77 yıl sonraki sorularına cevap için yazılmış gibidir.14 Namık Kemal'in oÄŸlu Ali Ekrem Bolayır'ın ortanca kızı Selma Ekrem, Robert Kolej'i bitirdikten sonra "ÅŸapkasını özgürce giyebileceÄŸi" Amerika'ya kaçar. Bu karar çocukça bir hevese deÄŸil, sarsıntı geçiren bir medeniyetin, kendi çocuklarına sahip çıkma yeteneÄŸini yitirmekte olduÄŸuna iÅŸarettir. Selma Ekrem, Ä°stanbul'un iÅŸgal günlerinin acısı içinde bile en çok çarÅŸaf ve peçe meselelerini düÅŸünüyor. OkuduÄŸu Robert Kolej ıstıraplı günlerinde ona bir sığınak olur. "Bu iÅŸgal ve zulüm günlerinde, kolej kendimi özgür hissettiÄŸim tek yerdi.
 
Orada ÅŸapkamı rahatça giyebiliyor, gelecek güzel günlerin düÅŸlerini rahatça kurabiliyordum." Ä°stiklal Harbi ve Cumhuriyet'in ilanı bile Selma Ekrem'in özgürlük arzusunu dindiremez. Yeni yönetimin kadına karşı tavrı ne olacaktı? Bu ÅŸüphe atmosferinde koleji bitiren genç kız avare ve mutsuzdu. "Çalışmak istiyordum ama nerede iÅŸ bulacaktım ve ÅŸapka giyerken çalışmaya nasıl cesaret edecektim?" Böylece Amerika'ya kaçış "santim santim sürünerek ilerlediÄŸi" bir hedef hâline geliyordu. "Türkiye'de yapacak hiçbir ÅŸeyim, hiçbir ÅŸansım yoktu. KaderciliÄŸin ağır eliyle yüzyılların ağırlığı, nefesimi kesiyordu. Havanın temiz, ateÅŸli arzuları ve dili olan insanların soluk alabileceÄŸi yeni bir ülke arıyordum. Yeni insan dalgalarıyla karışan kumun bir parçası olmayı istiyordum." Roman kaçışın, zihnî ve ahlakî deÄŸiÅŸimin, deÄŸerlerdeki dönüÅŸümün en güvenilir tarihsel kaydıdır. Lukacs'ın bir sözüyle noktalayalım: "Bazı romanlar bize belirli bir çağın ve belirli bir halkın durumu hakkında en iyi tarihlerden bile çok daha fazla ÅŸey söylerler."15
 
SöyleÅŸi: Zeynep Kantarcı / Kaynak: Cins Dergi
 
Dipnotlar: 
 
1. Ursula K. Le Guin: Yazma Üzerine Sohbetler (SöyleÅŸi: David Naimon), Ä°stanbul: Metis, 2020, s. 44.
2. Ahmet Hamdi Tanpınar: Hep Aynı BoÅŸluk, Ä°stanbul: Dergâh, 2016, s. 102. (Büyük Yol, 12 Mart 1949.)
3. Nâbizâde Nâzım: Karabibik (Haz. M. Fatih Andı), Ä°stanbul: 3F, 2006, s. 11. (1890)
4. Mustafa Özel: Roman Diliyle Ä°ktisat, Ä°stanbul: Küre, 2018, s. 271-80. (Peyami Safa: Fatih-Harbiye, Ä°stanbul: Ötüken, 2020. Unamuno: Sis, Ä°stanbul: Ä°ÅŸ Bankası KY, 2020.)
5. Ä°smet Özel: Erbain, Ä°stanbul: Ä°klim, 1987, s. 29.
6. Mustafa Özel: "Hilfu'l-fudul'dan Temiz Ellere," Yeni Åžafak, 23 Ocak 1995.6.
7. Mustafa Özel: Roman Diliyle Siyaset, Ä°stanbul: Küre, 2018, s. 246.
8. Chinua Achebe: "Colonialist Criticism," 1975'den Neil Lazarus: "Modernism and African Literature," The Oxford Handbook of Global Modernisms, ed. M. Wollaeger ve M. Eatough, Oxford: OUP, 2012, s. 229.
9. Ngugi wa Thiong'o: Bir Buğday Tanesi, İstanbul: Ayrıntı, 2014, s. 126.
10. Chinua Achebe: Afrika Üçlemesi: Parçalanma, Artık Huzur Yok, Tanrı'nın Oku, Ä°stanbul: Ä°thaki, 2019-20.
11. Åžeyh Hamidu Kan: Mahrem Macera, Ä°stanbul: Yeryüzü, 1982, s. 15.
12. Müfide Ferit Tek: Pervaneler, Ä°stanbul: Kaknüs, 2002, s. 100.
13. Fatma K. BarbarosoÄŸlu: Uzak Ülke, Ä°stanbul: TimaÅŸ, 2007.
14. Selma Ekrem: Peçeye Ä°syan, Ä°stanbul: Anahtar Kitaplar, 1998.
15. Beverley Southgate: History Meets Fiction, London: Perason, 2009, s. 9.

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.