Sosyal Medya

Konferanslar

İhsan Fazlıoğlu: Amentü'nün bedelini ödemek konferansı-I

Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu hocamızın “Âmentü'nün bedelini ödemek: -Ne yapmalı? Bedel, Bakış ve Süreklilik” başlıklı İLEM (İlmî Etüdler Derneği) Yaz Okulu Açılış Dersi’ni değerli okurlarımızın istifadesine bölüm bölüm sunuyoruz



Biz kendimizi kandırmayı, gerçeklikten uzaklaşıp kelimelere ve sözlere sığınmayı, hatta boğulmayı seviyoruz. Çünkü insanların en büyük amacı, gece rahat uyuyacak şekilde yaşamaktır. Bunu gerçekleştirmek sadece maddî değil, aynı zamanda manevîdir de. Olup biteni gece kendisini rahatsız etmeyecek şekilde yorumlamak, insanların en büyük davranış biçimlerinden biridir. 
 
Benim ilkem ise, yalan içinde yaşayıp akşam rahat uyuyacağına; gerçeklikle yüzleşip, gece rahatsız olmaktır. Onun için konuşmam biraz –bu açıdan- rahatsız edici olabilir diye düşünüyorum. 
 
Bir alıntıyla başlayacağım, metni okuyacağım size; ondan sonra devam edeceğim:
 
 “Beş bin kişiydiler, beş bin süvari. Birkaç yıldır, ülkelerinden binlerce kilometre uzakta aralıksız savaşıyorlardı. En yakın arkadaşları, yoldaşları gözlerinin önünde ölmüştü. Maddî ve manevî olarak yorulmuş ve tükenmişlerdi. Geri dönmek için yola çıktılar; ancak bir süre sonra atları öldü, yürümeye başladılar. Açtılar; ancak iki günde bir yemek yiyebiliyorlardı; az ve kuru yiyecek. Süvari olduklarından, yürümeye hiç alışkın değillerdi; hele bu şartlarda. Tam iki ay yürüdüler, iki ay; yani altmış gün. Açtılar, uykusuzdular, yorgundular, bitkindiler. Dışarıdan bakınca; tükenmiş, son güçlerini kullanan, yürüyen ölüler gibi görünüyorlardı. Ülkelerine girdiler. Geldiklerini ve kötü durumlarını haber alan yetkili kişi, onları birlikleriyle karşıladı. Gerçekten de düştü-düşecek bir görüntüleri vardı. Dağınık bir şekilde, yetkili kişinin önünde hareketsiz duruyorlardı; çıt yoktu. Başlarındaki komutan, yetkili kişiye tekmil verdi. Yetkili kişi, ciddiyetini bozmadan, sesini hem gürleştirerek, hem de bir acıma hissi vererek şöyle dedi: 
 
‘Askerler, sizden önce bir emir geldi; derhal geri dönmenizi ve tekrar savaşa katılmanızı istiyorlar. Üç gününüz var. Tüm ihtiyaçlarınızı gidermek, gerekli atları almak ve silah kuşanmak için.’ 
 
Bu sözleri duyan, ölü kılıklı beş bin askerin birden gözleri parladı, çökmüş bedenleri dirildi, hemen sıraya girdiler; tam bir savaşçı birlik gibi dizildiler. Başlarındaki komutan, yetkili kişiye dönerek şöyle dedi: ‘Hayır! Hayır! Üç gün olmaz, çok fazla. Eğer bize ihtiyaç varsa, gerekirse bugün bile geri döneriz; atla ya da yürüyerek.” 
 
Ben bu metni ilk defa lise yıllarında okumuştum. Kendime örnek aldığım bir tablodur. Şunu düşündüm. Kim bunlar? Sahnedeki hiç kimse Müslüman değil. Ashab’dan bir alıntı yapsam, anlaşılır bir şey, değil mi? İnanan insanlar, Hz. Peygamberin terbiyesinden geçmiş insanlar. Cennet ümitleri var. Arkadaşlar, bunlar bir Moğol Birliği. Cengiz Han’ın komutasında savaşan bir Moğol birliği. Ta o zamandan beri –ilk okuduğum tarih, lise 2’dir- bu metin üzerine çok düşündüm. İnsanın, inancının bedelini ödemesi ne demektir?
 
Nasıl bir inanç ki, nasıl bir iman ki; bu bedeli, bu inancın bedelini bu kadar rahat ve gönüllü ödeyebiliyor insanlar. Bugünkü günlük kullanımla, ne türlü bir 'motivasyon' var bu davranışın arkasında? Benim kişisel kanaatim şu: Dünya, Âmentunün bedelini ödeyen insanlara verilir. Âmentusünün bedelini ödemeye hazır olmayan insanların imanı, kuru bir gürültüdür . 
 
Öyle bir iman ki bu Moğollarınki, mevcut dünyanın yüzde 22’sini ele geçirip, 30 milyon kilometre kare kesintisiz –arada boşluk olmayan- bir kara imparatorluğu kurdular; 30 yılda... Dünyanın o dönemde yüzde 22’sini ele geçirdiler... 
 
Kişisel kanaatim, çağdaş Müslümanların en önemli sorunu –tabi bunun gerekçeleri var- Âmentulerinin bedelini ödemeye hazır olmamalarıdır. Bunun için, yükün altına girmekten kaçınmalarıdır. Bunun nedeni nedir? Bunun üzerine biraz sonra duracağım.
 
Hâlbuki Âmentu basit bir hadise değil arkadaşlar . Bizim hayat görüşümüzün ilkelerini veren, yaşamamıza anlam katan ilkeleri inşa eden bir yapıdır. Bu o zaman bize şunu gösteriyor: Çağdaş Müslümanlar olarak, bizim bir hayat görüşümüz –ben dünya görüşümüz kavramını hayat görüşümüz olarak değiştirdim- yok. Şimdi bu hayat görüşü/Âmentu o kadar önemli ki, İslam öncesi câhiliye toplumunda okuma-yazma bilen; bilebildiğimiz kadarıyla Kureyş’de on kadar adam var. Biri de –çok ilginçtir- Ebû Cehil’dir. Ebû Cehil diyoruz; ama adamın İslam öncesi künyesi Ebû'l-Hikme... 
 
Sorumuz şu: Hikmetin babası, nasıl cehâletin babasına dönüşüyor? Şimdi bu adam, Kelime-i Tevhîd ya da Şehâdet getirerek siyâsî, toplumsal ve iktisâdî statüsünü devam ettirebilirdi. Hatta İslam toplumunda, Hz. Peygamberin yanında çok önemli bir konum kazanabilir ve dahası Hz. Peygamberden sonra İslam “devletinin” yönetimini de üstlenebilirdi. Buna hem asaleten, hem zekâ açısından, hem birikim açısından müsaitti. Ama Ebû Cehil Kelime-i Şehâdet getirdiğinde, Âmentu dediğinde ne türlü bir yükü yüklenmesi gerektiğini, ne tür şeylerden vazgeçmesi gerektiğini bildiği için dürüstçe davrandı; çok dürüst bir insandı. Onun bedelini ödedi; kendi Âmentusünün bedelini ödedi. Tasavvufta, Şeytan kemal mertebesinde görülür; niye? Çünkü Şeytan işini kemâl mertebesinde yapar; en iyi şekilde yapar. Şeytan da kendi Âmentusünün bedelini öder; ödüyor; ödeyecek de... 
 
Değerli arkadaşlar, inançsız –imanı illa dinî düşünmeyin- imansız hiçbir insan yoktur; merak etmeyiniz. Her insanın inançları vardır. İnanç olmadan, imkân olmaz; bedel olmadan hiçbir imkân, mümkün olamaz. Benim aforizmam şudur: İman imkân verir, bedel mümkün kılar. Eğer bedel ödememişsek, o imkânı mümküne dönüştüremeyiz; hiçbir şey gerçekleştiremeyiz. Onun için bu dünya –biraz önce dedim- Âmentulerinin bedellerini ödeyenlerindir; bu, ister Moğol olsun, isten Müslüman olsun, ister Hıristiyan olsun, fark etmez.
 
Tarihe baktığımız zaman bunu görürüz. Büyük İskender’e bakınız; etrafında 40-60 bin arasındaki Makedon’la koca bir dünyayı fethediyorlar. Uzağa gitmeyelim; Aliya İzzetbegoviç’in etrafındaki insanlara bakıyoruz ki, çok az bir grup ve büyük imkânsızlıklar içinde, sadece Âmentulerinin bedelini ödedikleri için büyük iş başarıyorlar. Tarihin derinliklerine indiğiniz zaman, tarihteki tüm başarıların arkasında insanların inandıklarının gereklerini yerine getirme, bedellerini ödeme içinde olduklarını görürsünüz. Sebepler üzerinde az sonra konuşacağım; amahakikaten Âmentunün hakkını vermemiş adamın, kadının, kişinin 'bi-'den sonra ne koyduğu çok önemli değildir; hepsi lâfzîdir çünkü.
 
insanlara bakıyoruz ki, çok az bir grup ve büyük imkânsızlıklar içinde, sadece Âmentulerinin bedelini ödedikleri için büyük iş başarıyorlar. Tarihin derinliklerine indiğiniz zaman, tarihteki tüm başarıların arkasında insanların inandıklarının gereklerini yerine getirme, bedellerini ödeme içinde olduklarını görürsünüz. Sebepler üzerinde az sonra konuşacağım; amahakikaten Âmentunün hakkını vermemiş adamın, kadının, kişinin 'bi-'den sonra ne koyduğu çok önemli değildir; hepsi lâfzîdir çünkü.
 
Gazâlî’nin ifadesiyle, “ancak ahmaklar lafızlarla düşünürler.” Lâfzî olarak ha Allah dediniz, ha şeytan dediniz; hiç fark etmez. Çünkü biz, Allah’ı da şeytana dönüştürmesini becerecek yapıda donatılmışız. Lâfzen “Allah” diyebiliriz; ama mefhum açısından şeytan olabilir o...; 'bi'den sonra “para” da koyabilirsiniz; kısaca 'bi-' değil, Âmentu'dur çok önemli olan... Oradaki bilinç düzeyi, teyakkuz; yakaza hali, idrak seviyesi; neyi üstleneceğini, neyi sahipleneceğini, neden vazgeçeceğini idrak etme, ondan sonrakileri kabul etmeyi son derece kolaylaştırır. Bunun üzerine düşünmek, ciddi bir biçimde düşünmek gerekiyor. Denebilir ki, itikadı yani aslı, kökü sağlam olmayanın furûatında, dallarında da bir sürü sorun ortaya çıkar.
 
Bir Âmentunün bedelinin ödendiği nerede görünür kılınır? Bunun delili nedir? Bu nokta çok önemlidir: Kısaca, bir teklif ve temsil sahibi olmaktır. 
Eğer bir Âmentu, teklife dönüşmemişse, yaygınlaşamaz; ve bir Âmentu, ona tabi insanlar tarafından temsil edilmiyorsa, yine karşılık bulmaz.
 
İnançlarımızı, itikadımızı, imanımızı ne kadar teklife dönüştürüyoruz? İnsanlara ne teklif ediyoruz? Ve dahi günlük hayatımızda bu teklifi kendi nefsimizde ne kadar temsil edebiliyoruz? Nazarî konuşmayacağım dedim. Onun için bir tecrübemi aktararak konuyu açık kılmaya çalışmak istiyorum: Batı Almanya’da bir uluslararası çalıştayda katılımcı bir Alman profesörün dinlenme esnasında söylediği bir cümleyi paylaşacağım. Yaklaşık 11 günlük bir çalıştaydı ve birbirimizi yeterince tanımıştık. Çalıştaya doğal olarak lisansüstü öğretim gören bazı öğrenciler de dinleyici olarak katılmıştı ve aralarında Türk öğrenciler de mevcuttu. Bir olaydan sonra bana şunu söyledi Profesör: “İhsan Bey! Burada 3 milyon Türk yaşıyor. Bana neyi teklif ediyorlar bende olmayan ki, Müslüman olayım?”
 
Bakınız bu nokta çok önemli. Oradaki 3 milyon insanın, Almanlara teklif edeceği bir şey yok. Niye? Diyelim ki var; varsa da tekliflerini temsil edemiyorlar; çünkü teklif basit bir biçimde sadece sözel olmaz, bir temsille birlikte olur; bir temsilin ona eşlik etmesi gerekir.
 
Ne olduğunuzu temsil edemiyorsanız, ne olmadığınızı insanlara ispat etmeye çalışırsınız: "Ben şöyle değilim, ben böyle değilim...” Bu kadar uğraşacağına, ne olmadığını anlatmaya çalışacağına, ne olduğunu göstersene! Onu, eline-diline, yazına-çizine, davranışına yansıtsana. O zaman bu kadar uğraşmana gerek kalmaz... 
 
Teklif sahibi olmak kolay bir iş değildir, arkadaşlar. Teklifin nazarî bir idrakine ihtiyacımız var. Müslümanların tarihteki en büyük başarısı, kanaatimce, Tevhîd merkezli akidevî inançlarını, metafizik bir düşünceye, dolayısıyla bir teklife dönüştürmeleridir. 
 
Akidevî inanç olarak Tevhîd -en azından inancımız açısından- daha önce var. Ancak “aklın, düşüncenin ilkesi hâline getirilmesi”, İslâm iledir... Mesela, Yahudilerin –şahsî kanaatimi söylüyorum- kendilerine gönderilen vahiy dinini insanlardan kaçırmalarının ve saklamalarının ve kendilerine has kılmalarının en önemli nedeni, kendisi aracılığıyla başka inançlarla, düşüncelerle yüzleşecek, konuşacak nazarî bir dil geliştirememeleri; Tevhidî inancı, metafizik bir ilkeye dönüştürememeleridir... Onun için, içe dönük yaşadılar. Evin faresi olarak kaldılar tarih boyunca. Köşede kenarda saklanarak, sadece kendilerine mal ederek... Bu nedenle Tevhîd bir inanç olarak kaldı; itikadî bir ilkeye dönüşmedi... 
 
Hıristiyanlar ise, bunu kontrolsüz yaptılar, dolayısıyla dağıldılar. Temas kurdukları kültürlerin inanç ilkeleriyle karışıp; o aslî Tevhîd ilkesini bir inanç olarak bile muhafaza edemediler; saf olarak elbette... İslam’ın -kişisel olarak söylüyorum; bunu vurguluyorum çünkü itirazlar olabilir- en önemli başarısı; Tevhidi, bir inançtan, aklın ilkesine, metafizik bir düşünceye dönüştürmesidir. Bu onu, aslî ilkelerini yani temerküz noktasını kaybetmeden, İslâm'ı tüm insanlara teklif edilebilir bir duruma getirmiştir.
 
Bakınız! Bugün kimseyi tehdit edebilecek neredeyse hiç bir maddî ve manevî gücümüz yok... Ama hâlâ korkuluyoruz. Neden? Çünkü bi'l-kuvve de olsa alternatif imkânı olabilecek, bir şey teklif edebilecek -emin olun- ilkeler çerçevesinde hâlâ safiyetini koruyan tek inanç sistemiyiz; hayat görüşüyüz... Bu konuda emin olunuz ve sağlam durunuz... 
 
Bugün sahip olduğumuz hayat görüşünün ifâdesi içler acısı bu nedenle istifâdeye konu değil. Hâlihazırda Türkiye’deki dinin, üç farklı idraki söz konusudur. Esasen tüm dinlerin idraki tarihleri boyunca böyle bir özellik gösterirler. İlk olarak her dinin mitolojik bir tarafı vardır. 'Mitolojik din', resimlerle, ödüllerle, cezalarla iş görür ve büyük kitleler bu şekilde inanırlar. İşin doğası gereği doğru olan da budur. Cenneti düşünür, cehennemden korkarlar. Tanrı onlar için büyük bir yargıçtır; cezadan kaçar, ödül talep ederler... Zaten mitolojideki mitos , biraz da resimle ilgili bir tasavvurdur. Yerinde kaldığı müddetçe, son derece gerekli bir tasavvurdur mitolojik inanç. Büyük kitleler, hakikati ancak mitoslar, resimler üzerinden idrak edebilirler; bu gayet doğaldır. 
 
Dinin ikinci idrak biçimi, psikolojiktir. Şu anda Türkiye’de yaygın olan, dindar dinsizliğin kaynağı bu psikolojik dindir... Türkiye’de çok dindar dinsizler var; dindar ama dinsiz... Niçin? Çünkü inandığı entitelerin, kavramların ontolojik bir karşılığı olduğunu düşünmüyor; bunun hesabını vermeye hazır değil. Deyiş yerindeyse saf bir epistemolojik yani cognitif bir inanç; masal gibi... Cennet, cehennem, melek... Hangimizin melek tasavvuru var, Allah aşkına..! Yalnızca sözcüklerde, lafızlarda varlık kazanan melekler var; hakikatte değil... 
 
Melekler burada mı; çevremizde, etrafımızda? Ne meleği! Bu kadar gayr-i medenî, gayr-i çağdaş bir ifâde olabilir mi? Melekleri, bilinmeyen, muhayyel bir uzaya sürdük... Melekleri etrafımızda görmeye değil düşünmeye bile tahammül edemeyiz. Emin olunuz -şöyle kendimizi bir yoklayalım- inandığımız entitelerin çoğunun ontolojik içeriğini düşünmüyoruz bile; sözcükler olarak varlar; hâricî ve hakikî olarak değil...
 
Psikolojik inançta, inanılan entitelerin, kavramların ontik karşılığının bulunduğu kabul edilmez. Açıkça söyleyelim: 
 
Âhiret, Öte-Dünya kavramının ontik, reel, hakikî karşılığı olduğuna inanan bir kişi, böyle zâlim olabilir mi; böyle ahlaksız davranabilir mi; böyle rahat hile yapabilir mi? Mümkün mü bunlar? Mümkün değil; emin olunuz... 
 
Öleceksin, hesap vereceksin, azap göreceksin; ebediyen cezalandırılacaksın; tüm bunların içeriğini kabul edip, ontolojik, reel, hakikî karşılığı olduğuna inanan insan planlı-programlı ahlaksızlık, kötülük yapabilir mi? 
 
Tabi ki, insanız; Rahmanî, melekî, âdemî ve şeytanî yanlarımız var; yanlış yaparız, günah işleriz; bu, gayet doğal... Bu nedenle günahsız bir toplum inşası, gayr-i İslâmî'dir. Zâten mümkün de değil. Çünkü bizim ihtiyarımız, irademiz, tercih etme gücümüz var; hatalarımızın, günahlarımızın olması doğal. Ayrıntılara girmeden Hz. Peygamber'in bu konuda gayet açık ve seçik hadislerinin olduğunu biliyoruz. 
 
Netice, tekrar pahasına, psikolojik din ahlaksızlığın kaynağıdır. Yıllarca dini, vicdana hapsetmeye çalışmalarının nedeni de budur. Hâlbuki din, inadına kamusaldır, inadına toplumsaldır, inadına politiktir. Hayatıma anlam vermeyen, veremeyen bir inancı taşıyamam, bir yük olarak... 
 
Bir sürü ilkeye inanıyorum ama hayatımın anlamında hiçbir karşılığı yok. Öyle din mi olur? Niye domuz eti yemeyelim? Gayet lezzetli olabilir; ya da, belki içki iyi bir şeydir... Tüm emir ve nehiyleri yerine getireceğim ama o inandığım inanç dizgesinin, benim hayatımın anlamında, kamusal yaşamımda, politik idrakimde, ekonomik tasarruflarımda hiçbir yeri olmayacak. Deli miyim ben? Böyle bir inancı niye taşıyacağım o zaman? Böyle bir şey olabilir mi? 
 
Psikolojik din, ahlaksızlığın kaynağıdır. Çünkü insanları rehabilite eder, rahatlatır ve daha kolay ahlaksızlık yapmalarını sağlar. Kanaatimce bugün çoğunlukla olan budur. Dediklerime bir örnek vereyim: Çok değerli öğretmen bir ablamız vardı; ablam derken öz ablam anlamında değil; yani ilmiyle, ameliyle bize fikir veren yol-yordam gösteren bir ablamız vardı, biyoloji öğretmeni... Evliydi; eşi sakallı, cübbeli, şalvarlı; ticaretle uğraşıyordu. Biz çocuklar, o yaşımızda çok iyi bir evlilikleri olduğunu düşünüyorduk; zannediyorduk en azından...
 
Çünkü ben, şuna inanıyorum; Türkiye’de içinde çığlık kopan çok ev var, evlilik var. Her ne ise; iki çocukları vardı. Bir gün, boşandıklarını duyduk ve çok şaşırdık. Şaşırdık çünkü güzel bir evlilik olduğunu zannediyorduk; en azından uzaktan öyle gözüküyordu... Ziyaretine gittik...
 
“Abla, ne oldu; hayırdır?” 
 
-“Hayatımda gördüğüm en ahlaksız insanla evlenmişim; küfür yemekten bıktım.” 
 
-“Ne oldu?” diye sorduk... 
 
-“Her şeyi yalan-dolan; adamın bütün ticareti yalan dolan üzerine kurulmuş. Geliyor akşam, çocuklarına Kur’an-ı Kerim öğretiyor, beraber Kur’an-ı Kerim okuyorlar; ama bütün ticareti yalan-dolan üzerine.”
 
Bu adam, çoluk çocuğuna Kur’an-ı Kerim öğretse ne olur? Şirkten sonra en büyük günah olan kul hakkını rahatça yedikten sonra... Beş vakit namazını kılıyor ama psikolojik… Çocuklarına Kur’an-ı Kerim öğretiyor ama sonra gidip ticaretini insanlara zarar vererek, insanları aldatarak yapıyor. İşte bu tür insanların dini, psikolojiktir; ahlaksızlık kaynağıdır. Tehlikelidir. Çünkü sizi vicdanen rahatlatır daha kolay kötülük yapmanıza imkân verir. “Dindar dinsizler” dediğim işte bunlardır... 
 
Bir de “dinsiz dindarlar” var ilginç bir şekilde. Diyorsun ki, “Hâzâ adam!” Ama herhangi bir dini mensubiyeti yok. Yeri gelmişken vurgulamak istiyorum: Artık kabilecilik yapmayı bırakıp, insanlarla ilgili düşünme aşamasına geçmemiz lazım. Müslümanlar kabileci davranıyorlar; onun için teklifleri hep içe yönelik, o da -biraz sonra bahsedeceğim- doğal olarak farklı bir dil kazanıyor. 
 
Bu durum şuna benziyor: Akademisyenlerimiz Türkçe makale yazıyorlar; ancak aynı makaleyi İngilizce telif ediyorlar. Dil değişiyor, değil mi? Niçin? Çünkü sizi orada büyük bir kitle okuyacak, ona göre dikkat ediyorsunuz; bahsettiğim durum da benziyor. 
 
Dışa yönelik dinî bir teklifimiz ve temsilimiz olmadığı için ona uygun dilimiz de mevcut değil. İçe yönelik geliştirdiğimiz yapılarla da ancak kendimizi tatmin ediyor ve kandırıyoruz. Psikolojik dinde, Allah'la kandırıyor ve Allah’la kandırılıyoruz çokça. 
 
Âyet-i Kerîme'dir değil mi?: “Allah’la kandırılmayın...” Evet! Bizi hep Allah’la kandırdılar; kandırılıyoruz; kimisi terlik satıyor bize, kimisi kefen, kimisi tütsü, kimisi cennette arazi… Allah ile kandırmak ve Allah ile kandırılmak. İkisi de eşit seviyede iki büyük günahtır. Kandırılmayacaksınız ve kandırmayacaksınız. Bilmemek suçtur. Bu durumdan kurtulmanın tek yolu var: Fıkhî, Kelâmî ve İrfânî bakış açılarını tevhîd etmek; birleştirmek...

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.