Sosyal Medya

Akdenizde oluşan kördüğüm

Libya ile yapılan MEB antlaşması, üzerinde tasarrufta bulunacağımız su kütlesinin hatlarını belirlemiştir. Ancak, Hükümetimizin bu su kütlesinin nasıl olup da ekonomik değer üretebilir hale getirileceğini araştırıp tespit etmesi gerekmektedir. Çin’in “Kuşak-Yol” projesi ile Doğu Akdeniz sularını kullanacağı düşünüldüğünde, ne tip katma değer faaliyetlerinin bulunabilineceğine dair bir perspektif elde edilebilir.



Son günlerde Uluslararası İlişkiler disiplininde yapılan analizler Doğu Akdeniz başlığı altında Türkiye-Libya Mutabakatı ile Yunanistan, GKRY, İsrail ve Mısır’ın olası tepkilerini incelemektedir. Star Açık Görüş’te 24 Kasım 2019 tarihinde kaleme aldığım “Küresel Kent İsyanları” başlıklı yazımı o tarihlerde yaklaşmakta olan 3-4 Aralık 2019 NATO toplantısının olası sonuçlarına ve ilgili öngörülerime yer vererek noktalamıştım: “…Bu sebepten ötürü Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne, muhalefetine, medyasına ve akademik camiasına düşen başlıca görev, Çin’in bu proje ile görünen amaçlarının dışında asıl amacının ne olduğunu anlayabilmektir. Eğer bu anlaşılmaz ise, Çin-ABD ticaret görüşmelerinin nereye evrileceği kestirilemez, bu kestirilemez ise NATO’nun nasıl bir şekillenmeye gideceği ve ülkemize nasıl bir rol düşeceği ve bunun bizim faydamıza olup olmayacağı da anlaşılamaz. Buna delil olarak da şunu söyleyebiliriz: Son günlerde NATO üzerine olumsuz görüşler dillendiren NATO üyesi bazı ülkelere (Fransa) karşı diğer üyeler tarafından bir karşı duruş sergilenmiştir. Bu kapsamlı “ticari” projenin ekonomik boyutlarının incelenmesinin başka bir yazının konusu olarak ele alınmasının isabetli olacağını düşünüyorum.”
 
Bu yazımın analitik çerçevesine de etkisini halen korumakta olan bu satırların ışığında başlamayı ve bölgemizdeki söz konusu gelişmeleri Doğu Akdeniz başlığı altında değil de, Akdeniz’in bütünü çerçevesinden ele alıp değerlendirmeyi daha uygun buluyorum.
 
Öncelikle 3-4 Aralık 2019 NATO toplantısına geri dönersek, bu toplantı ile gün yüzüne çıkan Türkiye’nin bölgesel jeo-ekonomik pozisyonuna dair fikir ayrılıkları ve itirazlar kendisini ABD’nin bütçe içinde onayladığı yaptırım paketi ile cisimleşmiş olarak bulmaktadır. NATO’nun kendi üyesine kurumsal bir yaptırım uygulamadığı bu durumda, NATO’nun nükleer kanadı karar vericiliğinde Türkiye’ye NATO yaptırımları ABD eliyle uygulanmaktadır. İlk bakışta ABD’nin hasımlarına uygulanan yaptırım gibi gözükse de (CAATSA), maddelerine dikkatle bakıldığında (S-400, F-35, Enrerji hatlarında çalışan gemiler, GKRY’ye silah temini) bunun örtük bir NATO yaptırımı olduğu anlaşılır. NATO uzun dönemli bir ABD, yani ABD güvenlik bürokrasisi projesi olduğu ve aynı zamanda Nükleer güvenliği esas aldığı için, hangi ABD diye bir soru sorulmasını da bu aşamada gereksiz bulduğumu ifade edeyim. Lakin önümüzdeki günlerde, NATO’daki üye ülkelerin göreceli pozisyonlarını revize etmek isteyen Trump hükümeti bu yaptırımların yumuşatılmasını/değiştirilmesini talep edebilir.
 
Örtük NATO yaptırımları
 
Bu yaptırımların hem nedenini hem de ne için uygulamaya konulduğunu araştırmamız, analiz etmek istediğimiz konunun anahtarını bize verecektir. Bir ülkeye uygulanan yaptırım o ülkenin belirli bir cihetten belirli bir çerçeve dahilinde çizilen hatlar ile hareket kabiliyetini kontrol altına almak amacını güder. Biz bu yaptırımların örtük NATO yaptırımları olduğunu saptadığımıza göre, ülkemize uygulanan söz konusu yaptırımlar ülkemizin NATO güvenlik şemsiyesi altında 1990’dan önce üstlendiği rolü devam ettirmek istememesi, bu şemsiyenin kendisine dar geldiğinin işaretlerini vermesi ile su yüzüne çıkmıştır.
 
NATO, kendi üye ülkeleri arasındaki stratejik ya da ekonomik antlaşmazlıkları çözmek için herhangi bir mekanizma geliştirmiş değildir. Böyle durumlar için genellikle adres Birleşmiş Milletler’in ilgili birimleri olmaktadır. Bu açıdan bakıldığında ilginç bir durum ortaya çıkmaktadır: Dünya’nın gelmiş geçmiş en gelişmiş silahlı örgütünün, üye ülkelerin anlaşmazlıklarını çözebilmek için kurumsal bir kurallar bütününe sahip olmayışı, aksine iptidai bir insan topluluğundaki güç hiyerarşisini andıracak şekilde kurucu güç olan ABD çatısı altında karşılıklı görüşmeler ile çözüm yolu aranması durumuna yönelinmesi. Örnek vermek gerekirse, Ege Denizi’nde yaşanan sorunlarda sıkça karşılaştığımız bir durumdur bu. Dolayısı ile son bir ay içinde gerçekleşmesine tanık olduğumuz ABD yaptırımları tam olarak bu boşluktan doğmaktadır.
 
Güvenlik şemsiyesi dar
 
NATO, onun kurucu gücü olma sorumluluğunu taşıyan ABD ve onun yaptırım yeteneği açısından baktıktan sonra, konuya ülkemiz açısından bakmamız gerekmektedir. NATO’nun karar alıcı mekanizmasında ağırlığı olan nükleer kanadı ile ülkemizin içine girdiği anlaşmazlıklar ülkemiz açısından “hak arama” olurken, karşı taraf nazarında ise aşağıdaki gibi gruplanacaktır.
 
i.) Terör tanımı anlaşmazlığı
 
ii.) Kıta sahanlığı anlaşmazlığı
 
iii.) 2. Maddeye bağlı olarak Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) anlaşmazlığı
 
Birinci durumda, özellikle Suriye konusunda Almanya-Fransa ile anlaşmazlık içinde bulunuyorken, ikinci ve üçüncü maddede Almanya-Fransa perde arkasında olmak kaydı ile Yunanistan ve GKRY ile anlaşmazlık içinde bulunmaktayız. Bu nedenden ötürüdür ki 3-4 Aralık NATO toplantısı öncesinde Fransa Cumhurbaşkanı “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir” şeklinde demeç vermiştir.
 
Uzun dönem öyle olmadığı halde, şimdi NATO şemsiyesi ülkemize neden dar gelmektedir? İşte bu sorunun yanıtı “oyun” masasına Rusya ve Çin’in de katılması ile açıklanabilir. Yani, Rusya’nın katılımı enerji pazarı baş tedarikçisi olmak açısından oyun masasına yeni bir boyut getirirken; Çin’in katılımı ise enerji kullanıcısı olarak (Rusya’nın ekonomik çıktısını girdi olarak kabul edip) ürün pazarında baş üretici pozisyonuna gelmesi açısından başka bir boyut kazandırmıştır. Dolayısı ile yukarıda sorduğumuz sorunun yanıtı, bu iki ülkenin uzun dönemli “strateji kümesi”nin hem dünyanın geneli hem de bölgemiz için yepyeni ekonomik imkanlar ve de tehditler yaratmasında gizlidir. Şöyle izah edebilirim: 1990 yılı öncesinde NATO kurumsallığı, Türkiye’nin jeo-stratejik ve güvenlik şemsiyesi olmakla birlikte Savunma Sanayii ve ilişkin ekonomik öncelikler kanalı ile ülkemiz tarafından aynı zamanda jeo-ekonomik bir sınırlar bütünü olarak da kabul edilegelmiştir. Halbuki, son 50 yıldır Afrika’da ulusal çıkarlarını maksimize etmek için kendi öz jeo-ekonomik politikalarını uygulayan Fransa için böyle bir durum söz konusu değildir. Hele bir NATO üyesi ülke olarak Türkiye’nin, diğer bir NATO üyesi olan Fransa’ya onun ekonomik çıkarları konusunda herhangi bir “telkinde” bulunması bile söz konusu değildir, zira NATO üyeliği iki üye arasında böyle bir ilişki için ne gerek ne de yeter şart teşkil eder. O halde, ya ülkemizin geçmiş dönemdeki jeo-ekonomik ve jeo-stratejik perspektifi ve politikaları hatalı idi ya da Fransa’nın. Ülkemiz NATO kararlarının “sadık” uygulayıcısı olarak her dönemde ABD’nin Soğuk Savaş optimal stratejisine uyumlu hareket etmiş, lakin kendi öz çıkarlarını dönem dönem göz ardı etmek zorunda kalmıştır ve de bırakılmıştır. NATO kurgusu gereği oluşan “üretim tembelliği” ülkemiz ekonomisinin Savunma Sanayii üretim gücünden, çeşitliği ve verimliliğinden mahrum kalmasıyladır ki, üretim kapasitemiz ve yapımız daha verimsiz alanlarda şekillendirilmiş ve bu uzun dönemli eğitim politikalarımıza da olumsuz olarak sirayet etmiştir.
 
Burada, hata kavramını tanımlayabileceğimiz Birleşmiş Milletler dışında bir referans sistemimiz olmadığı için, sorumuzun yanıtı açıktır. NATO’nun ulusal çıkarlar konusunda bağlayıcı hiçbir hükmü/tasarrufu olmadığı için anlaşmanın jeo-stratejik şemsiyesini ülkemiz politika yapıcıları aynı zamanda karar alıcı hatası yaparak jeo-ekonomik çerçeve olarak da uygulamışlar, hatta bazı dönemlerde uygulamak zorunda bırakılmışlardır. Küresel paylaşım mücadelesinin geçmişte de kuralları vardı, günümüzde de var. Böyle iken, ülkemizin geçmiş dönemlerde birçok kez “kuraldışılık” yaparak haklarını ve çıkarlarını korumak konusunda siyasi “bonkörlük” yaptığı, imkan dahilinde olsa bile “çekimser” kalarak kendi elini kolunu bağlama yoluna gittiği vakıadır. Akıl almaz bir örnek olarak şunu verebiliriz: Yaycı, C., “Türkiye-Libya Arasında İmzalanan Münhasır Ekonomik Bölge Andlaşmasının Sonuç ve Etkileri” başlıklı yazısında (Kriter, Aralık 2019, 4:41) “2009 yılına kadar Türkiye’de deniz yetki alanları haritası çizilirken sadece dikey hatların kullanıldığı yanlış bir yöntem izlendiğini, bu yöntem ile sadece Mısır ile karşılıklı kıyılarımız olduğu üzerine çalışma ve deklarasyonlarda bulunulduğunu fark ettim.” diye sonuçları itibarı ile büyük bir yanlışı izah etmektedir. Sebebi itibarı ile ise bu çok “basit” hatanın düzeltilmesi neticesinde Libya MEB mutabakatının zemini meydana getirilmiştir. Hatanın sebebi hemen görüleceği üzere, lise seviyesi matematik gerektiren bir hesap yönteminin, böyle önemli uluslararası ilişkiler ve takip eden antlaşmalarda kullanılamıyor olmasıdır ve bu hem üzüntü vericidir hem de zarar vericidir.
 
Türkiye ile yüzleşme
 
Yıllar içinde bu şekilde devinmiş olan NATO; günümüzde artık haklarını muhafaza ve müdafaa etmek azim ve kararlılığında olan Türkiye ile yüzleşmektedir. Bununla paralel olarak, Rusya tehdidi katılığı azaldığı ve Çin’in etkileri hissedilmeye başlandığı için, Türkiye’nin Akdeniz’deki ve bağlı bölgelerdeki haklı talepleri NATO ve Türkiye’yi ilgilendiren bu coğrafyada “düğüm” meydana getirmiştir. NATO’ya ait başka bir coğrafyada herhangi bir sorun meydana gelmemesinin de sebebi budur.
 
Yukarıda izah ettiğimiz üzere, bu düğümün taraflarından birisi NATO karar verme gücünün ve jeo-ekonomik yerleşik çıkar düzeninin devam etmesini isteyen karar verici nükleer kanat, diğer taraf ise güvenlik şemsiyesi kurumu ile jeo-ekonomik çıkarlarını artık birbirinden ayırt etmeyi başaran ve hakları ile bekletilmiş milli çıkarlarının peşine düşen Türkiye’dir: Yani, karşı tarafın durumu hak arama değil ve fakat NATO perdesi arkasında hakkının fazlasına olan tamahını devam ettirme olduğu için, onların blöflerine blöf yapmayarak-hakkını arayarak karşılık veren ve sürekli olarak oyunda el yükselten Türkiye. Dolayısı ile ortaya normal diplomatik yollar ile tanımlanamayacak ve çözülemeyecek bir “düğüm” çıkmaktadır ki, bunun bir örneği de tarihte Gordion düğümü olarak geçer. Hatırlamak gerekirse, bu hadise Büyük İskender’in düğümü “çözmesi” ile değil, “kesmesi” ile neticelenmiştir. Bu düğümü Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ve onun başkanlığındaki Cumhurbaşkanlığı Hükümeti’nin keseceği, kesmesi gerektiği çok açıktır.
 
Akdeniz’deki jeo-ekonomik ve jeo-stratejik boyutlu düğümü tanımlayıp, taraflarını da belirledikten sonra, geriye bu düğümün nasıl ortadan kaldırılacağının ve bunun sonuçlarının neler olabileceğinin üzerinde düşünmek kalıyor.
 
1-Akdeniz’de bölgesel görünümlü olup aslında küresel paylaşım mücadelesinin bir izdüşümü olan bu stratejik oyunun düzlemini sadece Akdeniz değil; Afrika-Akdeniz-Boğazlar-Karadeniz kuşağı teşkil etmektedir. O halde, çok boyutlu dengeleyeci enstrümanlarımızı bunu temel alarak zenginleştirmemiz gerekir.
 
2-Libya ile yapılan MEB antlaşması, üzerinde tasarrufta bulunacağımız su kütlesinin hatlarını belirlemiştir. Ancak, Hükümetimizin bu su kütlesinin nasıl olup da ekonomik değer üretebilir hale getirileceğini araştırıp tespit etmesi gerekmektedir. Aksi takdirde, MEB antlaşmaları diğer komşu devletler ile (İsrail, Mısır) de yapılsa dahi, ekonomik katma değer üretemeyen bir MEB, tanımı gereği anlamsız hale gelir. Çin’in “Kuşak-Yol” projesi ile Doğu Akdeniz sularını kullanacağı düşünüldüğünde, ne tip katma değer faaliyetlerinin bulunabilineceği için bir perspektif elde edilebilir.
 
3-MEB antlaşmaları ile birlikte askeri güvenlik antlaşmaları da yapılması gerekmektedir. Libya ve Katar ile yapılan bu antlaşmalar örnek teşkil edecektir. Birleşmiş Milletler’in ambargo uyguladığı bölgelerde, komşu bölge-ülke hükümetleri ile askeri güvenlik işbirliği antlaşması yapılabilir. Tunus, Libya’daki çıkarlarımızı desteklemek açısından bir imkan olarak değerlendirilmelidir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başarılı, olumlu ve köklü kurumsal geçmişi bu tip antlaşmalar açısından iyi bir referanstır.
 
4-Tunus ile Afrika’ya açılabilmenin yolları da aranmalıdır ki, Akdeniz’deki düğümün bir boyutu da Afrika’ya Çin’in gelmesi ile oluşmuştur. Libya’daki mücadele sadece Akdeniz açısından değil, Afrika açısından da ele alınmalıdır. Bu açıdan bakıldığında Tunus ve/veya Libya’da askeri üs kurmamız çok verimli olur. Bu aynı zamanda Rusya’ya karşı da dengeleyici ve işbirliğini çeşitlendirmeye teşvik edici etki yapar.
 
5-Suriye ile Rusya’nın vasıtası ile MEB ilan edilmesi gerekmektedir.
 
6-NATO’nun nükleer kanadına karşı, Akkuyu Nükleer santralinin getireceği stratejik imkanları kullanabilmek önem arz etmektedir.
 
7-Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin uluslararası alanda tanınabilmesi imkanları meydana gelmiştir.
 
Daha önce de ifade ettiğim gibi, Dünya’nın toplam savunma sanayii harcamalarındaki büyük artışlar paylaşım mücadelesinin küresel ölçekte yaygınlığını gösterirken, bölgesel bazlı harcamalarda da muazzam artışlar olması küresel paylaşım mücadelesinin homojen olmadığının, jeo-ekonomik hatları takip ederek bölgesel bazlı farklı yoğunluklar gösterebileceğinin de işaretini vermektedir. İngiltere’nin Brexit’teki aceleci tavrını ve önümüzdeki günlerde muhtemel Rusya İngiltere yakınlaşmasını da bunun bir göstergesi sayabiliriz. Şöyle bir benzetme yapabiliriz: “Bir salonda birden fazla oyun masasında oyun oynanmaktadır. Artık eskisi gibi bir oyuncu oyunu baştan sona bir masada başlayıp sonuna kadar aynı masada aynı oyuncular ile sürdürmeyecektir. Aksine, her oyuncu gerektiğinde birçok masada dönüşümlü olarak birçok oyunun içinde başka başka oyuncular ile rakip ve/veya müttefik olmak zorunda kalacaktır.” Bu çoklu oyunu sürdürebilmek için karar verme ve reaksiyon göstermede kurumsal hıza ulaşmak, enformasyonu en iyi şekilde değerlendirebilecek bilgi seviyesinde bulunmak ve reel-politik uygulayıcısı olarak, gerektiği an Türk Silahlı Kuvvetleri unsurları ile “ikna edici” tehditde bulunabilmek hayati önem arz etmektedir.
 
 
Müellif: Doç. Dr. Ata Özkaya (Galatasaray Üniversitesi ) / Kaynak: Star Açık görüş

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.