Bilimsel Ayakçılık ve Epistemolojik Yancılık

Follow @dusuncemektebi2
İslam dünyasında, bilimsel alandaki kısırlığı anlamaya yönelik çabalar genellikle; alt yapı eksiklikleri, ayrılan bütçelerin azlığı, bilim politikası kusurları, insan niteliği türü hususlar çerçevesinde tartışılır. Kısmen bu şüphelerde haklılık payı olmakla birlikte, asıl nedenin başka bir şey olması ihtimali yüksektir. Bu yazı, kuru bir eleştiri değil; durumun analizine, farklı bir perspektiften katkı sunmayı amaçlayan bir yazıdır.
"İslam Ülkelerindeki" üniversite sayısı, iki yüzden fazlası Türkiye'de olmak üzere, dokuz yüz civarındadır.
Yaklaşık iki yüz bin tanesi Türkiye'de olmak üzere, yedi-sekiz yüz bin civarında da, "bilim insanı" bulunmaktadır.
Ancak, "Müslümanların bilime katkıları" başlıklı bir sunum yapılınca; neredeyse sunum, on beşinci yüz yılda sona ermektedir.
Sekizinci yüz yılda, "sıfırı" bulan Müslüman bilim insanları, yirminci yüz yılda, sıfırlarla -birleri yanyana getiren bilimsel sürece, başlangıcında dahil olamamışlardır.
Bu yazı, kuru bir eleştiri değil; durumun analizine, farklı bir perspektiften katkı sunmayı amaçlayan bir yazıdır.
İslam dünyasında, bilimsel alandaki kısırlığı anlamaya yönelik çabalar genellikle; alt yapı eksiklikleri, ayrılan bütçelerin azlığı, bilim politikası kusurları, insan niteliği türü hususlar çerçevesinde tartışılır.
Şüphesiz bunlar önemli nedenlerdir. Ancak bunları da oluşturan kök nedenler tartışılıp, anlaşmadıkça; bu sorunun analizinin isabetli yapılabileceği, müessir çözümler bulunabileceği şüphelidir.
Durum, mevcut alt yapı, insan kaynakları ve bütçelerle "mukayeseli" olarak incelendiğinde; bilimsel alanda ortaya çıkan sonuçlara dair; özellikle sorunun niceliksel nedenleriyle bağlantılı tespitlerin, tam doğru olduğunu kanıtlanamamaktadır.
Bilim politikaları, stratejileri ve insan kalitesi hususunda söylenenler ise başka şüpheler uyandırmaktadır.
Bu durumda, bu hususlarda; isabetli karar verip, davranış sergilemeyenlerin; ya liyakat ve yeteneklerinden, ya da sadakatlerinden şüphe duymak gerekecektir.
Kısmen bu şüphelerde haklılık payı olmakla birlikte, asıl nedenin başka bir şey olması ihtimali yüksektir.
Sivil toplum çalışmalarını da bu gruba dahil ederek; halen bilim alanında çalışma yapanların, hangi sonuçlar ürettikleri üzerinden fikir yürütelim.
Halihazırda, Türkiye'de ki "üniversitelerin" büyük çoğunluğunda, bir buçuk program uygulanmaktadır. Çok az bir kısmında ise iki program üzerinden çalışma yapılmaktadır.
Uygulanan programlardan birisi bilgi aktarımıdır.
Bu üniversitelerin dışında üretilmiş bilgiler, talebelere, hocalar tarafından aktarılır ve imtihanlarla ölçülür.
Bu programda; iletişim araçlarının gelişimi ve piyasadaki bilginin, yayınlanan kitapların ve yazılı matbuatın gelişip, yaygınlaşması nedeniyle; sadece bilgi aktarma görevini ifa eden hocaların varlık nedenleri de sorgulanır hale gelmektedir.
Diğer yarım program da ise, araştırma niyetli; projeler, bitirme, master ve doktora tezleri ve makalelerden söz edilebilir.
Bunlar; konu başlıkları, ortaya çıkartabildikleri fonksiyonlar, üretebildikleri etkiler, kalite ve nitelikleri, intihal oranları, tez yazım sektörü gibi faktörler nedeniyle, yarım program denilmesini hak etmektedirler.
Arşivler, tez mezarlıklarına dönmüştür. Ancak bunların, hangi nedenle belirlenip, yaptırıldığı, ne işe yaradıkları konusunda, dişe değer söylenmiş bir şeye rastlanmamaktadır.
Bu tezlerde, özgün bilgi üretmek niyet ve çabası, bırakın desteklenmeyi, cezalandırılacağı için, buna cüret edecek kaç kişi çıkar, merak konusudur. Atıfsız bir sunum yapıp; "bunlar benim ürettiğim fikirlerdir ve şu tezlerim üzerine oturmaktadır"; davranışına cüret edecek bir kişinin başına gelecekleri, bu alanda çalışanlar iyi bilirler.
Diğer yarım program ise azınlıktaki bazı kurumlarda uygulanan geliştirme programlarıdır.
Oysaki bilime ilişkin bir şey üretmek iddiasında olan bir kurumun en az altı program uygulaması gerekmektedir.
Sivil toplumun, (b)ilim adına yaptıkları da ortadadır.
Akletmenin gereksiz zannedildiği bir atmosferde; fonksiyonu, bağlamı, hedefi belli olmayan bir usulle; hayata dokunmayan, soyut ve romantik çalışmalar sürdürülür, tevarüs ettirilir, tekrarlanır ve kutsanır.
Bu "ilmi" çalışmaların; sahih bir referans nesnesi üzerinden; sahihlik, fonksiyon ve etki analizleri hiç yapılmaz.
Bir yüzleşme oluşturup, konsolide düzenin sorgulanmasına neden olabileceği potansiyeline sahip olduğu için, bunun önerilmesi bile memnudur.
Bu alanın oluşturduğu gelenekte; bırakın genel kitleyi, kendilerine en özgür ve üretken diyenler dahil, "neredeyse" hiç kimsenin; daha sahih, fonksiyonel ve etkili öneriler getirenlere; bilgiye ve ilme ilişkin özgün bir perspektif oluşturup, teklifler sunanlara karşı, saygılı ve tahammüllü oldukları, çok sık görülen bir durum değildir.
O zaman topyekûn bakıp, sormak lazım; resmi ve sivil, kurumsal veya bireysel olarak; bilgi ve bilimle uğraşanlar, netice de ne sonuçlar oluşturmaktadırlar?
Öncelikle, büyük bir israf ve tüketime neden olunmaktadır, denilebilir. Zira, sürece giren kaynağın niceliği ile, süreçten çıkan hasılanın niteliği mukayese edilince; bu sonuca varmak çok da tuhaf olmayacaktır.
Buralarda eğitilirken ortaya çıkan, doğal yetenek ve kapasiteye sahip insanların; asli mecralarında hizmet verebilmek için sağlanması gereken zeminler, imkan ve koşullarından daha iyilerinin, başkaları tarafından sunulup, bu insanların dışarıya götürülmesi başka bir sonuçtur.
Bunu olumlu ve doğal olarak karşılamak mümkün olmadığı gibi; bunun nedenlerini de kök sebepler üzerinden aramak gerekmektedir.
Kritik alanlarda istihdam edilenlerin verimsizlik ve kurumsal sadakat eksikliğini, buralardaki mobilitenin yüksek olmasını da bu çerçevede ele almak lazımdır.
Bilgi ve veri üretmeden, fonksiyon icra etmeye çalışan "bilimsel" kurumlar; üretmediklerini, başka yerden almak zorundadırlar.
Aldıkları bilgi, veri ve usullerin kök fonksiyonlarının; hayatın, insanların, sistem ve süreçlerin üzerindeki temel ve derin etkileri, bu kurumlar ve şahıslar üzerinden gerçekleştirilmektedir.
Şu ana kadar ifade edilen hususların nitelik ve işlevleri; bunları gerçekleştirenlerin; bilimsel süreçler adına, ikincil ve üçüncül fonksiyonlar icra edip, rol oynadıklarını işaret etmektedir.
Buna bir isim vermek gerekirse; " bilimsel ayakçılık " denilebilir.
Önemli olan, bunun ortaya çıkmasına vesile olan asıl nedeni teşhis edebilmektir.
Asıl neden; "Epistemolojik yancılıktır."
Bu tabir, epistemoloji alanında, oyunda olmayıp, oynayanın yanında, çayını, gazozunu içip; kanattan gelecek saldırılara karşı savunma yapmayı tarif eder.
Bu durum, inanılan varlık anlayışı çerçevesinde özgün bir epistemolojiye sahip olmayanların zorunlu kaderidir.
Bilimsel ayakcılığın kök nedeni, epistemolojik yancılıktır.
"İslam Dünyasında", kısmi farklılıklar arz etmekle birlikte, hakim epistemoloji; aydınlanma felsefesi, modernizm, postmodernizm, kapitalizm, liberalizm, sosyalizm, küreselleşme, İslamın farklı ideolojilere dönüşmüş öğretileri, bunların tarihsel süreçte, müesses hale gelmiş, gelenekselleşmiş tecrübelerinden tevarüs etmiş verilerden; jeo-stratejik, jeo-politik koşullar ve bundan neşet eden ilişkilerine izafeten oluşmuş, paçal bir epistemolojidir.
Varoluşsal anlayışları, aydınlanma felsefesi üzerine oturan sistemlerde; yukarıda sayılan parametreler; İslama ilişkin olanlar hariç, birbirlerinden doğan bir bütünlük içerisinde, "gelişim veya değişim" faktörleri olarak ifade edilebilirler.
Bu durumda, kendi içlerinde, sistemik bir çelişki yaşamazlar.
Bu nedenle sistemik tutarlılığa sahip bu yapılar; " görece olarak güçlü " ve oyun kurucudurlar.
Bunların çelişkileri ontolojik düzeydedir. Yani epistemolojik yaklaşımları, varlığın orijinal doğasından değil, imal edilmiş bir varlık doğasından oluşturulduğu için, mutlak bir çelişki üzerindedirler.
Mutlak çelişkinin oluşturduğu tutarsızlıklar olarak tarif edilebilecek faktörler; bütüncül olmamak, varlıkların kök anlamlarını kabul edip, hukuklarını koruyamamak, bundan doğan haksızlık ve çatışmalar ile, sürdürülemez olmak handikaplarını; sistemik tutarlılık ve dönemsel aforizmalarla yönetmeye çalışmaktadırlar.
Mücessem ve sonuçlar üretebilen sistemlerini devam ettirebildikleri müddetçe;
özgün bir epistemoloji ile ontolojik düzeyden, pratik düzeye kadar bütün mertebeleri; zihinsel boyutta algılayıp, anlamak yeteneğine sahip olanların dışındakiler;
bütüncül algılama ve analiz yeteneklerini kaybettikleri için ancak; epistemolojik yancılık ve bilimsel ayakçılık yapmak zorunda kalırlar.
Özgün ve sahih bir epistemolojiye sahip olmak; doğasına uygun bir varlık, olgu, oluş anlayışına sahip olmayı sağlar.
Bu imkan, bütüncül ve mukayeseli okumayı, anlamayı ve üretimi mümkün kılar.
Zihin, ruh, davranış ve ilişki bütünlüğünü sağladığı için; parçalanmışlığın getirdiği; güç kaybı, çatışmalar ve israfı ortadan kaldırır.
Ancak bu durumda; özgün amaç ve hedefler; buna uygun bilgi, veri ve nitelik üretimi ortaya çıkar.
Bunlar, insanların fıtratları ve şakileleriyle çelişip, çatışmayacağı için; ortaya yüksek liyakat, sadakat, adanmışlık, kalite ve kapasite çıkar.
İşte ancak bu durumda bir sistem; özne, özgün, özgür, adil, üreten ve bizatihi olabilmek potansiyeline sahip olabilir.
Başlangıçta ifade ettiğimiz; bilimsel zaaf ve çelişkileri oluşturduğu iddia edilen maddi koşullardan daha etkili olan faktör; özgün bir epistemolojik çerçeveye sahip olmamaktır.
Paçal bir epistemolojinin sağladığı tutarlılık, sadakat, adanmışlık ve mesele sahibi olmak düzeyi ve niteliği ile; ancak içerisinde bulunulan cari sonuçlar elde edilebilir.
Allah'ın varlığına ve birliğine iman etmiş, kendini Müslüman olarak nitelendiren bir akademisyenin; gaybı, dolayısıyla hakikati çerçevesinde Allah'ı yok sayan bir felsefeden doğan epistemolojinin hasılası olan bir sistem içerisinde; bunun ürettiği bilgiler ve yöntemlerle bir şeyler yapmaya çalışması, ne kadar gerçekçi ve verimli olur.
Bu insanlarda oluşan, zihinsel, ruhsal ve sistemik verilerin çelişkisi, çok yönlü parçalanma ve çatışmayı doğuracağı için; düalist bir niyet, neden ve kişilik, elbette daha ötesini üretemeyecektir.
Kendisini Müslüman olarak nitelemeyenler de, sistemik bir dualizimle, verimsiz ve sadakatsiz olacaktır.
Her ne nedenle bu konuya yaklaşılırsa, yaklaşılsın; eğer konu kök nedenlerden başlayan, bütüncül ve kâmil bir sistem de, fıtri bir sistematikle ele alınmazsa;
sistemik tutarsızlık, güçsüzlük, etkisizlik, radikal bağımlılık ve bunlardan doğan sorunların ortaya çıkma ihtimali yüksektir.
Ontolojik tutarsızlık ise; epistemolojik yancılığı, bilimsel ayakçılığı, hayatın tüm alan ve safhalarında; zilleti, hüsranı, başarısızlığı, güçsüzlüğü ve bunlardan doğan sorun ve riskleri ortaya çıkartmaktadır.
Müellif: Murat Sayımlar
Henüz yorum yapılmamış.