Sosyal Medya

İbrahim Kalın'ın kaleminden: Hem “Sir”, hem “Hacı”: Richard Burton ile Mekke’ye Yolculuk

Ünlü İngiliz seyyahı ve yazarı Sir Richard Burton’ın 1853 yılında Mekke ve Medine’ye yaptığı yolculuk, 19’uncu yüzyılın belki de en meşhur seyahatlerinden biridir. Mekke’ye Afganistanlı bir derviş-doktor kılığında girmeyi başaran Burton, daha önce hiçbir “gayrimüslim beyaz adam”ın ayak basmadığı topraklarda hür bir şekilde dolaşmanın heyecanını, iki ciltlik kitabı Personal Narrative of a Pilgrimage to al-Madinah and Meccah’nın sayfalarına bütün içtenliğiyle yansıtır.



Tipik bir 19’uncu yüzyıl Avrupa aydını olan Burton, gördüğü her şeyi en ince ayrıntısına kadar kaydeder. Derviş kılığındaki İngiliz Burton önce “hacı”, sonra “sir” olur. Sir Richard Burton (1821-1890), İngiltere’de dünyaya gelir. Daha genç yaşta doğu dillerine merak salar. Oxford’da Arapça öğrenir. 1842’de Oxford’dan ayrılır. İngiliz ordusuna katılır ve Hindistan’a gider. Burada Hinduca ve Farsça öğrenir. 1845’te ilk ajanlık görevine atanır. Ordudan izin alır ve 1850’de İngiltere’ye geri döner. 1855’te Afrika’da keşif gezilerine başlar. 1856’da Kırım Savaşı’na katılır. 1858’de tekrar Afrika’ya döner ve Orta Afrika göllerini keşfeder. 1864’te İngiltere’nin Brezilya Konsolosluğu’nda göreve atanır. Bu görevindeyken Brezilya’nın iç bölgelerini keşfe çıkar. 1871’de Suriye’de çıkan bazı olayları kışkırttığı gerekçesiyle görevinden alınır. 1877 ve 1882’de iki defa Mısır’a gider. 1883’te ünlü Hint klasiği Kama Sutra’yı tercüme eder. 1885 yılında Binbir Gece Masalları’nın tamamını The Thousand and One Nights adı altında İngilizceye tercüme ederek 16 cilt halinde yayımlar. 1886’da “şövalyelik” unvanı alan Burton 1890’da ölür.
 
Bu tarihçe-i hayata baktığımızda, Burton’ın Viktoryan İngiliz kültürünün başat örneklerinden biri olduğunu görüyoruz. Belki de Burton’a “Rönesans adamı” demek daha uygun olur. Yazar, mütercim, eleştirmen, gezgin, kaşif, coğrafyacı, haritacı ve diplomat olan Burton, Avrupa medeniyetinin 19’uncu yüzyılda dünyayı keşfetme hırsıyla uyum içerisinde bir hayat yaşar. Burton’ın macera ruhu dur durak bilmez. Kahire’den Brezilya’ya, Peru’dan Somali’ye artık her yer onun için yeni bir kızıl elmadır. Dahası Burton sadece gezmez; gördüğü ve yaptığı şeylerin çoğunu kayda geçer ve bütün bunları ürüne dönüştürür. Burton’ın geride kalan yazılı mirası, binlerce sayfayı buluyor.
 
Muazzam bir gözlem gücüne sahip olan Burton, kitabında gördüğü hemen her şeyi ayrıntılı olarak anlatır. Tarihi bilgi olarak bu ayrıntıların önemini ne kadar vurgulasak az. Burton’ın seyahatnamesinde neler yok ki! 19’uncu yüzyıl Avrupa’sında bahşiş vermek diye bir şeyin olmadığını Burton’ın yaptığı mukayeselerden öğreniyoruz. Bir başka yerde Burton Kahire’de içilen 4 çeşit tütünden bahseder. Şafii mezhebine giren yazarımız, Afganistanlı bir Patan olarak insanları doğru-yanlış tedavi eder. Gittiği yerlerde kendini bir Kadirî dervişi olarak takdim eder. Hatta kitabının sonuna Kadiriyye’ye ait bir tarikat icazetnamesi ekler. Mısır’daki hamam ve yıkanma adabı konusunda ünlü Oryantalist Lane’i düzeltir. Hat sanatında Türklerin ne kadar mahir olduklarını anlatır. Ezher Üniversitesi’nde okutulan kitaplardan ve Mısır’daki eğitim sisteminden bahseder. Bu arada İngiliz yönetimine Mısır’ın emperyal sistem açısından önemini hatırlatmaktan geri durmaz ve Fransızlara karşı daha aktif bir diplomasi uygulanması gerektiğinin altını çizer. Ve kitabını, yıllarca sürecek bir tartışmaya kapı aralayarak “el-Hac Abdülvahid” imzasıyla noktalar.
 
Burton’ı İslam Dünyası’na sevk eden şey neydi? Tersinden soracak olursak: İslam Dünyası’nı bir Avrupalı için cazip ve ilginç kılan şey nedir? Bu sorulara, Burton gibi seyyahların ve yazarların kişisel tarihlerinden çeşitli cevaplar bulmak mümkün. Burton, sınır tanımaz bir tecessüse ve çalışma disiplinine sahipti. Aynı şeyleri 18 ve 19’uncu yüzyıllarda İslam beldelerine giden pek çok Avrupalı seyyah için de söylemek mümkün. Scott, Kinglake, Disraeli, Curzon, Warburton, Nerval, Chardin, Chateaubriand, Flaubert, Lamartine, Pierre Loti ve Tavernier, ilk akla gelen ünlü Avrupalı seyyahlar. Bunların her birinin kişisel tarihi, yaptıkları seyahatlerde, yazdıkları eserlerde ve Avrupa’ya aktardıkları İslam imajında önemli bir rol oynadı.
 
Fakat Avrupalı aydınların 17 ve 18’inci yüzyıllarda İslam Dünyası’nı birdenbire keşfetmeleri ve zihin haritalarının bir yerlerine koymaları, sadece bireysel tarihle açıklanacak kadar basit bir olgu değil. Bunu, egzotik bir tecessüs ruhuyla açıklamaya çalışmak, tarihi eksik okumak olur. Daha derinlerde yatan bir şeylerin olduğunu sezgisel olarak biliyoruz. Burada belki de şunu söylemek mümkün: Avrupa’nın muzaffer bir medeniyet olarak “İslam” problemini aşmasını sağlayacak imkan ya da imkansızlıklar ne idiyse, bu seyyahları, aslında hiç de sevmedikleri ve her fırsatta yermekten geri kalmadıkları Müslüman toplumlara yönelten şey de oydu.
 
Avrupa’nın kendini dünyanın efendisi olarak yeniden keşfettiği ve tanımladığı bir dönemde, eski şark sorununa farklı bir gözle bakmaktan daha doğal bir şey olamazdı. 17’nci yüzyıldan itibaren İslam beldelerine akın etmeye başlayan İngiliz, Fransız, Alman, İspanyol, Hollandalı vd. seyyahlar, Osmanlı’ya ve İslam Dünyası’na artık çok farklı bir gözle ve farklı bir yerden bakmaktaydılar ve asıl önemlisi bunun bilincindeydiler. Zannedildiğinin tersine buradaki ana sorun, eski ihtişamını yitirmiş Osmanlı’nın artık Avrupa’nın kalbine korku salamaması yahut diyar-ı İslam’ın özgüvenini ve kendine has ben-tasavvurunu yitirmesi değildir.
 
Sorun, ‘öteki’ olan İslam Dünyası’ndan çok, ‘beriki’nin yani Batı Avrupa’nın “ben”iyle ilgilidir. İstanbul’a, İsfahan’a, Kahire’ye, Karaçi’ye giden Avrupalı seyyahlar, bu yeni ben-tasavvurunu beraberlerinde götürdüler. Fakat yapılan seyahatlerin amacı, ‘öteki’ni daha iyi tanımak, ona açılmak, onu kucaklamak değildir. Bu dönemde artık tecessüs yok. Ötekine baktıkça kendi ben-tasavvurunu zenginleştiren algılama biçiminin yerini, Avrupa’nın yeni narsisizmi almıştır. Dindar olan Avrupalı seyyahlar için İslam Dünyası, irrasyonalizmin ve kılıçların gölgesinde büyümüş bir dinin pençesinde çırpınmaktadır. Seküler Avrupalı seyyahlar için, İslam diyarları geri kalmışlığın, ataletin, tembelliğin, cemaatçiliğin, gelenek ve göreneklerin ağırlığı altında ezilmektedir. Her iki durumda da İslam ve Müslümanlar, öteki olarak kalmaya devam eder. Avrupalı seyyahların muhayyel dünyasında onlara bir yer yoktur.
 
Bu yüzden Burton dahil bu seyyahların kendi ülkelerine dönünce kaleme aldıkları eserlerin, İslam’ın Batılı zihin haritasındaki yerini iyileştirmeye yönelik neredeyse hiçbir olumlu katkısı olmadı. Doğu, doğu olarak kaldı; mistik ve oryantal gibi birtakım muhayyel kategorilerin içine hapsedildi. İmaj, gerçekliğe her zaman galebe çaldığından -ki bunu bugün Çemişgezek’ten New York’a kadar hepimiz bizzat yaşıyoruz- Avrupalı seyyahların yaptığı tasvirler İslam Dünyası’nı muhayyel bir dünyanın, muhayyel bir figüranı olmaktan kurtaramadı. Edward Said’in tabiriyle bu, Doğu’nun Doğulaşmasına yani oryantalize edilmesine yol açmıştır.
 
Doğu’nun oryantalize edilmesi de ne demek? Zaten Doğulu olan Doğu, daha da Doğulaştırılabilir mi? Demiri nasıl “daha fazla demir” ya da “en demir” yapabilirsiniz? Eğer atıf çerçeveniz ‘öteki’ni cehennem olarak gören bir ben-tasavvurundan ibaretse, evet, bunu yapabilirsiniz. Doğu’yu oryantalize etmek demek, onu kendi gerçekliğinden kopartıp muhayyel bir varlık alanında yeniden kurmak ve kurgulamak demektir. Burton’ın ifadesiyle “her zamanki oryantal şey” (the usual oriental thing) bu kurguyu ifade eder. İster Doğu olsun ister Batı, gerçekliğe bu kurgudan baktığınızda duyduğunuz sesler, gördüğünüz renkler değişir. Bu yüzden Burton’ın kitabında yaptığı Ramazan tasviri, kısa sürede bir sır ve korku senaryosuna dönüşür. Bir Müslüman için iftar vaktinin olağan telaşı, Burton için insanların bağırıp çağırdığı, her an birbirlerine saldırmaya hazır olduğu potansiyel bir cinayet sahnesine dönüşür. Sonunda Burton, tüm sempati ve empati çabasına rağmen, Ramazan hakkındaki hükmünü verir: “Kahir ekseriyet için Ramazan yılın hoyratça çöpe atılan bir ayıdır”.
 
Mesele sadece Burton’ın Ramazan konusundaki kişisel gözlemlerini aktarmasından ibaret olsaydı, bunu belki o kadar önemsemez ve bu tavrı Burton’ın “her zamanki Batılılığı”na verirdik. Fakat Batı’nın bizi 17’nci ya da 20’nci yüzyılda nasıl algıladığı, problemin bir kısmını oluşturuyor. Asıl sorun bizim kendimize, Batı’nın bizim hakkımızda geliştirdiği öteki tasavvurunun penceresinden bakıp “işte biz buyuz” dememiz. Kendi ben’imizi, Batı’nın bizim hakkımızda kurguladığı öteki tasavvurunu esas alarak yeniden kurguladığımızda, kendimizi ötekileştirmiş ve onulmaz bir yabancılaşmanın içine sokmuş oluyoruz. Biz, Türk müziği çok sesli olmadığından evrensel değildir deyip Türkiye’de Türk müziğini yasakladığımızda işte bunu yaptık. Minyatürde perspektif yok, o yüzden onu sanat sayamayız dediğimizde de kendimizi ötekileştirdik. Balesiz, heykelsiz, betonsuz medeniyet olmaz dediğimizde de aynı şeyi yaptık. Sabık bir cumhurbaşkanı bir Beethoven konserinde elini havaya kaldırarak “İşte çağdaş Türkiye!” diye haykırdığında ve bunun için ayakta alkışlandığında da kendimizi ötekileştirdik.
 
Burton’ın İslam toplumları hakkındaki haklı-haksız mülahazaları, bize belki kendimiz hakkında fazla bir şey söylemiyor. Viktoryen kültürünün ürünü olan bir İngiliz düşünürünün bizim hakkımızdaki gözlemlerini önemli ya da önemsiz görmek, bizim tasarrufumuzda. Fakat kendimizi nasıl bilerek ve isteyerek ötekileştirdiğimizin hazin hikayesi hâlâ anlatılmayı bekliyor.

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.