Sosyal Medya

Makale

Müslüman Neden "Birey" Olamaz

Medeniyetleri tanıma açısından insan telakkilerine bakmak isabetli yöntemlerdendir. “Birey” i ve onun ortaya çıkaran süreci anlamaya durduÄŸumuzda küreselliÄŸin koordinatlarını da yakalamış oluruz.

Mümin ile “birey” arasında biyolojik benzerlik dışında, paylaşılacak çok az bir alanın olduÄŸu hayatın karşılaşılan her alanında ortaya çıkmakta. İki ayrı algının hayat tarzı, varlık tasavvuruna dayalı olarak farklılık gösterir.

Birey, kilise baskısı altında geçen, adeta dünya nimetlerini haram hale getiren Katolik din algısının tam aksi savruluÅŸa geçerek, büyük bir enerjiyle ortaya çıkmasıyla varlık buldu. Hıristiyanlığın büyük sancılarla Protestan mezhebin etkisine girmesiyle, geçmiÅŸ yanılgının aksine ahiretin yaptırım gücünü yok sayan dünya cenneti arayışı hızla kabul gördü. Yeni anlayış köklerini eski Yunan’a dayandırarak boÅŸalan büyük bir enerjiyle kâinata saldırdı. Akıl ve bilim yeni mezhebin iki dokunulmazı olunca gelecek tasarımı insanın mahiyeti açısından hesap edilemez bir duruma dönüştü. İnsanın aÅŸkın boyutunu makaslayan bu durum, fiziki dünya algısına paralel olarak insan bedenini, dolayısıyla onun arzusu zevkleri merkez aldı.

Aydınlanma, yanlış inanışla aklını kullanamayan söylemin; aklından başka ölçüt kabullenmeyen bir başka yanlış algıya dönüşü olarak tebarüz etti. Dönüşüm sonucu tarihsel mahrumiyet sınırsız ihtiyaç ve büyük bir açlıkla tüketime durdu. Aydınlanma kendini, düştüğü yerden aklını kullanarak kalkıp erginliğe ulaşmanın izahıyla tanımlar. Sonuçta ortaya çıkan insan tipi tarihten, aileden ve dinden koptu. Üç yönlü kopuşla kendini var etme sürecine giren, üst değer yoksunu profilin geldiği süreç; yalnızlık.

Birey yalnızlığın tedavisini, konumunu koruyarak aradığından, köklü çözümler yerine geçici unutkanlıklardan; uyuşturucudan ve alkolden medet umar hale geldi.

İnsanı kaybeden doğal olarak aileyi de yitirmiş oluyor. Tersinden de bakınca aynı sonuca ulaşmak mümkün; aileyi yitiren insanı da kaybediyor.

Müslüman insanı tanımlamaya durduğumuzda öncelikle tarihten, vahiyden kopuk bir bakışın dışına çıkmak gerekiyor. İlk insanın vahiy alıyor oluşuyla başlayan süreçten söz ederken, aklı ve kalbi birlikte inşa eden, varlık tasavvurunu bu paradigma ile kuran, günümüze uzanan kesintisiz akıştan bahsetmiş oluruz.

Vahyin belirleyici değer olduğu tevhid merkezli algının, eylem ve tasavvur oluşturması büyük bir cemaat olarak, ilk insanlık kıyametin son müminini birbirine bağlar.

Bir cemaate mensubiyet, ortak değer paylaşımını ve dolayısıyla sorumluluğu ifade eder. Müslüman insan arzularını vahyin kontrolünde şekillendirir. Kişide oluşan değer algısı toplumu besler ve tekrar insana motivasyon olarak yansır. Bir başka ifadeyle, kişisel değerle toplum arasında besleyici akış söz konusudur.

Mümin kimseye kendi bedeni ve canı emanettir. Aynı zamanda onun varlığı diÄŸer müminlerin sorumluluÄŸu altındadır. Çalışıp dünyadan nasibini alırken, malı putlaÅŸtırmadan ahiret merkezi anlayışla yaÅŸarken, sosyal durumu statüsü oranında çeÅŸitli sorumlulukları olduÄŸu bilincindedir. Anne ve babaya, akrabaya, komÅŸuya, yoksula, yolda kalmışa karşı “bana ne” diyemeyeceÄŸi sorumlulukları vardır. Sorumluklarını yerine getirdiÄŸinde salih amelle topluma olumlu katkı yaparken, kiÅŸisel boyutta ahiret yurduna ait vecibeleri yerine getirmiÅŸ olur.

Müslüman, “iyiliÄŸi yaymak kötülüğe engel olmak” sorumluluÄŸuyla bireyden farklı bir konumlayışa sahiptir. Birey kendini yasalar dışında sorumlulukla kayıtlayamazken, müminin kulluk bilinciyle ortaya koyduÄŸu bütün eylemlerinde topluma yansıyan seri iyilikleri sevap bahsi ile artarak sürer.

Müslüman kötülüğü, gücüne göre; el ile söz ile en son çaresizlikte buğz ile çözme yoluna gider. Son şık, en zayıf halde dahi kötülüğe karşı tanrı koruyan bilinci müdafaa açısından önem taşımaktadır.

Müslüman ihtiyaçlarını yerine getirirken, her an ve mekanda Allah (cc) rızasını gözetme durumundadır. Bu amaç doğal olarak mümini, aileyi ve cemaati/toplumu iyilik güzergahında, ucu ahirete varan sırat-ı müstakim üzere tutar.

Vahiyle barışıklık; tarihle, kendiyle, toplumla uyumu olmayı ve dayanışmayı beraberinde getirir. Müminin elinde nimet bir başkasının aleyhinde kullanılamaz. Devlet araya girmeden önce müminler sorumluluğa dayalı, ölçülere riayet ederek hayatı kolaylaştırmış olurlar. Devlet güncelleme için ve daha çok da akışta hakemlik görevi ile ihtiyaç bahsinde yer alır.

İslâmî hayat, doÄŸal olarak Müslüman insanların Allah (cc) rızasını amaç olarak benimseyip tevhid ekseninde aile, ekonomi, siyaset vb. konularda salih amel duyarlılığıyla yaÅŸadıkları hayatın adıdır.

Bu hayattan taviz verdikleri oranda batıla yaklaşma ve benzeşme ortaya çıkar. Küresel ölçekte yaşanan seküler hayata özenme, benimseme başladıkça Müslüman sorumluluğu yerini bireye dönük algı ve icraatlara bırakıyor.

Öz sığlaştıkça kabuk önemini artırır hale getiriyor.

Birey ve mümini yazılı tanımlar üzerinden karşılaÅŸtırdığımızda farkların daha belirgin olduÄŸunu görürüz. Birey, baÅŸarıyı her ÅŸeye raÄŸmen isteyen ve yapıp ettiklerinden kimseye karşı sorumluluk duymayan bir dünyaya aitken; Müslüman, toplumsal boyutta erdemi/takvayı öne koyar. BaÅŸarıyı erdemle elde etmeyi hedefler. Ahlaki temelde kayıtlanmayan an ve mekân olmadığı inancıyla Yaratan’ı, rızasını/hatırını üst düzeyde tutarak hareket eder.

Kur’ân inanmanın ardından hemen salih amelin önemine vurgu yaparak iman, amel ve hesap günü algısıyla müminleri diri tutuyor; karamsarlığa, çaresizliÄŸe bâtıla özenmeye karşı keskin bir bilinçle karşı koyuÅŸ istiyor:

Allah’a çağıran, salih amelde bulunan ve: “Gerçekten ben Müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kimdir? (Fussilet 41/33)

Ahmet Mercan

Not: Bu makale, “İnsanı Geri Çağırmak” adlı eserden iktibas edilmiÅŸtir.

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.