Makale
Toprak Kokusu
“Geçti mi ağrıların” diye sesleniyorsun. Ağrılarım geçti mi, geçtiyse nasıl anlatırım, sesim nasıl ulaşır sana bilemiyorum. Ama “Toprak her acıyı alır” dermiş eskiler. Öyle ya, ağrıyı da acıya da ancak toprak alıyormuş. Bilmiyorum, bu yüzden mi defnedilen bir yakınına herkes bir kürek toprak atmak için birbiriyle yarışır. Aslında toprak ölenin değil, belki de yakınlarının acısını alıyordur. Kabre atılan her toprağın, atanın acısından biraz aldığını düşünüyorum. Ben, bana, kabrime bir kürek toprak atamadım ya…
Bir avuç toprak için düşüyorum sokaklara. Gürültülü, daracık, kaldırımsız sokaklar… Şehrin eski, asfaltın değmediği asırlık sokakları. Ahşap, cumbalı evler sokağın her iki yanında sıralanmış. Her evin önünde ufak bir bahçesi var. Bahçe içinde bir, iki ağaç ve duvarları süsleyen sarmaşıklar. Toprak gibi evlerin duvarları da sarmaşıklar ile yeşile bürünmüş. Ağaçlarda rengârenk çiçekler… Kuş cıvıltıları musiki korusunu aratmayacak kadar ahenkli. İnsan hayatı tabiat gibi ahenkli değil, hep inişli çıkışlı. Ya benim hayatım. Çıkışı olmayan bir sokak gibi.
Bir süre yürüdükten sonra sokağın sonundaki tepenin başında duruyorum. Derin bir nefes alıyorum. Ancak her nefes alışımda sırtıma bıçak saplanırcasına bir ağrı giriyor. Acı ve gerilim kalıcı bir ifadeye dönüşmüş yüzümde. Sırtıma ve göğsüme saplanan keskin bir ağrı. Elimi göğsüme bastırarak ancak nefes alabiliyorum. Çocukken ne kadar da hızlı koşardım. Bayır aşağı bıraktım mı kendimi erik ve elma ağaçlarının arasından geçer yonca tarlasının altından akan çaya kadar durmadan koşardım. Buz gibi akan çaya bir nefeste varırdım. Ya şimdi…?
Hastane kapısından içeri giriyorum. Uzun ve geniş bir koridor… Oldukça kalabalık. Hastalar sıra halinde dizilmiş banklarda yığılmışçasına oturuyorlar. Hasta yakınları kaygı ve telaşla sağa, sola koşuşturuyor. Kimi tahlil, kim röntgen peşinde koştururken kimisi de sonuçları göstermek için doktorların kapısında sabırsız ve tedirgin bekleşiyordu. Endişeli adımlarla içeriye yürüyorum herkes gibi. Daha ilk adımda kesif bir koku yüzümü yalıyor, elimle ağzımı kapatıyorum. Hastaneyi de kokusunu da sevmiyorum, seveni var mıdır acaba?
Koridorun sonunda, sağdaki üçüncü kapının önünde duruyorum. Bekleyen birkaç kişi daha var. Kapının sol yanında ufak bir masa konulmuş. Elim göğsümde nefes alamıyorum. Babaannem ne güzel derdi “Üç gün yatak sonrası toprak.” dediği gibi de olmuştu. Doksanını geçmişti ama iki gün yatağa dayanabildi. Üçüncü gün öğlen olmadan benzi iyice solmuş, gözleri hafif kaymaya başlamış, göz kapakları da kırılmaya başlamıştı. Babam Kur’an okuyordu başucunda. Çocukları, gelinleri, damatları ve torunları hepsi nemli gözlerle dua ederken tamamen kapandı gözleri.
Şimdi yatağında ölmek kimseye nasip olmuyor. Aslında insanlara bu imkân verilmiyor. Herkes hastasına iyi bakılsın diye yakınlarını hastanelerin bodrum katlarında ki penceresiz odalara hapsediyor. Buralarda yalnız bırakılan insanlar, ölümü karşılarken dünyadaki son demlerinde yakınlarından mahrum kalıyorlar. Son kez göz kapakları düşerken kimseyi göremiyorlar. Kur’an’dan birkaç ayet dinlemek çok görülüyor. Galiba bende korkuyorum, bir hastanenin yoğun bakımına bırakılmaktan veya…
Koşarak çıkmak istiyorum hastaneden. Koşabilmek artık benden uzak gibi. Yokuş aşağı iniyorum yavaş yavaş. Sabahın serinliğinde evden çıkmıştım. Daha sıcaklar bastırmamış. Baharın ilk günleri. Arada bir duraklıyor, çiçek kokusunu ciğerlerime çekiyorum ve her seferinde aynı ağrı aynı yerde. Gittiğim her hastanede tetkikler, tahliller yapılıyor ama her şey normal gibi görünüyor. Bu durum tedirginliğimi biraz daha artırıyor. Sonra tekrar yola koyuluyorum. Bahar coşkusu her yanı sarmış. Caddeler, sokaklar insan kaynıyor. Kasvetli kış havasından sıyrılan insanlar kendini dışarı atmış. Baharın canlılığı tabiat gibi insanların da yüzüne yansımış. Ama benim baharım daha gelmedi. Gelir mi? diye aklımda geçirecek oluyorum ki “umudunu kaybedersen geriye neyin kalır” diye bir ses duyuyorum. Dönüp bakıyorum kimse yok, bahar da…
Masanın arkasında kayıt işlerini yapan görevliye çıkışanlar oluyor ara ara. Anlaşılan doktor hayli gecikmiş. “Hastalık insanı zayıf düşürüyor, takat bırakmadığı gibi sabrı da alıyor” diye mırıldanıyorum, Sol tarafımda duvara yaslanmış bir hasta yakını anlamsızca gözlerini dikmiş bana bakıyor. Beklemeye devam ediyorum ancak doktor hala yok ortalarda. Nihayet doktor yanında asistanı ile koridorun başında görünüyor. Uzun boylu esmer tenli, sevecen biri… Selam verdikten sonra, görevliye döndü “Sırayla al, hastalarımızı daha fazla bekletmeyelim.” dedi. Doktorun bu babacan tavrı gerilimli havayı dağıtıyor. Sıram gelsin istemiyorum. Dilimde dualar, kalbim hızla çarpıyor. Yine sırtımda ki o ağrı ve sırtıma saplanan o bıçak…
Sokaktan yürüyerek şehrin en büyük caddesine çıkıyorum. Caddede durup bir süre hızla akan insan selini izliyorum. Kadın, erkek, genç, yaşlı herkes telaşlı ve hızla yürüyor. Bu kadar insan nereye gider. Bu telaşın sebebini anlayamıyorum. Sırtına geçirdiği çantayla okula doğru ilerleyen cıvıl cıvıl çocuklar. Kepenklerini açan esnaf, dükkânının önünü süpürüyor. Köşe başında birkaçı, meyve kasalarını birleştirip sofra kurmuş, kahvaltı yapıyor. Kahvecinin küçük çırağı elinde çay tepsisiyle kahvaltı sofrasına yanaşıyor. “Tavşankanı çaylar!” diye bir nara atıyor. İçlerinde yaşlıca olanı “Yine kopardın yaygarayı be evlat” diye takılıyor. Mağrur bir edayla elindeki tepsiyi sallayarak uzaklaşan çırağın yürüyüşü izlemeye değerdi. Ya benim çocukluğum. Benim çocukluğum, diye düşünüyorum…
Doktorun kapısında dua ediyorum, kötü hastalık çıkmasın diye. İnsanoğlu en çok zor anlarında duaya yöneliyor. Ne biliyorsam, nasıl biliyorsam, dua niyetine doğal, doğaçlama zamanla yarışırcasına peş peşe sıralıyorum. Sıram geldi mi hatırlamıyorum, doktorun karşısında duruyorum. Dizlerimin bağı çözülmüş, beni taşımıyor, nerdeyse yere yığılacağım. Sırtımda ki ter, damarlarımda ki kan gibi akıyor. Doktor elimdeki filmleri ve raporların olduğu poşeti alıyor, oturmam için yer gösteriyor. Raporları uzun uzun inceleyen doktorun yüzü geriliyor. O an yeniden keskin bıçak saplandı sırtıma. Bir sızı dolaşıyor içimde, sonra gelip yine aynı yere saplanıyor. Bir şeyler konuşuyor doktor ama kulaklarımdaki uğultudan bir şey anlamıyorum. Biliyorum, tesellinin faydası yoktu artık. Ne gelişen Tıp’ın ne de iyi doktorların…
Aklıma onlarca düşünce akıyor, hepsi de içinden çıkılması zor türünden. Nereye gideceğimi bilmiyorum. Caddenin öbür ucunda ağaçlarla çevrili camiye doğru yürüyorum. Küçük kubbesi, kısa minaresi ile gösterişten uzak mütevazı cami Selçuklulardan miras. İnci gibi dizilmiş küçük kırmızı tuğlalı duvarlarıyla zamana direniyor. Zaman içinde birçok onarım görmüş. Ama belli ki ehli olmayan ustaların elinde kalmış. Etrafında kalan yeşil alana belediye birkaç tane bank yerleştirmiş. Camii avlusunun önü biraz düzenlenip çiçek ekilmiş. Parkın gerisi düzensiz, pek de temiz değil. Bankların etrafına sigara izmaritleri ve çekirdek kabukları atılmış. Büyük bir ağacın altındaki boş bir banka oturuyorum. Ya hayatımdaki boşluklar…
Park sakin, sessiz, sabah namazından sonra oturan birkaç yaşlı sohbet ediyor. Sohbetin konusu malum, görmeyen gözler, sızlayan dizler… En önemlisi yaşlılık ve yalnızlık… Yaşlıların arada bir öksürmeleri sessizliği bozuyor. Parkın bir ucunda tezgâh açan simitçi hem caddeden gelip geçenleri hem de parkta oturan ihtiyarlara göz gezdiriyordu. Simitçi, küçük bir çocuk, daha ilkokul çağında. Ayağında kara lastik, üzerinde emanet duran büyük bir hırka. Başındaki siyah bereyi kulaklarına kadar çekmiş. Simit tezgâhının arkasında müşteri bekliyor. Kara gözleri, ürkek bakışları ile etrafa bakınıp, arada bir kısık sesle “Simit, sıcak simit’’ diye bağırıyor. Ben de bir bağırabilsem diye içimden geçiriyorum. Ama ne diye bağıracağımı bilebilseydim…
Tekrar yola düşmek için kalkıyorum. Beni taşımayan, zayıf dizlerime yüklenerek ilerlemeye çalışıyorum. Şehrin en büyük caddesine yöneliyorum. Hayat gibi, kalabalık hızla akıyor üzerime. Girdiğim caddenin sonu görünmüyor, bir duvara yaslanıp bakıyorum. Her şey hızlı ancak keşmekeş bir şekilde akıyor. Kendi mecrasında akan sadece tabiat. Tıpkı benim gibi, bende akıyorum ama… Elimde bir poşet, poşetin içinde röntgenler, raporlar. Aslında her şeyin içinde olduğu bir poşet, geçmişim, geleceğim ve ölü… Şimdilik eksik olan bir avuç toprak. Belki de onun ardına düşmüşüm yollara, bilemiyorum. Beyaz, kırmızı, kara, kil, kül renkleri ile toprak çeşit çeşit. Bir de toprağın kendi ismi ile olanı yani toprak rengi var. Toprağın hangi rengi yakışır insana? Şair “Benim sadık yârim kara topraktır.” demiş. En iyisi şairi dinlemeli… Yağmur almış toprak kokusu alıyorum, toprak kokusu… Erik ve elma ağaçlarının arasından koşuyorum ama yonca tarlasının altındaki çaya varamadan...
Alişan Hayırlı
Mart 12, 2025 Çarşamba 19:46
Allah sana rahmet eylesin Mekanın cennet olsun Musab abi
İhsan Ataman
Mart 11, 2025 Salı 10:18
Yüreğine sağlık peşine takıldığımız zaman seyyahı, yine alıp götürdün bizi... Kimliğini yitirmiş, ırmağa karışan çay... Kalabalıklarda ben ya ben ne olacağım! Hiçliğinin farkına varmak nasip olmadan, Hissetmeden toprağı ben, toprak olacağım.
Cemalettin Akkoç
Mart 10, 2025 Pazartesi 20:25
Benim sadık yarim karatoprak. Musab abi hayatımda belkide özlediğim insanlardan biriside sensin.Rabbim bizlerin ömrünü almadan.İnşaallah bir fincan kahve bir tutum çay bir tebessümle hoşbeş yapıp helalleşirız. Ne güzel yazmışsın tıpkı benim özlemimi dile getirmişsin.Selam ve dua ile Hayırlı ramazanlar.
yakup Yemez
Mart 10, 2025 Pazartesi 19:03
Bizi ne güzel anlatmışsınız. Bir an 1970lere gittim ve bu günler..kaleminiz daim olsun
Adem
Mart 10, 2025 Pazartesi 18:12
Yalın ve etkili. İnsanı hayat yolculuğuna çıkarıyor. Sorguluyor. Çocukluğuna götürüyor. Saf, samimi ve içten olana yönlendiriyor. Umarım hastalık korkulduğu gibi olmaz. Rabbim dermansız dert vermesin.
Mehmet Güneş
Mart 10, 2025 Pazartesi 17:53
Yine döktürmüşsünüz Sn. Hocam, kaleminize sağlık.