Sosyal Medya

Makale

İnsan olma çabasına dair

İnsanoÄŸlu, bizim gelenekte “en başından”, “yaratılıştan” pek asil, pek ÅŸerefli bir varlık olarak kabul edilir ve bu kabul dinî referanslarla da gerekçelendirilir. Ancak bu gerekçelendirme konuyla iliÅŸkili olduÄŸu düşünülen ayetlerin yanlış anlaşılması ve yanlış yorumlanmasından ibarettir. Kaldı ki izzet, ÅŸeref, onur, haysiyet gibi deÄŸerler iradi, ihtiyari fiillerle kesbedilir. İnsanoÄŸlunun asil ve ÅŸerefli bir varlık olduÄŸuna iliÅŸkin genel kabul ÅŸu tür mantıksal çıkarımlarla da desteklenir: DoÄŸal ve metafizik varlıklar arasında insan otonom benlikli bir öze sahiptir. Oruç tutup hacca giden bir hayvan yahut aÅŸkından intihar eden bir bitki olmadığına göre insanın diÄŸer varlıklardan üstünlüğü belki de akıl-irade noktasında tebarüz etmekte, dolayısıyla insan fıtratındaki soyluluk akıl ve iradeyle kendini göstermektedir... Bu tespit ilk bakışta makul görünebilir; fakat unutmamak gerekir ki akıl ve irade çok kere insanın yoldan çıkma imkânına da dönüşebilmektedir. Emanet ayeti (Ahzâb, 33/72) böyle bir riske iÅŸaret etmektedir.

***

Peki, doÄŸası gereÄŸi hercai, sebatsız, aceleci, gelgeç tabiatlı bir varlık olan insanın harici kurallar ve yaptırımlara gerek kalmadan insânî/ahlâkî ödevlerini hakkıyla yapması ve böylece profesyonel bir ÅŸerir (ÅŸeytan) olma istidadını köreltip dengeli, ölçülü bir yapıya kavuÅŸması nasıl mümkün olabilir? İnsan, gerçekten insan olmak gibi sahih bir niyet taşıyorsa, her ÅŸeyden önce kiÅŸilik ve karakter zaaflarını, hamlıklarını, nobranlıklarını, aymazlıklarını görmeli, bütün bu kusurlarını kendi özüne dönüp açık yüreklilikle itiraf etmeli, aynı zamanda kendini kınayıp hâl-i hazırdaki “ben”inden nefret etmelidir. Kısacası, insan kendi içinde, kendi emeÄŸiyle esaslı bir öz yaratıp bu özüyle verili özünü adamakıllı eleÅŸtirebilmelidir. 

İnsanın inancı ile yaÅŸam tarzı arasında uyumsuzluklar baÅŸ gösterdiÄŸinde bu durum ahlâkî duyarlılıkla mütenasip düzeyde hissedilen bir huzursuzluÄŸa yol açar. Bu huzursuzluk aslında fıtrat kodlarımızdaki “takva” ile “fücur”un birbiriyle çatışmasına, yani bir bakıma iki ayrı “ben”in kavgasına dayanır. Burada yapılması gereken iÅŸ, kavgaya seyirci kalmak deÄŸil, “fücur”cu benimizi vicdan denilen ahlak öğretmenimize ispiyonlayıp onun disipline gitmesini saÄŸlamak olmalıdır. Böyle bir ispiyonculuk kesinlikle hayırlıdır. Çünkü burada “kendini bilen insan” olma çabası söz konusudur. Kendini bilen insan baÅŸkasında gördüğü herhangi bir kusurun kendi ÅŸahsında da mevcut olabileceÄŸinin hesabını yapar. Bu hesabı yapabilen insan baÅŸkalarında kusur teÅŸhis etmekle meÅŸgul olmaz, olamaz. Nefsini hesaba çekip kusurlarını kendi “ben”ine itiraf edebilen insan, Hz. Peygamber’in, “Kendi hatalarını düzeltmekten baÅŸkalarının kusurlarını araÅŸtırmaya vakit bulamayan kimseye Allah merhamet etsin” duasına mazhar olur. Ama gelin görün ki insanın kendi kusurlarını görmesi ve bunu kabullenmesi çok kolay bir iÅŸ deÄŸildir. Çünkü insan kendini tarifsiz bir sevgiyle sever ve benlik iddiasının bir yansıması olan bu narsisizm onu, “Bir ÅŸeyi çok sevmen onun kusurlarına karşı seni kör ve sağır eder” hadisinde betimlenen hâle sevk eder.

***

İnsan, kendi nefsini denetleyebilmek ve hesaba çekebilmek için, “İşte geldik gidiyoruz” demeyi bilmelidir. Gerçi “Kaç yılı geride bıraktım?” düşüncesinin hâkim olduÄŸu gençliÄŸin semtine ölüm korkusu pek uÄŸramaz; ama “Acaba kaç yılım kaldı?” endiÅŸesinin müzminleÅŸtiÄŸi çaÄŸlarda ölüm en azından Allah’ın huzurunda hesap verme endiÅŸesi taşıyan insanlar için kesinlikle hatırı sayılır bir mürebbi olur. Kendisine ayrılan zamanın sınırlı olduÄŸu ve bu dünyadaki hayatın yarın bir gün son bulacağı hususunda duyarlı olmak, insanı yaÅŸanmaya deÄŸer bir hayat yaÅŸayıp yaÅŸamadığı konusunda kaygılandırır. Anlamlı bir hayat tecrübesine sahip olamayan insan kendi içinde suçluluk duygusu taşır. Ancak bu duygu, kendisiyle yüzleÅŸmemek için pekiÅŸtirilen bir dizi kaçınma mekanizmasının refakatinde insanın kendi özüne daha da yabancılaÅŸmasına deÄŸil, kendine çekidüzen vermesine vesile olmalıdır. Burada anlatmaya çalıştığımız husus, Hz. Peygamber’e izafe edilen ÅŸu çarpıcı sözlerde ifadesini bulur: “Ey insanlar! Sanki ölüm bizden baÅŸkası için mukadder kılınmış, sanki mükellefiyet bizden baÅŸkasına vacip olmuÅŸtur… Ebediyete uÄŸurladığımız ölüler sanki seyahate çıkmışlar ve kısa bir süre sonra bize döneceklermiÅŸ düşüncesiyle onları kabirlerine koyuyoruz ve sanki biz bu dünyada ebedi kalacakmışız gibi onlardan kalan mirası tüketiyoruz. Ne o, yoksa biz öğüt ve ibret veren her ÅŸeyi unuttuk ve bütün musibetlerden emin mi olduk!” (Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, [Beyrut trs.], X. 229; Muttakî el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, [Beyrut 1985], XVI. 125-126).

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.