Sosyal Medya

Makale

Diskur çeken tasavvuf

Gerçekte tasavvuf nedir, diye sorulsa, pek çoÄŸumuzun aklına mahviyet, riyazet, mücahede gibi kavramlar gelir. Mahviyet alçakgönüllü olmak, riyazet nefsin serkeÅŸliÄŸini kırmak, mücahede ise nefs ve ÅŸeytanla savaÅŸmak demektir. Zühd temelli tasavvufî tecrübe mütemadiyen yolda olmayı mucip bir manevi yolculuk olarak her ÅŸeyden önce insanın kendini adam etme mücadelesidir. Bu yolculukta salik/talib kendi gözündeki merteÄŸe odaklandığından baÅŸkasının gözündeki çöpü göremez hâle gelir. Nefs (ÅŸiÅŸik ego) birçok mutasavvıfın benzetmesine göre saldırgan köpek, pisboÄŸaz domuz, iÄŸrenç fare, basbayağı put, Firavun ve Nemrut’tur. Hâliyle, seyri sülûkta nefsle mücadeleden arta kalan bir boÅŸ zaman yoktur. Ama gelin görün ki günümüzde tasavvufla yatıp tasavvufla kalkan kimi kelam ve kalem erbabı mücahede, riyazet, çile gibi tüm fasılları ikmal edip kapatmış olmalı ki “falan kiÅŸinin gözünde mertek, filan kiÅŸinin gözünde çöp var” demeyi kendine vird edinmekte ve sürekli olarak tasavvuf namına üst perdeden diskur çekmektedir.

***

İslam, ÅŸiddet, terör gibi meseleler gündeme geldiÄŸinde, “Anadolu irfanı” denilen amorf bir kavramlaÅŸtırma üzerinden Mevlana, Yûnus gibi sûfîlere referans veren bu diskurcu tasavvuf, engin hoÅŸgörü babında da, “Gel, ne olursan ol, yine gel”, “Yaratılanı hoÅŸgörü yaratandan ötürü” gibi mottolarla mahviyet sosuna bandırılmış bir retorik üretmektedir. Ancak burada bahsi geçen irfan ve mahviyet özde deÄŸil, sözdedir; yani fiyakalı bir retorikten ibarettir. Tevazu ve hoÅŸgörü retoriÄŸinin pratiÄŸi ise çok kere tahammülsüzlük, mükrihlik, hatta muhbirliktir. Aslında bu diskurcu tasavvuf söyleminde tevazu ve hoÅŸgörü sadece kendi meÅŸrebine tevazu ve hoÅŸgörüden ibarettir. Çünkü irfan onların uhdesinde, derin hakikatlere vukuf da yine onların tekelindedir

Diskurcu   tasavvuftaki mahviyet retoriÄŸi tevazu kılıklı bir kibirle mualleldir. Bu kibrin özü/özeti, “Hakikat bizden sorulur” edasıyla kelam etmektir. Aslında bu tavır kitâbî tasavvuf kültüründe bir tür akord gibidir. Birçok meÅŸhur mutasavvıfın avâm (sıradan insanlar), havâs (seçkinler), hâssü’l-havâs/havâssül-havâs (seçkinler seçkini kimseler) kategorileri üzerinden İslam’ı üç katlı bir dinî yapı gibi algılayıp tanımladıkları bilinmektedir. Bu seçkinci söyleme göre kelam ve fıkıh uleması avâm kategorisindedir. Bunlar Muhyiddîn İbnü’l-Arabî nezdinde rüsûm ulemasıdır. Rüsûm ulemasının bugünkü diskurcu tasavvuf terminolojisindeki karşılığı ise Kur’an ve tefsir alanında çalışan “evrak memurları”dır.

İbnü’l-Arabî’ye göre sûfîler “ehlullah”ı temsil eder; fakihler ve kelamcılardan oluÅŸan rüsûm uleması ise enbiya ve evliyanın firavunlarına, salih kulların deccallerine benzer. Ulema-i rüsûm ilmi kitaplardan ve insanların ağızlarından alır; oysa ehlullahın ilmi rahmânî-rabbânî bildirime dayanır. Nitekim Bâyezid-i Bistâmî’nin, “Siz ilmi ölü halde ölüden alıyorsunuz; ama biz hiçbir zaman ölmeyecek Diri’den, yani bizzat Allah’tan alıyoruz” sözü pek meÅŸhurdur. İbnü’l-Arabî hatmü’l-evliya, cehennem azabı ve Firavun’un imanı gibi konulardaki ilginç görüşlerine yönelik muhtemel itirazlar karşısında şöyle bir argüman geliÅŸtirmiÅŸtir: “Vahyin nüzulüne tanıklık eden ilk müslüman neslin avâm tabakası kabuÄŸun içindeki özü, yani Kur’an elfazının ardındaki gizli ve hakiki manaların önemli bir kısmını anlayamamıştır. Onlar gerçek manada ehl-i fehm olmadıkları, bilgilerini Hızır ve asfiya/evliya zümresi gibi doÄŸrudan doÄŸruya Allah’tan almadıkları için, Kur’an’daki zahirî manaların pek çoÄŸunu dahi kavrayamamış ve bu konuda Hz. Peygamber’in izahına ihtiyaç duymuÅŸlardır. Daha açıkçası onlar Arap oldukları, üstelik Kur’an kendi dilleriyle inzal edildiÄŸi hâlde, “İnanıp imanlarına herhangi bir zulüm karıştırmayanlar...” (En’âm 6/82) ayetindeki maksadı kavrayamamışlardır (Bkz. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, Dâru Sadır, Beyrut trs., I. 135-136).

***

Bu söylem tarzı seçkincilik ve kendine hayranlığın ifadesidir. İbnü’l-Arabî’nin “Varlık yokluk olarak idrak edilebilir”, “Sen O deÄŸilsin ama belki sen O’sun” gibi bilmecemsi sözleri de aynı söylem tarzının ürünleridir. “Avâm günahtan, havâs gafletten tövbe eder”, “Avâm his, havâs akıl, hâssatü’l-havâss ise Hak nuru ile irÅŸat edilir. Çünkü ilm-i ledün (bâtınî ilim) sadece sûfîlere bahÅŸedilir” gibi büyük laflar da seçkincilik kibriyle az çok mualleldir. Sonuç olarak, erken dönemlerdeki zühd (zahidlik ve âbidlik) tecrübesinin kuramsal ve kurumsal tasavvufa evrilmesi, tabir caizse amatör ruhluluktan profesyonelliÄŸe geçilmesi neticesinde mahviyet, riyazet ve mücahede gibi kavramlar büyük ölçüde entelektüel merak ve retorik konusu hâline gelmiÅŸ, “mahviyet” de tevriyeli bir hâl alarak tevazu kılıklı kibre dönüşmüştür.

kaynak: Karar

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.