Makale
İslamcılık ideolojisinde egemenlik ve devlet-4
İSLAMCILIK
1- Tanımı:
Genelde İslam dünyasında ve özelde Osmanlı Devletinde ortaya çıkan İslamcılık akımı, hem şartları hem de yönelimleri bağlamında yeknesak bir akımı ihata etmediğinden, tek bir İslamcılık tanımı da bulunmamaktadır. İslamcılık akımı tanımlamaları, İslamcılığı oluşturan şartlar ve bu şartların yönelimleri bağlamında çeşitlenmektedir. Bununla beraber İslam dünyasında ortaya çıkan bütün İslamcılık fikriyatları birbirlerini dolaylı ve dolaysız etkilemişlerdir.
Tarık Zafer Tunaya, İslamcılığı tanımlarken baskın karakter olarak İslamcılığın ideolojik siyasallığını ön plana çıkarmaktadır: ‘İslâmcılık akımı, İkinci Meşrutiyet’in düşüncesine hâkim siyasal ve ideolojik akımların muhakkak ki, en tesirli ve kuvvetlisi olmuştur. Bu akım da, Garpçılık, Türkçülük, Adem-i merkeziyetçilik ve fikir alanında ikinci planda kalmış sosyalizm akımları gibi ideolojik ve siyasal bir karaktere sahiptir. İdeolojiktir çünkü, müesseseler kuracak bir fikir ve inanç sistemi olduğunu iddia, gerçekleşmek için de sosyal bir hareketi davet etmektedir. Siyasaldır, çünkü topluluğa, yani Osmanlı Devleti’ni blok halinde muhafaza ve bütünlüğünü sürdürmek için de onu belli bir amaca yöneltmek istemektedir. İslamcılık akımının asıl özellikleri öteki akımlara göre daha fazla çeşitliliğe sahip oluşunda ve siyasal kurumlar üzerinde daha fazla durmuş olmasındandır.’[1]
Ahmet Çiğdem, İslamcılığı doğuran içsel ve dışsal şartların tarihselliğine vurgu yaparak bir İslamcılık tanımlaması yapmaktadır. ‘İslamcılığın siyasi bir ideoloji olarak tarihselliği, emperyalizm ya da kolonyalizm gibi olguların toplumsal sonuçlarıyla, bu sonuçlara karşı direnmeyi veya bu sonuçları İslâm toplumlarının da yararına olmak üzere dönüştürmeyi amaçlayan bir hareket olmasını ihtiva etmekteydi. Yine de unutulmamalı ki emperyalizm/kolonyalizm gibi hareketin oluşmasında dışsal, modernleşme/Batılılaşma gibi içsel terimlerle ifade edildiğinde, İslamcılık, ancak bu terimlerin belirleyiciliği altındaki pasif bir varoluşun bedeni olarak anlamlıydı.’[2]
Zerrin Kurtoğlu, İslamcılığın antiemperyalist yönüne dikkat çekmektedir. Kurtoğlu İslamcılığı bir kurtuluş ideolojisi olarak tarif eder: ‘İslâmcılık 19. Yüzyılda İslâm coğrafyasında ortaya çıkan, Batı’nın sömürgesi haline gelen Müslüman devletleri bağımsızlığa kavuşturmak amacıyla geliştirilmiş bir siyasal kurtuluş ideolojisi, bir siyasal projedir.’[3]
Şerif Mardin ise İslamcılık akımına, aydınlarca temsil edilen ve daha çok siyasal alana ait olan ile halk tarafından benimsenen ve sosyal kültürel alana ait olan, iki ana eksenden yaklaşmaktadır: ‘İslamcılık cereyanı, özelliklerini daha çok 19. Yüzyıl ortalarında kazanan, Osmanlı İmparatorluğu’nun uzak çevresinde ve Hindistan’da şekillenmiş olmasına rağmen 1870’lerden itibaren İmparatorluğun merkezinde gittikçe güçlenen bir ideolojik davranış kümesine verilen addır. Hemen işaret edilmesi gereken bir nokta, İslamcılık cereyanının en az iki ekseni olduğudur. Bunlardan birincisi İslamcılığı bir dünya görüşü ve hayat rehberi olarak takdim eden okumaların ve aydınların fikirlerinden oluşmuştur. Bunun yanında, Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Türkiye’de olduğu gibi İslâm kültürünün hâkim olduğu yörelerde ikinci bir İslâmcılık vardır. O da geniş halk kitlelerinin o kadar keskin çizgilerle ifade edilmeyen, yazıya geçtiği zaman bile teorik konulardan çok, bir “İslâmî Nizam” gerçekleştirmeye çalışan arayışlardır.’[4]
Enver Ziya Karal, İslamcılığı, II. Abdülhamid’in “İstibdat Devri” siyasi müesseselerinden biri olarak görür: ‘İmparatorluğun kurtuluşu için Genç Türklerin, meşrutiyete dayanan Osmanlılık sistemini kabul etmelerine karşılık, Abdülhamit II., istibdada dayanan İslâmcılık sistemini kabul etmiş ve devrinde iç idarede olsun, dış siyasette olsun bu sistemi teşkilâtlandırıp geliştirmiştir. O suretle ki, devrin siyasi edebiyatında olduğu gibi, tarihte de Abdülhamit II., istibdadı olduğu gibi İslâmcılığı da sembolleştiren bir ad haline gelmiştir. Bununla beraber teolojik olmaktan çok siyasi bir karakter taşıyan bu sistemi açıklamak için, Abdülhamit II. Üzerine tesir yapmış olan âmilleri gözden geçirmek lâzımdır. Bu âmiller sırasıyla şunlardır: Osmanlı İmparatorluğunda Müslüman-Hıristiyan münasebetlerinin kötüleşmesi, Avrupa’nın, Osmanlı Hıristiyanları lehinde müdahaleleri, İmparatorlukta ve dünyada İslâm memleketlerinin Avrupalılar tarafından istilası, İslâm dünyasında, İslam ittihadı lehine fikir cereyanlarının belirmesi.’[5]
Mümtaz’er Türköne, İslamcılığı siyasal ve sosyal açılardan değiştirici bir ideoloji olarak çözümler. Türköne, Türkiye toplumunun bütün değişim uğraklarında İslamcılığın izlerini arar. Türköne’de anahtar kavram; değişim ve kitle ideolojisidir. ‘İslâmiyet, ne zaman, nerde, kimler tarafından ve hangi endişelerle bir kitle ideolojisine dönüştürülmüştür? … Cevap ise kısaca şu: 1867-1873 yılları arasında, İstanbul’da, bir grup Osmanlı aydını tarafından modern dünyanın meydan okumalarına karşı koyma endişeleri ile İslâmiyet, bir ideolojiye dönüştürülmüştür… İdeoloji farklılaşmış bir toplumun fikir yapısıdır. Farklılaşma ile birçok toplum fonksiyonunun iç içe girdiği geleneksel toplum yapılarının yerini, farklılaşmış sosyal fonksiyonlara bırakmasını kastediyoruz. Artık cemaat ilişkilerinin yerini şehir toplumunun fonksiyonel açıdan farklılaşmış ilişkileri alıyor… İslâmcılığı, yukarıdaki ideoloji kavramlaştırmamıza uygun olarak… yeni devirlerin bir ideolojisi şeklinde tarif edebiliriz. Hızlı sosyal değişme, geleneksel değerlerin karşılayamadığı, açıklayamadığı değişimler, kitle iletişiminin yaygınlaşması, aydın sınıfının bir fikir imalatçısı olarak yerini alması gibi “yeni” unsurları, geleneksel İslâm toplumunun değişmesi içinde takip ederek İslâmcılığın doğuşunu açıklayabiliriz.’[6]
Kemal H. Karpat, toplumsal değişimden yola çıkarak bir İslamcılık tanımlaması yapmıştır. Karpat, Osmanlıda sınıf temelli bir toplumsal değişimi iddia ederek bu değişimi mümkün kılan sınıfsallığa bir ideoloji atfeder. Bu ideoloji İslamcılıktır: ‘Antonio Gramsci, Marx ve Engels’in ideolojinin sadece burjuvazi veya proletarya için sınıf egemenliği aracı olduğuna ilişkin görüşünün tersine, zanaatkârlardan, köylülerden ve sıradan insanlardan oluşan geleneksel sınıflar tarafından da kullanılabileceğine işaret etmiştir. Gramsci bunun da ötesine giderek, tarihsel olarak, belirli yapılara özgü organik ideolojilerin, keyfi, akılcı ya da “amaçlı” ideolojilerin yoksun oldukları bir kabiliyete, kitleleri örgütlemeye yönelik psikolojik bir kabiliyete sahip olduklarını da ileri sürmüştür. Bu ayrımı kullanarak, uyanışçı tarikatlerin İslâm’ı toplumun ve dinin savunulmasında kitleleri harekete geçirmek için kullanmalarına mukabil, Sultan Abdülhamid’in aynı İslâm’ı Osmanlı Devleti’nin savunulmasında kitleleri harekete geçirmeye çalışan “amaçlı” bir ideoloji olarak kullandığını söyleyebiliriz. Uyanışçılar ve padişah aynı dine inanan Müslümanlardı, ama o dinin adına padişah, devletçi elit düzeni korumaya çalışırken, kitleler, bu düzenden kurtulmaya çalışıyorlardı. Daha Marksçı bir anlamda, genel olarak Müslüman dünyada, özel olarak da Osmanlı İmparatorluğunda, ideolojinin doğuşu, başlangıçta devlet ile cemaat arasında bir aracı olarak hizmet ederken, sonraları ikincisini kendi kültürel, ekonomik ve toplumsal güç zeminine dönüştüren, zaman zaman yönetici devlet seçkinlerine muhalefet eden yeni bir burjuvazinin doğuşundan kaynaklanmıştır. İlkel bir kapitalizmin ortaya çıkışı ve devlet arazilerinin özelleştirilmesi, modern eğitim ve akılcı düşünce tarzları yeni bir orta sınıf yarattı. Bireyciliği, çıkarcılığı ve sosyo-ekonomik köklerinin dinamik bilincinde olması sayesinde bu orta sınıf geleneksel benzerlerinden çok farklıydı ve ticari, tarımsal ve entelektüel bağlantılarıyla Müslüman dünyanın dört bir köşesinde kırsal kesimin transformasyonunda belirleyici bir rol oynadı.’[7]
Bedri Gencer, İslamcılığı, XIX. Yüzyılda Batı’nın hükümran etkisinin bir tepkisi olarak görür. Fakat bu tepki, salt bir tepki olmayıp, İslam dünyasının taşımış olduğu değişim istidadının tarihsel seyrinin, modernleşmeci bir duruma evrilmesidir. İslâm dünyasının bu istidadı; tarihte din temelli bir kozmopolis idealini başarmış olması ve bu kozmopolis başarının tarihsel mirasını koruyabilmesidir. ‘XIX. Asırda dünya çapında bir güç haline gelen Batı medeniyeti ile özelde İslâm, genelde Doğu dünyasının sancılı karşılaşması, modern dünyayı saran bunalımın ana kaynağını oluşturmaktadır… Yahudi-Hıristiyan Batı Avrupa dünyasında sekülerleşme sürecinde dinin medeniyete dönüşümüne paralel olarak Hıristiyanlaştırmadan medenileştirmeye dönüşen kozmopolis idealinin tezahürünün İslâm dünyasında yarattığı derin etki ve tepkidir… Hıristiyan Avrupa, din-temelli kozmopolis idealini başarmakta aciz kalınca medeniyet-temelli bir kozmopolitanizme yöneldi… medeniyetsel ötekileştirmenin disiplini olarak oryantalizm sayesinde geleneksel “hak/batıl din” ayırımı, “Batı/Doğu medeniyetleri ayrımına çevrildi… Sekülerleşme sürecinde Katoliklik ile Protestanlık arasındaki geleneksel fırka bölünmesinin medeniyet/kültür bölünmesine dönüşümü, kozmopolise yönelik ötekileştirme ve aynılaştırma tarzlarını kritik olarak etkiledi. Fransız Devrimi’nden sonra Napoleon’un başlattığı sıcak savaş olarak medenileştirme hareketinin ilk doğrudan hedefi genelde İslâm dünyası, özelde Osmanlı Devleti olmuştur. Onun 1798’de Mısır seferiyle başlayan Batı’nın maddi, sıcak taarruzuna İslâm dünyası, Osmanlı Devleti’nin 1839 Tanzimat Fermanı ile başlattığı politik-kurumsal modernleşme ile karşılık vermiştir.’[8]
İsmail Kara, bütüncül bir İslamcılık tanımı yapmaya çalışmıştır:‘İslâmcılık XIX-XX. Yüzyılda, İslâmı bir bütün olarak (inanç, ibadet, ahlâk, felsefe, siyaset, hukuk, eğitim…) “yeniden” hayata hakim kılmak ve akılcı bir metodla Müslümanları, İslâm dünyasını batı sömürüsünden, zâlim ve müstebit yöneticilerden, esaretten, taklitten, hurafelerden…kurtarmak; medenîleştirmek, birleştirmek ve kalkındırmak uğruna yapılan aktivist, modernist ve eklektik yönleri baskın siyasî, fikrî ve ilmî çalışmaların, arayışların, teklif ve çözümlerin bütününü ihtiva eden bir hareket olarak tarif edilebilir.’[9]
2- İslamcılığın Doğuşu, Kökenleri ve Kaynakları:
İslamcılığın doğuşuna dair bir tarih verilmesi gerekirse, kesinkes bir tarih verebilmenin zorluğu ortadadır. Kâfir Bizanslara öykündüğünden şikâyetle Orhan Bey’in sinekkaydı tıraşını eleştiren ulemanın bu tutumu acaba İslamcılık mıydı? Osmanlı Devleti Bürokratlarının Avrupa seyahatlerinde tanık oldukları çarpıcı maddi kalkınma hamleleri ile yeni hayatın baş döndürücü hızı karşısında takınmış oldukları savunmacı bir psikoloji rehberliğinde Batı’ya getirmiş oldukları eleştiri, kültürel boyutta bir İslamcı söylem miydi? Bir Peygamber sözü olduğu iddia edilen “Dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir” lafzı, uzun yıllar bu savunmacı psikolojiye eşlik etmiş, üstünlük psikolojisinin itkisi ile dini anlamda bu dünya hayatının esas anlamı ön plana alınmıştı. Fakat sokağın bakış açısı farklıdır. Devlet aygıtı merkezli Lale devrinin şatafat ve debdebesine tezat teşkil eden yığınların yoksulluğu, bir ayaklanmanın patlak vermesine neden olmuş, toplumsal eleştiri, dini argümanlarla yüklü olarak yönetsel iradeyi hedef almıştı. Dini anlamda padişahın meşruiyetini sorgulayan Patrona Halil Ayaklanmasının fikri arka planına da, acaba İslamcılık diyebilir miyiz? Yahut Kadızadeler ile tarikatların kanlı savaşında “hangi İslam” sorusuna verilmiş cevaplara ve bu cevapların eşlik ettiği eylemlere de İslamcılık diye bilir miyiz?
İslam, birey, toplum ve devlet kavramları yan yana geldiği zaman anlamlandırmaların zengin çeşitliliği, kesinkes bir tarihlendirmeyi “zorlu” bir hale getirmektedir. Fakat bir başlangıç noktası olarak olgusal bir tespit yapılabilir. Bu olgusal tespitte; devlet aygıtının “dinsel olana yönelik ne söylediğinden” ziyade, “dini olanın devlet aygıtına ve sosyal politik hayata dair ne söylediği” önem kazanmaktadır. Dini olanın devlet aygıtına yönelik ne söylediğinden kasıt; dinsel değerler ile yüklü yönetsel eleştirilerin ya da yönetsel aygıttan beklentilerin dolaysız siyasallığının mevcudiyeti kastedilmiş olmaktadır. Bu söylemin kapsamı çok geniştir. Bu söylem, Osmanlı Devletinin hem dinsel hem siyasal veya sadece dinsel hinterlandı içerisinde bulunan Asya, Afrika ve Ortadoğu’nun önemli yerlerinin Batı tarafından işgali ve sömürgeleştirmesi ile başlamıştır. Batı işgal ve sömürgeleştirmesi İslam âlemi için aynı zamanda Batı ile bir temas anlamına geliyordu. Bu temas, Müslüman toplumlarının “modernizm ile olan zorunlu ilişkisi”dir.‘Ondokuzuncu asırda İslâm dünyası, Avrupa’nın belirlediği bir tarih dönemine adım at(mıştır).’[10]
Batı emperyalizmi karşısında “kurtuluşçu” hareketlenmeler oluşmuş, sömürgeci güçlere karşı bu hareketlenmelerin akisleri, tabiatı gereği merkeze yani Osmanlı Devletine ulaşması gecikmemiştir. Çevreden merkeze yönelmiş olan bu akis, merkezde düşünsel ve eylemsel boyutta güçlü bir karşılık bulmuştur. Neticede Batılı güçlerin sömürgeci ekonomi politiğinin asıl muhatabı, tek örgütlü güç olan Osmanlı Devletiydi. ‘Bağımsız tek büyük Müslüman devleti olan Osmanlı Devleti Müslüman dünyanın kıyısındaki devletlerden ve hükümdarlardan gelen ve bağımsızlıklarını ve İslâmî yaşam tarzlarını korumalarına yardımcı olunmasını isteyen taleplerle âdeta kuşatıldı.’[11]
Bu aksin taşıdığı psikolojik travma, hem devlet aygıtında hem de aydınlar katında derinden hissedilmiştir. ‘Mağlubiyetlerin ve kendini geride kalmış hissetmenin İslâm dünyasında ve hususen Osmanlı merkezinde ortaya çıkardığı şüphe, tedirginlik ve gerilimin derecesi ve şiddeti bugünden geriye bakarak kolaylıkla anlaşılabilecek bir hadise değildir. Asırlardır zaferden zafere koşmuş, küfre meydan okumuş, müesseseleri oturmuş, kendi kendine yeterli, kendine güveni tam bir siyasi, sosyal ve kültürel yapının küfür karşısında mağlup olması sadece siyasi yapının ve devletin değil şaşırtıcı bir şekilde (zihni olarak devletle zaruri bağları olan) İslâm’ın da mağlubiyeti sayılmıştır. Dinle devlet ve toprak (Müslüman coğrafya) arasında kurulan bu zaruri ilişkilerin, tarihin derinliklerine doğru da uzanan mantığı, modern dönemler için derinliğine ve yeterince araştırılmış, işlenmiş, ortaya konulmuş olmamakla beraber önemlidir. (Âkif’in “Bu da çiğnendi mi çiğnendi demek şer’i mübîn” veya Yahya Kemal’in “Gâlib et çünkü bu son ordusudur İslâm’ın mısralarında gömülü olan hissiyat budur.)”[12]
Avrupa’nın yayılmacılığı, bilim ve sanayi bağlamında teknolojik bir üstünlük ile önüne geçilmez bir sel halini almıştır. Bu selin önünde durululamazdı. Bu selin boğmaması için bu selin üstünde yüzebilmek gerekiyordu. ‘Çağdaş İslam düşüncesinde, bu düşüncenin içinde önemli bir yer tutan siyasi yönelişlere ve görüşlere bakarken “seyl-i hurûşan” terkibinin açıklayıcı özelliklere sahip bir hareket noktası olabileceğini söylemek sanırız fazla hatalı olmaz. Her şeyi önüne katıp sürükleyen, geriye dönüp bakma, yerinde sayma imkânı bırakmayan bu taşkın Avrupa seli Müslüman aydınların, İslamcıların düşüncülerinin hem istikametini, hem muhtevasını ve tabii olarak da neticelerini büyük ölçüde belirlemiş, sınırlamış gözüküyor… İslam dünyasının ve Osmanlı Devleti’nin modernleşme tarihi, birbirine bağlı olarak birinci derecede askeri mağlubiyetler ve sömürgecilik, ikinci derecede de oryantalizm ve misyonerlik vakıalarıyla çok yakından alakalıdır.’[13]
Kemal Karpat, İslamcılığın doğuşu ve kökenlerini daha çok Avrupa etkisi ile değişime uğrayan sosyal politiğin üretmiş olduğu “orta sınıfın” kimlik arayışı ve dolaysıyla bir ideolojisi olarak açıklar. Karpat’a göre bu durum, İslamcılığın devlet merkezli kurtuluşcu hareketlenmemin yanında “aşağıdan gelen bir patlama”dır. ‘Dinsel uyanış hareketlerinin yol açtığı aşağıdan gelen devrim dikkate alınmadıkça, Osmanlı tarihinin son yıllarını bihakkın anlamak imkânsızdır. İslâm toplumlarının tarihindeki en önemli olay eski toplumsal düzenin çökmesi ve bunun sonucunda neredeyse bütün geleneksel toplumsal ve siyasal kurumların yeniden yapılanması ve hepsi “çağdaş” ve modern sayılan yeni düşünce tarzlarının doğuşu olmuştur. Bu çok geniş çaplı yapısal dönüşüm, ilk önce, kapitalizmin piyasa güçleri ve genellikle bunun sonucunda meydana gelen Avrupa’nın Müslüman topraklarını işgali olayları ve daha sonra da Osmanlı Devleti’nin ve siyasi bağımsızlıklarını korumuş olan diğer Müslüman hükümetlerin, ayakta kalabilmek için, benimseyip uyguladıkları reformlarla gerçekleşti. Aşağıdan gelen patlama Müslüman kitlelerin tedricen toplumsal durum ve kimliklerinin bilincine varmalarına ve arkasından da bunları siyasallaştırıp yeniden tanımlamalarına yol açtı. Yeni Müslüman orta sınıflarının ortaya çıkışı da, geniş ölçüde, kapitalist piyasa güçleri ile yerli toplumunun yapısı, gelenekleri ve değerleri arasındaki karşılıklı etkileşmeye atfedilebilecek bir başka gelişmeydi.’[14]
Türköne, İslam toplumlarında modern anlamda bir ideolojinin ortaya çıkışının “nasılı” üzerinde duruyor. Ortaya çıkması için belirli bir evrime sahip olması gereken ideoloji olgusunun İslam toplumlarında ortaya çıkışını Türköne, “akültürasyon” kavramı ile açıklamaktadır. Akültürasyon kavramının taşıdığı etkileşim, etkilendiği ana kütleye körü körüne benzemekten ziyade, ana kütlenin temsil ettiği paradigmalar eşliğinde yaşanılan evrenin yeniden bir okuması olarak ön plana çıkıyor. ‘Batı Avrupa’da toplumların geçirdiği evrimin belirli bir aşamasında ortaya çıkan ideoloji, benzer sürecin yaşanmadığı İslam toplumlarında nasıl ortaya çıkabilmektedir?...Akültürasyon (Acculturation, kültürel edinme) kavramı, bu sorunun cevabını ararken bize yardımcı oluyor. Akültürasyon: “Farklı kültürel kalıplara sahip grupların birinci elden, sürekli bir ilişkiye geçmeleriyle ortaya çıkan, her birisinin orijinal kültürel kalıplarındaki temel değişimleri ifade etmektedir.” Kavram genel anlamda bütün kültür değişmelerini veya kültür karşılaşmalarını ifade etmek için kullanıldığı gibi; kültür değişmesinin özel bir şeklini, kültür temasının belli bir durumunu, bazen de bir kültüre intibakı anlatmaktadır. Doğu toplumlarına, ideoloji adını verdiğimiz fikir yapısı veya ideolojik düşünce biçimi, İslam toplumları için akültüratif unsurdur, ancak ideolojilerin muhtevası, ona temel biçimini veren düşünceler geleneksel dünya görüşünden veya düşüncelerinden devşirilmektedir. İslamcılık Batıdan gelen ideolojik düşünce yapısı ile geleneksel İslami değerlerin bireşimi neticesinde, İslamiyetin ideoloji formu içinde yeniden sistemleştirilmesiyle ortaya çıkmaktadır… İslamcılığı geleneksel İslamdan ayıran en önemli fark, Batıdan gelen akültürasyon sürecinin ürünü olarak, dinin kendisini doğrulama-meşrulaştırma biçiminin değişmesidir. İslamcı ideolojide İslam, Batılı ideolojiler modelinde bir dünya görüşü olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunun en kesin görünüşü; dinin artık doğruluğunu müteal (aşkın) onamada araması, aşkın bir gücün varlığı ve iradesinin dayanak olarak gösterilmesi yerine, tamamıyla rasyonel biçimlerde doğruluk ve haklılık arayışlarına geçilmesidir. İslamcılıkta, İslamiyetin dünyanın gereklerine uygunluğu ve meşruluğu, tamamıyla akla hitap eden, çağın paradigmalarına uygun tezlerle savunulmaktadır. Meşruluk, aşkın bir güce dayanarak değil, eşyanın tabiatına ve çağın gereklerine uygunluk temalarıyla ispatlanmaktadır. Geleneksel İslamda öbür dünya inancına dönük güdülenme hemen hemen tamamıyla arkaplana düşmekte, din yaşanan dünya üzerinde ısrar etmektedir, İslam artan oranda dünyevileşmektedir. İslamın sosyal hayata, siyasete dönük esasları, akla uygun açıklamalarına girişen İslam filozoflarının görüşlerine müraacat etmeleri, bu dünyeviliğin bir neticesi olarak karşımıza çıkmaktadır.’[15] Türköne, İslamcılık ideolojisinin fikri çatısının “Yeni Osmanlılar” tarafından kurulduğunu kayıtlar. İslamcılık merkezinde günümüze kadar uzanan tartışmaları başlatan Yeni Osmanlılardır.
İslamcıların fikirlerine kaynaklık teşkil etmek üzere ana kaynaklara müracaat etmelerinin bir saiki de yeni bir biçim olan ideolojik okumalarının klasik İslam birikiminde bir karşılığının olmamasıdır. ‘Klasik İslâm birikimi, Kur’an ve Hadis’in spesifik olarak anlattığını hükümlerden, karşılaşılan yeni durumlar için uygun metodlarla hüküm çıkarılmasıyla oluşmuştur. İslamcılar ise İslama, Batılı ideolojiler gibi akla uygun bir sistem olarak bakmak eğilimdedirler. Bu noktada bir çelişki doğmaktadır. İslamın bir sisteme yakın hali, doğrudan vahiy ve hadiste değil, Klasik İslamın oluşturduğu gelenektir. Halbuki bu birikim, İslamcı için sistemleştirilmesi ve çağın pratiğine uygun bir kaynak olarak kullanılması açılarından elverişsizdir. Zira Klasik İslâm Ortaçağ’ın durağan toplum yapıları ile özdeşleşmiştir. Ondan, ondokuzuncu asrın kendine özgü problemlerine, sistemli çözümler üretmek zordur. Bu yüzden İslamcılık, Klasik İslamın yaptığını yeniden yapmak, asıl kaynaklara müracaat ederek “yeniden” bir sistem oluşturmak için teşebbüse geçer. “Asr-ı Saadet”e dönüş özlemleri, bir altın çağ yaratmanın yanında, esnek yorumlara kaynaklık edecek elverişli bir sahayı da açmaktır.’[16]
(Devam Edecek)
[1] Tunaya, Tarık Zafer, İslâmcılık Akımı, İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2007, s.1
[2] Çiğdem, a.g.m., s.27.
[3] Kurtoğlu, Zerrin, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Siyaset: Pozitivist Yönetim İdeolojisinin İslâm’ın Siyasallaşmasına Katkısı, Makale, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: 6. Cilt, İslamcılık, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011, s.201.
[4] Mardin, Şerif, Türkiye’de Din ve Siyaset, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011, s. 9.
[5] Karal, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi VIII. Cilt, Türk Tarihi Kurumu Yayınları, Ankara, 2007, s. 539-540.
[6] Türköne, a.g.e.,(Siyasî İdeoloji Olarak İslâmcılığın Doğuşu) s. 17-27-28.
[7] Karpat, a.g.e., ( İslâm’ın Siyasallaşması) s. 12-13.
[8] Gencer, a.g.e., s. 37-38-39-40.
[9] Kara, İsmail,Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi- Metinler Kişiler 1. Cilt, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2011, s. 17.
[10] Türköne, a.g.e.,(Siyasî İdeoloji Olarak İslâmcılığın Doğuşu) s. 53.
[11] Karpat, a.g.e., s.2.
[12] Kara, a.g.m., s. 36-37.
[13] Kara, İsmail,İslâmcıların Siyasi Görüşleri-1- Hilafet ve Meşrutiyet, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2011, s. 19.
[14] Karpat, a.g.e., ( İslâm’ın Siyasallaşması) s. 31-32.
[15] Türköne, a.g.e.,(Siyasî İdeoloji Olarak İslâmcılığın Doğuşu) s. 29, 30,31.
[16] Türköne, a.g.e., (Siyasî İdeoloji Olarak İslâmcılığın Doğuşu) s. 31.
Henüz yorum yapılmamış.