Sosyal Medya

Gökhan Özcan: Belirsizlikler

“Keşke biz daha yaşarken bize gerçekten dost olan birileri gazetelere ‘Acı Kaybımız’ diye başlayan ilanlar verse” diye geçirdi içinden beyaz saçlı adam. Kahvesinden bir yudum aldı ve acı acı gülümsedi ardından.



“Hazır bulduğu kavramlarla konuşmayı bir kere kabullenince insan” dedi yanındakine, “yavaş yavaş kendi kelimelerini yitiriyor da, farkında bile olmuyor bunun.”
 
Çerçevesi çizilmiş bir kompozisyonun içini dolduruyoruz. Başlanmış cümleleri bitirmek için kullanıyoruz bütün enerjimizi. Kopyası çıkarılmış resimlerin koyu kalemlerle üstünden geçiyoruz. Tahmin edilebilir sözler söylüyor, hayata giydirilmiş banal senaryoya uygun hareket ediyoruz. Bir rol biçilmiş bize, onu oynuyor, ufak tefek mimiklerle role azıcık pırıltı, azıcık renk ve kâfi miktarda hayat kattığımızı sanıyoruz. Sahnedeki oyunu herkesten iyi oynarsak, kendimizi kanıtlayacağımızı sanıyoruz. O oyunu oynamaktaki başarımızın farkımızı ortaya çıkaracağını düşünüyoruz. Başkalarınca konmuş kurallara daha en başta teslim oluyor, topumuzu minyatür kale darlığında oynamayı kabulleniyoruz. Yaptığımız hiçbir şey, bizim adımızla anılsa dahi tam olarak bize ait olmuyor. “Madem ki başka türlüsü yapılamıyor” ya da “Gerçek bu, gerçeğe gözlerimizi kapatmakla hiçbir şey kazanamayız” gibi cümlelerle lafa girdiğimizde bir daha o girdaptan hiç çıkamıyoruz. Bizi kendimize benzemekten uzaklaştıran her kıyafeti istisnalık vehmiyle aklıyor, bazı istisnaların kaideyi bozduğunu unutuyoruz.
 
“... ilerlemeye bağlılık artıp sınırları zorlandıkça, tehlikeleri de büyüyor. Bunu bir benzetme ile açıklamak mümkündür. İnsanoğlunun maddi güçlerinin görünüşte sınırsız bir şekilde artması, devasa gemisinin güçlü demir ve çelikten inşa edilmiş olması nedeniyle, pusulası Kuzeyi değil, geminin kendisini gösteren bir kaptanın durumuna benzemektedir. Böyle bir gemi menziline ulaşamaz, kendi etrafında döner durur, sonunda rüzgar ve dalgaların esiri olur... Kaptan pusulasının artık yeryüzünün manyetik güçlerine tepki vermediğini fark etmediği sürece bu tehlike sürecektir” diyor Alman fizikçi Werner Heisenberg. Malum, bilimde her şeyi adeta yeniden başlatan Belirsizlik İlkesi onun adıyla anılıyor.
 
Bize on kadar kelime verir ve o kelimelerin içinde geçtiği anlamlı bir paragraf yazmamızı isterdi sınavlarda Türkçe hocamız. Zihni, kelimelerin farkında olmadığımız zengin muhtevalarını ve imkanlarını keşfe zorlayan ilginç tecrübeler olarak hatırlıyorum bunları. Bir sınav için eğlenceli bile olabilecek tecrübeler... Ancak böyle bir şeyi hayata genellemenin nasıl bir şey olduğunu düşününce, zihnimizin soyut bir hapishanede mahkumiyeti dışında bir anlam çıkaramıyor insan bundan. Bugünün cari hayat kültürü, bu türden bir zihinsel kısıtlamaya gönüllü olmaya çağırıyor büyük ölçüde bizi. Muhtevası daraltılmış, anlamı kontrol altındaki birtakım kelime ve kavramlarla düşünmemiz, konuşmamız, kendimizi ve her şeyi öngörülebilir şekilde ifade etmemiz bekleniyor. Cebri yöntemler üzerinden düşününce bir zorlama yok görünüşte. Ancak başta direnebileceğini düşünenler bile bir an sonra bakıyorlar ki tam içindeler bu döngünün, herkes gibi kabullenmişler bu muhteva daralmasını ve anlam kaybını.
 
Konuştuğumuz dil, kullandığımız kelimeler, sahiplendiğimiz duygular, savunduğumuz şu iddialar bizim mi? Yaşayabilmek için onca mücadele ettiğimiz, elimizde tutmak için bütün gücümüzle asıldığımız, bizim olsun diye çoğu zaman hiç düşünmeden birbirimizi itip kaktığımız şu hayatlar ne kadar bizim?
 
“Keşke biz daha yaşarken bize gerçekten dost olan birileri gazetelere ‘Acı Kaybımız’ diye başlayan ilanlar verse” diye geçirdi içinden beyaz saçlı adam. Kahvesinden bir yudum aldı ve acı acı gülümsedi ardından.
 
 
Yenişafak

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.