Sosyal Medya

Savaş Barkçin'in kaleminden: Es

Hayatımızda pek çok es var, pek farkında değiliz. İşimize ara verip çay içtiğimizde, bir yazıyı yazarken misafir geldiğinde, başımızı bilgisayar veya cep telefonundan kaldırıp karşımızda oturan birisine, dışarıya, sokağa veya göğe baktığımızda... Bu esler hayat şarkısını anlamlı kılan duraklardır.



“Müzik ne kadar berbat bir ÅŸeydir!” Bu sözü, Tolstoy’un Kreutzer Sonatı romanındaki baÅŸkahramanı söyler. Kreutzer Sonatı Beethoven’ındır. Adam ise kıskançlıktan karısını öldüren birisidir. Tolstoy, romanın bir yerinde ÅŸöyle söyler: “MüziÄŸin insan ruhunu yücelttiÄŸini söylerler. Saçma, öyle bir ÅŸey yok! MüziÄŸin elbette bir etkisi var ama berbat bir etki! Müzik bana kendimi unutturur, kendi hâlimi unutturur. Beni baÅŸka bir hâle sürükler, benim olmayan bir hâle...” Garip deÄŸil mi? Müzik hiç korkunç olur mu? Adama cinayet iÅŸletir mi? Olur da olmaz da... Ama ne tür olursa olsun büyük bir güzellik olan müziÄŸi korkunç hâle getirenler de bizleriz. Geçenlerde bir suç dizisi seyrediyordum. Sonradan farkettim ki dizi boyunca dipten sürekli bir gergin ses veriliyor. Pek çok film artık böyle... Siz görüntülere veya diyaloglara odaklansanız bile bilinciniz bu dip sesleri alıyor.

Bu ses, “stres” yani “sıkıntı” olarak vücudunuza yayılıyor. Kaslarınızı geriyor, nabzınızı yükseltiyor. Ortada kötü bir ÅŸey yok ama sanki bir felâketin içindeymiÅŸsiniz gibi kötü hissediyorsunuz. Filmlerde, reklamlarda, sokakta, alışveriÅŸ merkezlerinde, otobüste müzik olmayan bir yer yok. Kafelerde, lokantalarda, bekleme salonlarında, vb. müziÄŸin veya televizyonun sesi sonuna kadar açık. MüziÄŸin doldurmadığı zaman ve mekânları ise baÅŸka gürültüler dolduruyor: trafik, buzdolabı, klima, inÅŸaat makinaları, vb… O kadar gürültülü olmayan yerler “yavaÅŸ ÅŸehirler” olarak lanse ediliyor. Gürültülü turistler buralara akın ediyor. ÇoÄŸu yerde istemediÄŸimiz müzikleri dinlemek zorundayız. Asansörde, çarşıda, sokakta, okulda, televizyonda, filmlerde... MüziÄŸe mâruz hâldeyiz. Åžu anda müthiÅŸ bir müzik ve ses kirliliÄŸi içinde yaşıyoruz. Müzik sevgisinden çok bir müzik iÅŸgali bu...

Bir yandan “birey,” “irade,” “özgürlük” diyen Batı; insanları belirli tür ürünlere, süreçlere, kavramlara ve inançlara mecbur bıraktı. Sonunda geldi, müziÄŸi de bir tüketim malı olarak dayattı. Adorno’nun dediÄŸi gibi “Bütün çaÄŸdaÅŸ müzik hayatı metâ niteliÄŸi taşır.” Sadece müzik hayatı mı? Deyyuslar alınıp-satılmayan bir ÅŸey bıraktılar mı ki? Bu kadar nâdide bir nimet olan müzik de insanla beraber fıtrat zıvanasından çıktı. 1800’lerin sonunda gramofon ortaya çıkmadan evvel müzik canlı, kiÅŸisel, nâdir, özel bir ÅŸeydi. Her yerde, her zaman bulamazdınız. MüziÄŸi bizzat dinlemek büyük bir talihti. ÇoÄŸu insan bütün hayatı boyunca belki birkaç kez bu fırsata sahip olabilirdi. Gramofon bunu deÄŸiÅŸtirdi. Müzik artık kaydedilebiliyordu. Matbaa devriminin müzikteki karşılığı taÅŸ plaktır. Aynen matbaada binlerce basılan bir kitap gibi müzik de kitlesel ÅŸekilde çoÄŸaltılarak bir sanayi hâline geldi.

Artık siz müziÄŸe gitmiyordunuz, müzik size geliyordu. Hem de en hazır, mükemmel hâliyle... Ä°stediÄŸiniz anda evinizin içine en güzel naÄŸmeler, en yetkin müzisyenler doluyordu birden... Ailenin beraber yemek yemesi gibi tartışılmaz âdetler içine beraberce müzik dinlemek de girmiÅŸti. Müzik de aynen yazının sohbeti sâbitlediÄŸi gibi sâbitlenmiÅŸti. Sırasıyla radyonun, televizyonun, kasetçaların yaygınlaÅŸması birlikte müzik arzının artmasını, talebin çeÅŸitlenmesini, bedelinin ucuzlamasını getirdi. Artık müzik evin içinde olduÄŸu gibi iÅŸyerlerinde, trenlerde, arabalarda, otobüslerde, sokakta da duyulmaya baÅŸlamıştı. Müzik teknolojileri bir yandan müziÄŸi kitleselleÅŸtirdÄŸi gibi öte yandan kiÅŸiselleÅŸtirdi. Walkman bunun zirvesi oldu. Kulaklıklar ile kendimizi kendi iç dünyamıza kapatabildik. Her yerde her yandan bizi saran müzik kirliliÄŸinden, kendimizi kulaklarımıza hapsederek, orayı sevdiÄŸimiz müzik ile doldurarak kurtulmaya çalışıyoruz.

Bugün video ve müzik paylaşım siteleri ve uygulamaları sayesinde istediÄŸimiz sanatçının istediÄŸimiz eserini, istediÄŸimiz icracıdan dinleyebiliyoruz. ÇoÄŸu kez beÅŸ kuruÅŸ vermeden, yerimizden bile kalkmadan... Ä°yi, hoÅŸ ama acaba ses ve müzik yerli yerinde mi? Sesin âlemdeki yeri çok esaslıdır. Batı dillerinde “kiÅŸi” anlamına gelen “person,” Latince “maske” anlamına gelen “persona” kelimesinden geliyor.
 
BaÅŸka bir rivayete göre ise “personare” fiilinden geliyor. Bu ise “bir ÅŸeyin arkasından ses vermek” demektir. Demek ki “kiÅŸi” dediÄŸimiz bile sesle ilgili bir ÅŸey... Arapça’da “iÅŸitmek” anlamına gelen “semâ” aynı zamanda “müzik dinlemek” de demek... Ama insan ve hayat sadece “sesin çıkması”ndan ibaret deÄŸil. Sükût anlamına da geliyor. Ses ve sükût iç içedir. Birbiri olmadan anlamsızdır. Sükût bir resim tuvali gibidir. O olmadan üzerine imgeler ve renkler konulamaz. Ama ses olmadan da sükût anlaşılamaz. Sükût bize sesin varlığını, ses ise sükûtun varlığını gösterir.
 
Sürekli müzik dinlemek de, hiç müzik dinlememek de ruhî sıkıntı iÅŸaretidir. Oysa Rabbimiz her ÅŸeyi itidâl üzre yaratmıştır. “Ä°tidâl,” “adalet” kelimesiyle aynı köktendir. Ä°tidâli olmayan, aşırıya kaçan adaletten çıkmış demektir. Yani zulüm iÅŸlemektedir. Ä°nsanın aynı rûhî hâl üzere kalması da bir marazdır. Sürekli neÅŸe veya sürekli keder hayra alâmet deÄŸildir. Bu donmuÅŸ hâlden kurtulmak gerekir. Kalbimiz bile bir çarpıyor, bir duruyor. Hep sükût olursa ölmüÅŸüz demektir. Ama hep ses olursa, yani kalp sadece çarparsa bu da ölüm demektir. Demek ki iniÅŸler-çıkışlar, mutluluklar-kederler gibi ses-sükût da hayat akışını mümkün kılan ikililerden birisi... Zaten hayat iki sessizlik arasındaki bir ses deÄŸil mi? DoÄŸumdan evvel ve öldükten sonra hâkim olan sadece sükûttur. Sükûtu boÅŸluk olarak anlayabiliriz. BoÅŸluk, varlığı anlamlı kılan ÅŸeydir. Nasıl bir dergi veya kitap sayfası tıklım tıklım dolduÄŸunda içimize basarsa, aynı ÅŸey ses ile de ilgilidir. Sükûtu olmayan seslere tahammül edemeyiz.
 
Nefes almadan konuÅŸan birisi bizde sıkıntı uyandırır. Bir tasarımın veya resmin en önemli unsuru da dolu deÄŸil, boÅŸ olan yerleridir. Bunu bana seneler evvel bir abimiz söylemiÅŸti. Bir dergiyi yeni bir görsel anlayışla, bol ve çaÄŸrışımlı resimlerle bezeyerek tasarlamaya çalışıyorduk. Ä°lk sayıyı kendimiz pek beÄŸenerek gönderdik. O incelemiÅŸ. Sonra bize döndü ve dedi ki: “Ama siz her sayfayı yazı ve resimle doldurmuÅŸsunuz. En önemli estetik unsuru yok etmiÅŸsiniz: boÅŸluk...” Bu söz o günden sonra bana sadece görsel zevkimde deÄŸil, yazı ve televizyon hayatımda da düstur oldu. Hayatımızda pek çok es var, pek farkında deÄŸiliz. Ä°ÅŸimize ara verip çay içtiÄŸimizde, bir yazıyı yazarken misafir geldiÄŸinde, başımızı bilgisayar veya cep telefonundan kaldırıp karşımızda oturan birisine, dışarıya, sokaÄŸa veya göÄŸe baktığımızda... Bu esler hayat ÅŸarkısını anlamlı kılan duraklardır. Peki “es” nedir? Müzik eserlerinin içinde yer alan aralara, küçük duruÅŸlara, molalara “es” denir. Eski Türkçe’de “eslemek” aslında “dinlemek” demektir.
 
 
Çünkü sükût etmeden bir ÅŸey dinlenemez. Esin kıymetini deÄŸerli üstâdım Neyzen Ali Sarıgül bana öÄŸretti. Ona göre sükût, tefekkürün kapısıdır. Hâlbuki günümüz müzisyenleri esten pek hoÅŸlanmazlar. Kendi içlerinde huzur demek olan sükût olmadığı için, o kısacık arayı da uydurma naÄŸmelerle doldururlar. Meselâ Avni Anıl’ın “AÅŸk bu deÄŸil, yapma güzel” eserini bulup dinleyin. Bu eserde çok anlamlı uzun esler vardır. Ama bu ÅŸarkıyı icrâ eden pek çok müzisyenin “aÅŸk...” dedikten sonra gelen uzun ese tahammül edemeyip o arayı “kerizler”le doldurduÄŸunu görürsünüz. Çünkü çalanlar ve söyleyenler esin, boÅŸluÄŸun, aranın, sükûtun, huzurun ne kadar deÄŸerli olduÄŸunu kavramış deÄŸiller. Besteci neden oraya es verdi acaba? Bir anlamı olması gerekmez mi? Bu boÅŸluÄŸa ve sükûta tahammülsüzlük gerçekte bizim içimizdeki gümbürtünün bir göstergesi... Sükûttan korkar hâldeyiz. Çünkü sükût bizi içimize çeviriyor. Ä°ç dünyamıza bir kapı açıyor. Orası kavga-döÄŸüÅŸ sesleri, nâralar, feryatlar, patırtı-gürültüler ile dolu. Mevlânâ hazretleri “sık sık kendini ziyaret ediyor musun?” diye sorar.
 
Evet, biz dışımıza bakınmaktan içimizi ziyaret etmeye pek fırsat bulamıyoruz. Bunun için ses ve görüntü kalabalığının içine saklanıyoruz. “Çene çalmak” anlamındaki “chat”in “sohbet” diye güzellemesinin yapıldığı, sanallığın hakikîliÄŸin yerini aldığı, sesin gürültüleÅŸtiÄŸi, boÅŸluÄŸun anlamsız görüldüÄŸü, insanın yalnız kaldığı ama kendi başına kalamadığı bir çaÄŸ bu...
 
Zamanı ve mekânı bir ÅŸeylerle doldurmakla ömür geçiriyoruz. Oysa bir ÅŸarkının bir yerindeki küçücük bir esin içinde kendimizi, gelmiÅŸimizi-geleceÄŸimizi, içimizdeki-dışımızdaki âlemleri seyre çıkmak mümkün. Usanç, bıkkınlık, tıklım-tıkışlık, çalçenelik, ses oburluÄŸu büyük bir marazdır.
 
Bu marazdan kurtulmak için kendimize gelmeliyiz. Kendimize gelmemiz için Rabbimize gelmeliyiz. Yani vecd içinde olmalıyız. “Vecd” “gelmek” demektir. Bizi kendimize getiren ses, Rabbimizin ezeldeki “Elestü bi Rabbikum?” hitâbıdır. Bu hitâbı her ân iÅŸitip “belâ” demeliyiz. Ses de sükût da Rabbimizin âyetlerindendir. Bunun farkına varan ikisini de güzel eyler. Onları güzel eyleyince kendisi de iÅŸi de hayatı da güzel olur.
 
Kaynak: Cins Dergi
 
 

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.