Sosyal Medya

Taha Kılınç'la söyleşi: Orta Doğu'yu çalışmak sorumluluk demek

“Orta Doğu’yu bilmek” kavramının, insanın ömrü boyunca gerçekleştiremeyeceği kadar büyük ve imkânsız bir iddia olduğu kanaatindeyim. Öylesine derin, çok boyutlu, değişken ve geçişken bir coğrafyadan söz ediyoruz ki, ömrünüz boyunca ancak “Orta Doğu araştırmacısı” veya “Orta Doğu’yu çalışan bir öğrenci” olabilirsiniz.



Gazeteci yazar Taha Kılınç’ la Ketebe Yayınları’ndan çıkan son kitabı Gölgelerin Peşinde’ yi konuştuk. Yer yer kitapta portresi bulunan ilginç isimlere de değindiğimiz söyleşide Taha Kılınç, Orta Doğu’yu bu kadar önemli yapanın ne olduğunu, kitapta yer alan isimlerin Orta Doğu’nun kaderinde nasıl bir etkiye sahip olduklarını ve Orta Doğu çalışmanın ne demek olduğunu Cins’e anlattı.

Kitabınızın adı Gölgelerin Peşinde. Biz bu kitapta nasıl gölgelerin peşinden gidiyoruz ve bu yol bizi nasıl bir yere çıkarıyor?

“Gölge” metaforu, Mehmed Âkif’ten ödünç aldığım bir şey aslında: “Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince / Günler şu heyulâyı da er-geç silecektir…” Buradan hareketle, her insanın bu dünyada bıraktığı izi bir “gölge”ye benzetip, hayat hikâyelerini izlemeyi “gölgelerin peşine düşmek” olarak adlandırdım.

“Önderlerimizin izini takip etme ve onları örnek alma” temalı bir kitap değil bu. Okurların da fark edeceği üzere, iki kapak arasına aldığım hikâyeler arasında “ibretlik” olanlar da çok.

Bu yol, bizi, çok farklı öykülere sahip bambaşka insanların yürüyüşlerine aşina kılıyor ve onların istikametleri ve akıbetleri hakkında fikir edinmemizi sağlıyor. 

“OKURU, İSLÂM DÜNYASININ EN BATISINDAN EN DOĞUSUNA BOL SÜRPRİZLİ BİR YOLCULUĞA DAVET EDİYORUM”

Kitabın girişinde bahsetmişsiniz ancak, bir de burada anlatmanız için, kitaba aldığınız isimleri neye göre seçtiniz, kitabı yazmaktaki temel niyetiniz?

Bu kitapta Mağrib’den Doğu Türkistan’a kadar, İslâm coğrafyasının hemen her ülkesinden seçimler yaparken, kendi hayatları üzerinden o ülkelerin yakın tarihindeki önemli dönüm noktalarını da anlatabileceğim kişileri tercih ettim. Her bölümün sonuna eklediğim “okuma önerileri” de dikkate alınırsa, okuru, İslâm dünyasının en batısından en doğusuna bol sürprizli bir yolculuğa davet ettiğim söylenebilir.

Kitabı yazmaktaki temel amacım -belki bunu bütün yazı faaliyetlerim için de rahatlıkla söyleyebilirim-, insanlara ilham vermek. Okuyanların zihninde bir pencere açılırsa, daha fazla okuma ve araştırma için bir istek uyandırırsa, belki bilmediği bir şeyi öğretir veya unuttuğu bir şeyi hatırlatırsa… Herhâlde, yazıya ve kitaba verilen emek de, ancak böyle maksadına ulaşır. Gölgelerin Peşinde’nin arkasındaki temel motivasyon da bu, diyebilirim.

“GÖLGELERİN PEŞİNDE, BAZI İSİMLER HAKKINDAKİ İLK TÜRKÇE KAYNAK”

Gölgelerin Peşinde’ nin bazı isimler hakkındaki ilk Türkçe kaynak olduğunu belirtmişsiniz. Bu isimler hangileri?

Abdurrahman Sivâr Zeheb, Santiago Abascal, Medîha Kâmil, Slobodan Praljak, Emîl Bustânî, Galiema Harun, Benân Alî Tantâvî… Bunlar, ilk aklıma gelenler. Bu isimlere dair müstakil çalışmalar, ilk kez bu kitapta vücut buldu. Elbette, çok daha iyilerinin ve kapsamlılarının yazılması için ilham ve işaret olmak üzere. Bir de, bölük-pörçük parçalar hâlinde bulunup da derlenip-toparlananlar var: Hâlid Meşal’e düzenlenen suikastın ayrıntılı hikâyesi, Muhammed Mursi’nin hanımı Neclâ Ali Mahmûd’un hayatı, Muhammed Emîn Hararî’nin ilmî serüveni gibi.

“ORTA DOĞU’YU ÇALIŞAN BİRİ, HER ŞEYDEN ÖNCE, TARİHİN VE COĞRAFYANIN HANGİ DENGELER ÜZERİNDE DURDUĞUNU KAVRAMAYA BAŞLIYOR”

Orta Doğu sizin ilgi alanınız, çalışma sahanız. Peki, Orta Doğu’yu bilmek ne demek? Orta Doğu’yu bilen, tanıyan insan kendi ülkesine ve dünyaya nasıl bakmaya başlıyor?

“Orta Doğu’yu bilmek” kavramının, insanın ömrü boyunca gerçekleştiremeyeceği kadar büyük ve imkânsız bir iddia olduğu kanaatindeyim. Öylesine derin, çok boyutlu, değişken ve geçişken bir coğrafyadan söz ediyoruz ki, ömrünüz boyunca ancak “Orta Doğu araştırmacısı” veya “Orta Doğu’yu çalışan bir öğrenci” olabilirsiniz.

Dolayısıyla, sorunuzu şöyle cevaplayacağım: Orta Doğu’yu çalışan biri, her şeyden önce, tarihin ve coğrafyanın hangi dengeler üzerinde durduğunu kavramaya başlıyor. Dinlerin, milletlerin, kültürlerin ve bütün insanlığın düğümlendiği, kilitlendiği ve birbirine geçtiği bir yer burası. Derinlere daldıkça, başınızın dönmemesi de bu yüzden mümkün değil.
Hasbelkader Orta Doğu coğrafyasını çalışmaya başlamamdan bu yana, hissettiğim en baskın duygu: Sorumluluk. Kendimize, kendi kuşağımıza, çocuklarımıza ve geleceğe dair, omzumuzdan atmakla asla kurtulamayacağımız bir sorumluluk taşıyoruz. “Coğrafya kaderdir.” ise, işte tam bu anlamda.

“BİZE ÇOK YAKIN BÖLGELERLE İLGİLİ DOĞRU HABER ALMA NOKTASINDA BİLE SIKINTILARIMIZ VAR”

Şunu da sormak istiyorum; yaşadığımız coğrafyayla, tarihsel ve dinî bağlarımızın olduğu milletlerle ilgili sağlıklı bilgi edinememe gibi bir sorunumuz var. Bugün Afganistan’la ilgili haberleri, Doğu Türkistan’la ilgili haberleri genelde Batılı haber ajansları üzerinden alıyoruz. Bu temelde çok büyük bir soruna işaret etmiyor mu? Bizi bize anlatacak kaynaklardan mahrum muyuz sizce?

Ben, tarihi dikkatli ve istikrarlı bir şekilde okumaya devam ettikçe, bilgi kaynaklarının güvenilmezliğinden veya yetersizliğinden kaynaklanan sorunları büyük ölçüde telafi edebileceğimizi düşünüyorum. Tarih, kendi içinde belli kurallarla akıyor. Her şey adım adım, yavaş yavaş ve belli sebep-sonuç zincirleri çerçevesinde gerçekleşiyor. Tarihi okudukça, neyin imkânsız, neyin mümkün, neyin muhtemel, neyin de mecburî ve kaçınılmaz olduğunu kavrıyorsunuz. Bölgeden bir haber geldiğinde (veya gelmediğinde), nelerin mümkün veya imkânsız olduğunu da böylece kestirebiliyorsunuz. Eksiğiniz, en fazla, aktüel bilgilerdeki bazı malumat boşlukları oluyor. Onları da tamamlayabildiğinizde, tabii bu defa doğru hareket etme ve strateji geliştirme aşamasına sıra geliyor.

Afganistan veya Doğu Türkistan’dan evvel, bize çok daha yakın bölge ülkeleriyle ilgili bile doğru haber alma noktasında sıkıntılarımız var. Yetersiz haber kaynaklarına ilaveten, siyasî angajmanlarla bilgilerin çarpıtılması, haberlerin yorumlanarak anlamsızlaştırılması, sosyal medyadaki dezenformasyonlar vs. de cabası.

“Doğru bilginin, kaynağındaki biçimiyle aktarılması” anlamında bir “emanet” e en çok Müslümanların ihtiyacı var bugün. Ama herhalde, önce böyle bir derdimizin ve ihtiyacımızın olması gerekiyor. 

“DİĞER BÖLGELER, ORTA DOĞU’YLA İLİŞKİ KURDUKLARI NİSPETTE TARİHTE VE COĞRAFYADA ROL KAPARLAR. BU, ALLAH’IN, ORTADOĞU’YA YAZDIĞI BİR KADERDİR”

Gölgelerin Peşinde’yi okurken şuna dikkat ettim, kitaptaki isimlerin neredeyse hepsi çok fazla acılar çekmişler; sürgün, tecrit, suikast… Hepsinin çok farklı sonları olmuş, ama ortak noktaları acı çekmek ve bedel ödemek sanırım. Özellikle Orta Doğu menşeili isimler üzerinden düşündüğümde şunu sormak istiyorum, neden bu kadar acı çeken ve bedel ödeyen bir coğrafyayız sizce? Neyin bedelini ödüyoruz ya da?

Orta Doğu, tarihin ve coğrafyanın merkezidir. Diğer bölgeler, Orta Doğu’yla ilişki kurdukları nispette tarihte ve coğrafyada rol kaparlar. Bu, Allah’ın, Ortadoğu’ya yazdığı bir kaderdir. Dikkat buyurunuz: ABD’den Japonya’ya, Rusya’dan Çin’e, “bölge dışı” birçok aktör bugün Orta Doğu coğrafyasında fiilen var olmak için yarışmaktadır. Allah’ın Orta Doğu’ya bahşettiği ehemmiyetin, uluslararası sisteme yansımalarıdır bunlar.

Orta Doğu, böylesine paylaşılamayan ve tarih boyunca da herkesin gözüne kestirdiği bir coğrafya olunca, burada yaşayan insanların hayatlarının da sıra dışı birçok sürprizle ağzına kadar dolu olması kaçınılmazdır. Buna “bedel” demek mümkün olduğu gibi, “ödül” demek de mümkündür. Alınan risk büyük olunca, elde edilen nimet de büyük oluyor zira.

Orta Doğu bir yanıyla da darbeler coğrafyası… Bu darbeler her ne kadar çoğunlukla “dış destekli” olsa da ya da öyle görünse de bu coğrafyadaki toplumsal yapıların darbelere açık bir siyasi ve sosyal zemin oluşturmada nasıl bir etkisi var sizce?

“Dış destek” konusunda, şöyle bir prensibim var: Hiçbir dış destek, içeride zemini ve uygun ortamı bulmazsa, başarıya erişemez. Gerçekten de tarihe baktığımızda, toplumsal dokudaki bozulma ve çürümelerin, “dış” kaynaklı tesirlerin işini son derece kolaylaştırdığını görürüz. Darbelerde, işgallerde, iç savaşlarda tamamen geçerli olan bir kuraldır bu. Orta Doğu ve İslâm coğrafyasında yaşanan problemlerde sürekli dışarıyı işaret etmek, bu açıdan, bir tür hedef saptırma ve gerçek sorunun üzerini örtme gibi gelir bana. Düşman, elbette düşmanlığını yapacaktır; yapmazsa, bir gariplik vardır. Yaşanan hadiseleri sürekli “zalim düşman” la ve onun hileleriyle izah etmek, “Peki, içeride biz ne yapıyorduk? Hangi delikleri açık bıraktık ki, yılan gelip bizi soktu?” sorularına cevap bulmaya engel olduğundan, bence makul bir hareket ve yorum biçimi değildir. Düşmanın ve dış mihrakların gücünü hiç azımsamadan, ama saplantı hâline de getirmeden, kendi vazifelerimize ve gündemlerimize odaklanmak… Neyle karşı karşıya olursak olalım, bundan daha mantıklı bir strateji olduğunu düşünmüyorum doğrusu.  

“MAĞRİB, ENDÜLÜS, BALKANLAR, AFRİKA, DOĞU TÜRKİSTAN… TÜM BU ALANLAR, İRANLI ŞİÎ DÂÎLERİN İNCE İNCE ÇALIŞTIĞI SAHALAR”

Kitapta yer verdiğiniz isimlerden birisi bir hayli ilginç: Santiago Abascal. Hem aşırı sağcı ve Müslüman karşıtı bir partinin lideri hem siz kitapta köklerinin Müslüman olduğunu belirtmişsiniz hem de yakın zamanda okuduğum bir habere göre partisi İran tarafından fonlanıyor. Gerçekten bunların hepsinin aynı anda doğru olması mümkün mü, mümkünse nasıl?

Bahsettiğiniz hususun ayrıntılı olarak araştırılması lazım, ama ben imkânsız görmem. Dış politikasını “Şiîliği yaymak” ve “Sünnîliğin tesirini kırmak” hedefleri üzerine oturtan bugünkü “İran İslâm Cumhuriyeti”, -ismindeki iddialı vurguya rağmen- mezhepçi bir ulus-devlettir. Bunun için de yapmayacağı yoktur. Mağrib, Endülüs, Balkanlar, Afrika, Doğu Türkistan… Tüm bu alanlar, İranlı Şiî dâîlerin bugün özellikle ve ince ince çalıştığı sahalar. Dikkatle izlemekte fayda var.

Muhammed Mursi’nin eşi Necla Ali Mahmud’la ilgili bölümü okurken kocası cumhurbaşkanı seçildiğinde onunla ilgili yapılan başörtüsü yorumları ne kadar da tanıdık geliyor. Mısır’daki seküler endişelerle bizim seküler endişelerimiz nasıl bu kadar benziyor, sizce nasıl bir ortaklıktan neşet ediyor bu aynı endişeler?

2011’de Hüsnü Mübarek’in devrilmesinden, 2013’teki askerî darbeye kadar Mısır’da yaşananlar, Türkiye’de 1996-1997’de Necmettin Erbakan hükümetinin karşılaştığı muameleyle tamamen aynı. O dönem ordu-medya-sermaye işbirliğiyle Başbakan Erbakan’a nasıl cephe alındıysa, aynı şeyleri Muhammed Mursi de yaşadı.

Bahsettiğiniz benzerlikleri aradığımızda, Tunus ve Cezayirli sekülerlerin de kendi ülkelerindeki “İslâmcı” kadrolara karşı aynı reaksiyonları gösterdiğini görüyoruz. Dünyanın çok farklı yerlerindeki Müslümanlar, birçok konuda nasıl “ortak vicdan hattı”nda buluşabiliyorsa, herhalde seküler ve laik kesimlerin de kendilerine göre böyle bir “evrensel ortak payda”ları mevcut.  

“MUHAMMED MURSİ’NİN KAHİRE’DEKİ KABRİ, DUVARLARLA ÇEVRİLİ VE DIŞARIYA KAPALI”

Necla Ali Mahmud sizin de kitapta belirttiğiniz gibi, aileleriyle sınanan ihvân kadınlarının sembolik bir örneği. Peki kendisi şu an İhvân mensuplarıyla iletişime geçebiliyor mu yoksa tecrit şekilde mi yaşıyor hâlâ? Eşinin ve oğlunun mezarlarını özgürce ziyaret edebiliyor mu mesela? Bu anlamda Mısır’daki son durum nedir?

Mısır’da, yakınları hapiste olan İhvân mensuplarının ülke içindeki hareketleri ve iletişimleri, ordu tarafından çok yakından izleniyor. Mezar ziyaretleri, maalesef çoğu kez mümkün değil. Muhammed Mursi’nin Kahire’deki kabri, zaten duvarlarla çevrili ve dışarıya kapalı. Yine hapiste vefat eden eski İhvân mürşitlerinden Muhammed Mehdî Âkif’in mezarını çok az kişi biliyor, yine onda da ziyaretler gözetim altında.  

“NATION OF ISLAM AMERİKAN İSTİHBARATININ DENETİMİ VE GÖZETİMİ ALTINDAYDI”

Raci el Farukî’ yi katledenlerin Malcolm X’i katledenlerle aynı gruptan olduğunu okuyunca aklımda şu soru belirdi:  Nation of Islam gerçekten Müslüman bir grup muydu,  bu grubun arkasında başka bir güç mü vardı ve neden bu cinayetleri işlediler? Sizce Nation of Islam bir perde mi, öyle ise bu perdenin arkasında ne var?

Bugünden baktığımızda, Nation of Islam’ın, Amerikan istihbaratının yakın gözetimi ve denetimi altında faaliyet gösterdiği anlaşılıyor. Biliyorsunuz, hareketin kurucu lideri Wallace Fard Muhammed, 1934’te aniden ortadan kayboluyor. Yerine geçen Elijah Muhammed’in de sapkın düşünce ve eylemleri malum. Elijah’ın oğlu Varisuddin Muhammed’in, babasının öldüğü 1975’ten itibaren hareketi İslâmî bir çizgiye çekme çabaları da, Louis Farrakhan grubunun Nation of Islam’dan ayrılmasıyla sonuçlanıyor sonrasında. “Siyah Amerikan İslâm’ı” olarak adlandırabileceğimiz, kerameti kendinden menkul, nevzuhur ve sapkın bir dinî oluşumun filizlenmesi ve bu şekilde İslâm’ın mesajının örselenmesi, Amerikan devlet aklının da işine gelen bir şeydi şüphesiz. Malcolm X ve İsmail Râcî Fârûkî gibi sembol isimlerin ortadan kaldırılmasını, bu strateji çerçevesinde değerlendiriyorum.   

Şeyh Hasan Halid’in ve Hizbullah’ın temsil ettikleri dünya görüşü üzerinden bakacak olursak, Şeyh Hasan Halid yaşasaydı ya da onun savunduğu sınırlar muhafaza edilseydi Lübnan ve çevresi ne durumda olurdu sizce?

Lübnan gibi paramparça bir toplumda, 1980’lerin iç savaş ortamında, Şeyh Hasan Hâlid uzun süre zaten yaşayamazdı. Yaşasa bile, fikirlerini hayata geçirebileceği bir atmosfer bulamazdı. Lübnan İç Savaşı’nın çok sayıdaki kurbanından biriydi kendisi. Hiçbir yabancı ülkenin müdâhil olmadığı, farklılıklarını zenginlik olarak gören, 18 ayrı din ve mezhebin hep birlikte yaşayabildiği bir Lübnan ideali… Şeyh Hasan Hâlid, imkânsızı arzu etmişti adeta. Mümkün de olmadı.

“ÖZELLİKLE TWİTTER YAYGINLAŞTIKTAN SONRA, ‘BEN BUNU TANIMIYORMUŞUM YAHU!’ DEDİĞİM ÇOK İNSAN VAR”

Amr Hâlid’le ilgili bölümde tele vaizlerle ilgili değindiğiniz “modern dünyada dinî tebliğin usulü ve üslubu” meselesine gelecek olursak; medya ve sosyal medya bütün dünya Müslümanları için hem bir imkân hem de bir imtihan. Kendi ülkemizdeki örneklerden de hareketle, siyasi iradenin, siyasal atmosferin ve popüler meselelerin topluma mal olmuş vaizler, ilahiyatçılar ve entelektüellik iddiasındaki insanlar üzerinde nasıl bir etkisinin olduğunu izlemeye imkân sağlaması açısından sosyal medya bir turnusol kâğıdı hâline gelmedi mi sizce?

Sosyal medya kullanımı, bir kişinin karakterine dair bütün ipuçlarını veren bir terazi bence. Özellikle Twitter yaygınlaştıktan sonra, “Ben bunu tanımıyormuşum yahu!” dediğim çok insan var. Verilen tepkiler, yapılan yorumlar, haberlerin paylaşım biçimleri, uydurma haber ve bilgilere karşı tavır… Sosyal medya, karakterlerimizin aynası durumunda.

Zamanında kitaplarını ilgiyle okuduğum ve faydalandığım biri vardı mesela. Önceleri sosyal medyadan uzak duruyordu, iyi de ediyordu. Sonra bir gün Twitter hesabı açtı ve olanlar oldu: Şimdi, tabir-i caizse “ergen bir troll”e dönüştü. Adaleti, hakkaniyeti, insanlığı tümüyle unutmuş durumda. Bolca yalan haber ve iftira paylaşıyor. Kendisi bir akademisyen ve sahası da “yalan rivayetlerle doğruları birbirinden ayırmak” üstelik. Şu ironiye bakar mısınız?

“BU DAR ZAMANLARA, OLABİLDİĞİNCE FAZLA BEREKET SIĞDIRMAK ZORUNDAYIZ”

İşte burada, Şeyh Muhammed Emîn Hararî’nin o her daim “işine bakmayı” şiar edindiği çalışma ahlakını anlattığınız bölüm geliyor aklıma. Maalesef artık çok kişide hatta çoğu âlimde göremiyoruz bu çalışma ahlakını. Güncel meseleler temel meseleleri unutturuyor bize. Temel meselemizi her daim hatırda tutmanın yolu nedir sizce?

Herhalde birincisi, şunu hatırdan hiç çıkarmamak: Benim bütün eylemlerimin hesabı bir gün sorulacak. Attığımız her adımın, yaptığımız her yorumun, susmalarımızın ve konuşmalarımızın bir hesabı olacak.

İkinci olarak, hayatta vaktimiz hakikaten çok az ve sınırlı. Bu dar zamanlara, olabildiğince fazla bereket sığdırmak ve dünyadan ayrılırken fırsatları iyi değerlendirmeye çalışmış olarak ayrılmak zorundayız.

Bu iki nokta akılda tutulabilse ve davranışlarımızı yönlendiren temel motivasyona dönüşebilse, galiba birçok şeyi daha derinlikli ve kalıcı yapabiliriz.

Son olarak 27 Mayıs Çarşamba tarihli son yazınızda da ele aldığınız bir konu üzerine sormak istiyorum. Salâh Kaşıkçı’nın babasının katillerini affetmesi bize Cemal Kaşıkçı’nın hesabının tamamen ahirete kaldığını mı söylüyor? Bu konudaki öngörünüz nedir?

Cemal Kaşıkçı cinayeti, bugün değilse bile yarın, Suudi Arabistan devletinin ayağına dolanacak bir prangadır. Günümüzün dünyasında, bu tür faciaların çok uzun süre gizli-saklı kalması mümkün olmadığı gibi, faillerinin de sonsuza kadar rahatça keyif sürmesi imkân dâhilinde değildir.

Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman, normalde kendi yanına çekip dilediği gibi istihdam edeceği güçlü bir kalemden faydalanmak yerine, onu vahşi bir biçimde yok etmeyi seçti. Sözde bir muhalifi susturacaktı, ama dünya çapında sesi gittikçe daha gür çıkan bir sembol yaratmış oldu. Bunun neticelerine de katlanacaktır.

Söyleşi: Sibel Kılıç / Kaynak: Cins Dergi-Haziran 2020 (Sayı:57

 

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.