Sosyal Medya

İhsan Süreyya Sırma: Bir devrimcinin memleketinde, bir devrimcinin ölüm haberini almak

Uluslararası bir sempozyum için, başlıkta belirttiğim birinci devrimci Malik Bin Nebi’nin memleketi olan Cezayir’deyim. Sempozyumun istirahat için verilen arasında, “akılsız telefon”umdan ikinci devrimci olan Nuri Pakdil’in Ankara’da vefat ettiğini öğreniyor ve otele dönünce aşağıdaki satırları karalıyorum…



Önce birinci devrimci, yani Malik Bin Nebi… Kim bu Malik Bin Nebi?
 
1950-60’lı yıllarda, Cezayir’i ve birçok Afrika ülkesini sömüren ve birçoğunu hâlâ sömürmeye devam eden Fransa’ya karşı “kalem cihadı”nı başlatmış olan Cezayirli büyük mütefekkir ve dava adamı…
 
Paris’teki öğrenciliğim sırasında (1967-1973) ilk okuduğum Fransızca kitaplar arasında olan Malik Bin Nebi’nin, “la Vocation de l’Islam” ve “le Phenomene Coranique” adlı kitaplarından, gerek sömürgeci Batı Dünyasına, gerekse birçoğunun halkı Müslüman olan ve o zamanın tabiriyle “Üçüncü Dünya Ülkeleri”ne nasıl bakılmak gerektiğini öğrendim diyebilirim…
 
Fransa’ya gitmeden önceki “üniversite öğrenciliği” yıllarımda, çoğu Müslüman genç gibi meselelere sığ ve mevzii bakıyorken, Paris’teki “doktora öğrenciliğim” sırasında da Malik Bin Nebi “üniversel bakma ufku”mu açtı diyebilirim.
 
Başka bir deyişle dünya meselelerine dinȋ/İslâmȋ açıdan bakmayı Muhammed Hamidullah Hocam’dan, siyasi olarak bakmayı da Malik Bin Nebi’nin eserlerinden öğrendim.
 
Üstad Bin Nebi’ye göre Müslümanların en büyük problemi, “Batı’ya karşı olan aşağılık kompleksi” (complex d’infériorité)ydi. Bu kompleks de asırlardır Müslümanların ilmi terk etmiş olmaları ve bunun neticesinde cahil kalarak Batı’nın ilmȋ gelişmesi karşısında şahsiyetlerini kaybetmiş olmasındandı.
 
Nitekim rahmetli Fuat Sezgin Hoca da bunu ilk fark edenlerdendi ki, hayatını ilme adadı ve onun devasa araştırmaları sayesinde Müslümanlar, biraz olsun başlarını kaldırabildiler.
 
İşte “Visage de l’Islam” kitabının yazarı Rahmetli Afgan “ilim Mücahidi” Haidar Mammat da bunu ilk fark eden Müslüman mütefekkirlerdendi.
 
İstisnasız bütün Müslüman ülkelerde sürmekte olan milliyetçi ve despot devletlerin “düşünür düşmanı” ilkeleri sayesinde Müslüman düşünürlere uygulanan “ilmȋ ve siyasi iğdişleştirme” despotizmiyle, düşünme kıtlığı yaşattılar Müslümanlara…
 
O zamanlar en büyük Müslüman devletler olan Mısır’da Cemal Abdunnasır despotizmi, Türkiye’de de “Kemalizm”, Müslümanlara büyük bir “düşünce kısırlığı” yaşattılar.
 
İşte Malik Bin Nebi, Fransız emperyalizminin Cezayir’de uygulamış olduğu böyle bir ortamda yaşadı ve “Les Conditions de la renaissance” kitabı yazdı.
 
Onun için 5 Temmuz 1962’de Fransızları Cezayir’den defeden Cezayirlilerin şuurunda Malik Bin Nebi’nin bu “düşünce hücreleri” yaşar!
 
Cezayir’in Fransızlara karşı yaptıkları “istiklâl mücadelesi”nde, siyaseten Fransa’nın yanında yer almış olmamız ve bizim için bir “utanç belgesi” olan bu siyasi cinayetin rahmetli Turgut Özal dönemine kadar sürmüş olması, büyük bir siyasi cinayettir! Neyse ki Turgut Özal’ın gayretleriyle bu iğrenç tasarrufa son verildi ve Türkiye, Cezayir Devletini siyaseten tanıyarak siyasi ilişkiler başlamış oldu.
 
1971 yılında, Cezayir’in Oran şehrinde beni ve Türkiye’den diğer arkadaşlarımı evinde misafir eden büyük mücahit Dr. Ben İsmail’in şu sözlerini hatırladıkça hâlâ kahroluyorum. Şöyle demişti rahmetli:
 
- Türk kardeşlerim! Cezayir-Fransa savaşında siz Fransa’nın yanında yer aldınız ve hâlâ bizi “devlet olarak” tanımıyorsunuz amma, ben seve seve sizleri evimde misafir ediyorum!
 
İşte senelerce Fransız hapishanelerinde kendisine işkence edilmiş olan Dr. İsmail de Malik Bin Nebi’nin ekibinden bir mücahitti…
 
Nuri Pakdil
 
Geçtiğimiz günlerde bir sempozyum için Cezayir’de bulunduğum sırada Hakk’ın rahmetine kavuştuğunu duyduğum Nuri Pakdil de böyle bir “kalem mücahidi”ydi… “Ne mutlu Türküm diyene” sloganıyla bölünmek istenen Müslümanları, “ne mutlu Müslümanım!” sloganıyla birleştirmek isteyen yiğit bir insandı Nuri Pakdil…
 
Daha önce adını bildiğim, Edebiyat dergisinden tanıdığım rahmetli Nuri Pakdil’i ilk defa Paris’te görmek nasip oldu.
 
Doktoramı yazdığım günlerdi. Cuma namazı için, o zamanlar Paris’in tek camisi olan Monge’daki camiye gitmiştim. Namazdan sonra caminin kapısında her milletten Müslümanlar bir araya gelmiş, konuşuyorlardı. Cuma günü gurbette yaşayan o Müslümanlar için bir bayram günüydü adeta…
 
Türkiye’den gelmiş olan biz öğrenciler de o toplananlar içerisindeydik. Herkes selamlaşıyor, birbirlerinin cumasını tebrik ediyorlardı. Bir gün, aramıza, bize nazaran yaşı ileri olan birisi katıldı. Türkçe yerine “kırık bir Fransızca” ile konuşuyor, bize bir şeyler anlatıyordu. Vedalaşma zamanı gelince, ben de inadına Fransızca değil, Türkçe vedalaştım. Tam o sırada ince ve zarif çantasından “yarım boy” bir gazete/dergi çıkarıp, bana verdi, ve ayrıldık.
 
Eve dönmek için metroya bindim ve bana verilmiş olan gazeteye şöyle bir bakıp, çantama koydum. Çünkü metroda okuma programımda olan Fransızca romanı bitirmek istiyordum.
 
Eve dönünce, “hanım, al sana Türkçe bir gazete getirdim” deyip, bana verilmiş olan gazete sayfası boyutundaki dergiyi ona verdim, ve masamın başına geçtim.
 
Bir ara hanım, “İhsan! Şu cümleyi anlayamadım” deyince, canım sıkıldı ve, “Hanım, o gazete Fransızca değil Türkçe; neden anlamıyorsun?” diye çıkıştım. Bunun üzerine hanım, “bir de sen bak!” dedi. İşte o zaman tüylerim diken diken oldu. Çünkü hanım haklıydı ve ben de o Türkçe (!) cümleyi anlamamıştım. Neyse ki aynı makalenin karşısında Fransızcası da vardı ve okuyunca anladım ve anladığımı hanıma da anlattım. Hanım bana, “bu yazar neden Türkçe yazmıyor?” diye serzenişte bulundu; ama ben cevap vermedim. Çünkü bana göre de bunun bir anlamı yoktu.
 
Ertesi Cuma mutad olduğu üzere namazdan sonra bir araya gelince, bana gazeteyi vermiş olan zat, yine Fransızca olarak,
 
-Comment vous avez trouvé mon journal? diye sordu.
 
- Ben de, “ce n’est pas mal, mais qui est cet imbesil qui a ecrit cet article en Turc? diye sorduğumda, gülerek,
 
- C’est moi! demez mi!
 
Ben biraz mahcup olarak, müstear bir isimle o makaleyi yazanın karşımdaki zat olduğunu öğrenince utandım ve,
 
- Excusez-moi dedim.
 
(-Gazetemi nasıl buldunuz? -Fena değil, fakat şu Türkçe makaleyi yazan aptal kim? - O benim! -Lütfen beni bağışlayın)
 
Meğer bu zat, Edebiyat Dergisi/gazetesi sahibi Nuri Pakdil ağabeymiş…
 
Daha sonraki günlerde birçok defa bir araya gelip, onun arzusu üzerine “Fransızca sohbetler” yaptık. Bir ay sonra da Türkiye’ye döndü ve bana Fransızca olarak mektuplar yazmaya devam etti…
 
Ankara’dan yazdığı ilk mektubunun tarihi yanında “La ville ahbesienne” diye bir ibare vardı.
 
Türkiye’ye döndükten sonra, herkesin malumu olan olaylar sırasında yapılan aramalarda, birçok kitap, belge, mektup ve kitaplarım kayboldu.
 
İşte bu kaybolan mektuplar içerisinde, rahmetli Nuri Pakdil ağabeyin mektupları da vardı.
 
Allah sana rahmet eylesin sevgili devrimci Nuri Pakdil ağabey!
 
İhsan Süreyya Sırma / 18 Ekim 2019
 

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.