Sosyal Medya

Makale

Şapka

Sabah kahvaltısı için masada bir tabak çökelek, çökeleğin üzerine konulmuş yarım kaşık tereyağı, çay ve ekmek... Hacer abla ekmeğini önce yağa sonra çökeleğe banıp alıyor, üzerine bir yudum sıcak çay ile devam ediyor. Sonra yavaş yavaş başını kaldırıp başlıyor dünden kalan yarım işleri anlatmaya. Tarlaya domates, biber ve patlıcan gibi öteberi ekilmesi gerektiğinden bahsediyor. Bunun için önce yarım evlek tarlayı suvarması gerektiğini ve ardından kazma kürek ile toprağı hazırlamasını... “Ne güzel günlerdi, eskiden karasabanla bir, iki saatte hallediyordun sen bu işleri. Artık ne karasaban kaldı ne de çifte koşacak sığır. İş başa düştü, kazma kürek ile üç, dört günde ancak bitiririm. Sen de yardım etmiyorsun eskisi gibi, bir başıma yapmam lazım her şeyi” diye mırıldanıyor. “Neyse bir çay doldurayım” deyip çaydanlığa uzanıyor. Sonra tekrar başını kaldırıp konuşmaya devam ediyor “bak çökelek çok taze, tereyağı da lezzetli. Artık inek besleyemiyoruz, yağı da çökeleği de komşudan satın alıyoruz. Ama Allah için kadının eli temiz.” 

Derin bir nefes aldıktan sonra konuşmaya devam ediyor. “Ne diyordum ben, evet eskiden bütün arazileri ekerdik, bir karış yeri boş bırakmazdık. Şimdi ise avuç içi kadar yeri bile ekmiyoruz. Köyün bütün arazileri mevat, her tarafı otlar sarmış durumda. Haklısın böyle olması doğru değil. Ben de çocuklara söylüyorum, ekmeden, biçmeden buraları böyle boş bırakmak günahtır. Ama kime anlatıyorsun Ahmet Efendi kime herkes bildiğini yapıyor. Çay soğudu mu ne, ısıtayım mı? İyi diyorsun peki doldurayım bardağı o zaman. Ne diyordum, işleri anlatıyordum, evet yapılacak çok iş var Ahmet, ama yaşlandık işte, her şey zor geliyor artık. Sen bir şey demiyorsun ama bak Kurban Bayramı da geldi. Ne gelen var ne de bir haber çocuklardan. Bu bayramı da yalnız geçireceğiz anlaşılan.  Nasıl, daha erken mi diyorsun, çocuklardan birisi gelir mi? dersin, hadi inşallah.” 

Bayramda sılayı rahim için dağları, ovaları aşarak uzun bir yolculuğun sonun da ulaşıyoruz doğduğumuz diyarlara. Doğup büyüdüğümüz eve geldiğimizde önce evin duvarlarını izliyorum uzun uzadıya. Çamurla sıvanmış ve toprak ile boyanmış, anne, babamızın sesinin değdiği duvarlarını… Bayramlaşmaya hatıralarımızla başlıyoruz önce, biraz heyecanlı fakat daha çok mahzun bir ruh hali ile.  Namaz çıkışı camii avlusunda komşularla tebrikleşiyoruz. Sonra baba evinde bayram kahvaltısı. Heyecanlıyız, abim ve kardeşimle beraber bayram ziyareti için köyün daracık sokaklarına dalıyoruz. Çocuk sesleriyle yankılanan o kocaman köyden geriye on beş civarında ev kalmış. Kalan evlerin bir veya ikisinde sadece çocuk var. Mevcut evlerin yarısı yaşlı çiftler mukim, diğerlerinde ise yaşlı kadınlar yaşıyor tek başına. Kışın şehirde yaşayan çocuklarının yanına giden bu yaşlı kadınlar baharın gelmesiyle şehirden kaçıyorlar. Tahliye olmuş bir mahkûm gibi elinde valiziyle köy yoluna düşüyorlar. Ev işleri yanında bağda bahçede özgürce bir ömür geçirmiş bu insanlar için şehir hayatı tutsaklık duygusuna dönüşüyor. Bu yüzden köyde yalnız kalmayı şehir hayatına tercih ediyorlar.

İki katlı altmış yıllık taş evin önünde duruyoruz. Avluya açılan ahşap kapıdan geçiyoruz birkaç adım sonra sol taraftan ahıra açılan bir başka kapı var. Sağdan üst kata çıkan uzun merdivenin basamaklarını çıkarak evin geniş balkonuna varabiliyoruz. Depremle beraber yorgunluğu her taşından belli olan evin kapısından içeri giriyoruz. Büyük bir salonu var evin, sağda bir kanepe sol tarafta iki sandalye ve birkaç öteberi duruyor. Girişte kapının yanında bir masa, masanın üzerinde birkaç ilaç kutusu ve yanında kahvaltı sofrası. Salonun girişinde bizi karşılayan komşumuz Hacer abla ile bayramlaşıyoruz. Bu yarım asırlık koca evde tek başına yaşayan komşumuz da kış aylarında şehirdeki çocuklarına sığınıyor. Ancak baharla beraber, kış boyunca beklediği anılarının arasına dönmüş. “Çocuklarım da gelinlerim de iyidir, kıymet biliyorlar lakin biz buraya aitiz kardeşim. Şehir yerine alışamadım, buralar hep gözümde tütüyor. Çocukların da işi gücü var, işlerini bırakıp benimle gelemezler ki.”

Hacer abla bizimle konuşurken kahvaltıyı bırakıyor. Çay ikram etmek istiyor, teşekkür edip içmeyeceğimizi söylüyoruz. Oturuyor ancak biraz telaşlı gibi geliyor bana. Arada bakışları masanın sağ köşesine kayıyor ancak fark edilmesinden endişe eder gibi hemen gözlerini kaçırıyor. Konuşurken sık sık konu değiştiriyor. “Ne zaman geldiniz? Bizim çocuklar da gelecekti ama bak bayram da geldi geçiyor işte. Siz kurbanı burada mı kestiniz? Bizim çocuklar şehirde keseceklerdi ama şehir yerinde de zor oluyormuş öyle dediler.” Hacer ablanın arada dönüp baktığı yöne bakıyorum, nasıl da görememişim. Masanın sağ köşesinin üzerine bir sürahi ve sürahinin üstüne geçirilmiş bir şapka. Meğer Hacer abla sık sık baktığı şey bu şapkaymış. Rahmetli Ahmet abinin şapkası bu, uzun yıllar başında gördüğümüz… Hayretle bir şapkaya bir Hacer ablaya bakıyorum, gözleri doluyor, biraz mahcup bir tavırla yüzünü çeviriyor.

Bu zamanlara kalmak nasıl bir duygu bilemiyorum. Modern zamanların ne acısı acıya benziyor ne de sevinci sevince. Bir şeylere sevinirken aniden bir yanımıza acı düşüyor, canımız yandığında ise garip sevinçler gelip konuyor omuzlarımıza. “Kaderinde ayrılık olan insanların hayatında hüzün olur” demiş eskiler. Böyle bakınca günümüzün en büyük dramı ayrılıkların sürekliğidir sanırım. Ailelerin bir arada kalamadığı, sürekli birisinin vedalaştığı zamanlarda yaşıyoruz. Her gidenin bir mazereti var elbette, kimi iş için, kimi eğitim dolayısıyla düşüyor yollara. Hep bir giden oluyor, arkasında bir parçasını bırakarak. Kazanılan eğitim imkânı veya iş olanağının sevinci ayrılık gününe kadar ancak sürüyor, sonrası hep yalnızlık ve hüzün...   

 

Musab Aydın

11 Yorum

  1. Yasin Aydın

    Ağustos 16, 2025 Cumartesi 17:25

    Ayrılıklar istem dışı değil, o ayrılıkları kendimiz inşaa ediyoruz. Bizim çocuğumuz bizim kaderi yaşamasın daha iyi şartlarda yaşasın diye onları farklı işlere (eğitim ağırlıklı) yönlendiriyoruz ve ayrılığın temelini atıyoruz.

  2. Adem Aydın

    Temmuz 07, 2025 Pazartesi 18:34

    Bir yanda yaşanan o güzel günler Bir yanda anılar bir yanda dünler Bilinmez neleri getirir zaman Bilinmez neleri yitirir zaman Bir gün gitsen bile hatıran yeter. Tadında bir yazı olmuş elinize Sağlık. Aeo

  3. rıfat süt

    Temmuz 05, 2025 Cumartesi 16:24

    slm musap dayım yüreğine kalemine sağlık yaylada kümberf te kar getirip ayrana koymak için gidip getiren bile yok vay be eskiden

  4. Yılmaz aydın

    Temmuz 05, 2025 Cumartesi 08:25

    Abı kalamine ve yüreğine sağlık artık insanlar tarlayı bıraktı saksıda bir çiçek bile yetiştiriyorlar

  5. Hüseyin Çiftçiler

    Temmuz 04, 2025 Cuma 16:20

    Kalemine yüreğine sağlık güzel olmuş bi nebze de olsa insanı eski yıllara götürüyor kardeşim

  6. Mehmet aydın

    Temmuz 04, 2025 Cuma 14:00

    Yine döktürmüşsün tebrikler

  7. Sadık Sefa

    Temmuz 04, 2025 Cuma 13:13

    Sessizce Kanayan Yaralarımızın İzinde: Bir Şapkanın Ardından Kahvaltı sofrasındaki çökelek ve tereyağı... Bir iki ihtiyar ve çocuktan başka kimsenin olmadığı köylerimiz... kendilerinden kurtulup beton yığınlarına sığındığımız taş evler... Mahcup bir edayla ağırlanan misafirler... misafirlere hissterilmemek için uğraş verilen yalnızlıklar... her şeyinden şikayet ettiğimiz gibi kurban kesmenin zahmetinin de şikayetten nasibini alması... vedalaşmaların artık kanıksanması... hatta belki de vedalaşmadan yaşanan ayrılıklar... Yine sessizce kanadığını bildiğimiz, hissetiğimiz ama kâh görmezden geldiğimiz kâh üstünü örttüğümüz yaralarımızı bize anlatan, hüzün ve yalnızlığımızı ince bir ruhla bize anlatan bu hikaye için teşekkürler. Kalemine yüreğine sağlık.

  8. Yusuf Şener

    Temmuz 04, 2025 Cuma 12:26

    Kalemine sağlık bizi geçmişe götürdün

  9. Yönetmen atay

    Temmuz 04, 2025 Cuma 12:06

    Kaleminize yüreğinize sağlık musab hocam Hayırlı cumalar dilerim

  10. Büşra Sayan

    Temmuz 04, 2025 Cuma 11:39

    Sıcacık bir hikaye. Keşke sonunu da başka türlü konuşuyor olabilsek...

  11. Ahmet

    Temmuz 04, 2025 Cuma 11:29

    Kalemine sağlık dayı

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.