Sosyal Medya

Makale

İlahi Vahiyde Mevcut Dilin ve Algının Anlamsal Açıdan Metne Yansıması

İlahi vahiy, ilk muhatap toplumun mevcut diline, kültürüne ve sahip olduğu algıya herhangi bir müdahalede bulunmadan derdini ve meramını anlatmış, mesajını da bu şekilde iletmiştir.

Büyük âlimNiÅŸabûri, “bilgi ”ye üç ÅŸekilde ulaşılabileceÄŸini ÅŸu ÅŸekilde izah eder: “Ä°lme’l-Yakîn, ilimle bilmek veya bilgiyi ilimle elde etmek, yani habere dayalı bilgi. Ayne’l-Yakîn, bizzat kendi gözü ile görmek, gözü ile ÅŸahit olmak, görerek bilmek. Hakke’lYakîn ise tüm yönleri ile her boyutu ile bilmek, onu bizzat yaÅŸamak veya yaÅŸayarak bilmek.”

Şimdi gelin bunu birkaç örnekle açıklamaya çalışalım.

Ömründe hiç ateÅŸ görmemiÅŸ olan birine; ateÅŸin nasıl bir ÅŸey olduÄŸunun anlatılması ile elde etmiÅŸ olduÄŸu bilgiye “Ä°lme’l-Yakîn”, ateÅŸi yakından bizzat gözü ile görmesi ile elde etmiÅŸ olduÄŸu bilgiye “Ayne’l-Yakîn”, ateÅŸi eline alıp sıcaklığını bizzat dokunarak, hissederek öğrenmesine, yani bu yolla elde etmiÅŸ olduÄŸu bilgiye de “Hakke’l-Yakîn” denir.

BaÅŸka bir örnek ile izah edecek olursak; ömründe hiç deniz görmemiÅŸ birinin, deniz hakkında haberdar edilmesi ile onu bilmesine “Ä°lme’l-Yakîn”, denizin bulunduÄŸu yere giderek bizzat onu görmesine “Ayne’l-Yakîn”, denize bizzat girmesi ile elde ettiÄŸi bilgi veya tecrübeye de “Hakke’l-Yakîn” denir.

“Ä°lme’l-Yakîn” ve “Ayne’l-Yakın” ifadelerinin Tekâsür (102/2-7) suresinde, “Hakke’l-Yakın” ifadesinin de Vâkıa (56/93-95) suresinde geçtiÄŸini burada ayrıca ifade etmek isterim.

NiÅŸabûri’nin bu tasnifinden mülhem, Kur’an’ın; o günkü toplumun sahip olduÄŸu algıdan hareketle ve aynı zamanda o algının doÄŸru veya yanlışlığına da bakmadan, sahip olduÄŸu o algıyı kullanarak o günkü topluma nasıl hitap ettiÄŸini ve ayrıca; yeni bir dil, kelime veya kavram icat etmeden, mevcutta var olan dilin tüm özelliklerini temel alarak nasıl bir ustalıkla kullandığını, dilimiz döndüğünce, kalemimiz yazabildiÄŸince izaha çalışalım.

Vahyin ilk muhataplarının Arap olması nedeni ile Kur’an Arapça olarak inmiÅŸ ve insanlarla, kendi dil ve genel dünya algılarını kullanarak iletiÅŸim kurmuÅŸtur. Allah, insanlara beÅŸer dilinin imkânları ile hitap etmiÅŸ olduÄŸundan o günkü toplumun konuÅŸtuÄŸu ve anlayabildiÄŸi dili kullanmıştır.

Kur’an; vahyin, Peygamberlerin ve kavimlerinin konuÅŸtukları dil ile gönderildiÄŸini yani, Hz. Musa ve Tevrat için Ä°branice, Hz. Ä°sa ve Ä°ncil için Aramice, Hz. Peygamber(s) için ise Arapça olduÄŸunu ifade eder  (12/2, 16/103, 20/113, 26/193-199, 42/7, 44/58).

Bu nedenle ilahi hitabın veya kelamın kendine ait özel bir dili olmamış ancak, aslına sadık kalmak kaydı ile bazı kelime ve kavramların maddi anlamlarını, daha kuÅŸatıcı olan manevi anlama taşımıştır. Ä°ÅŸte o günkü sıradan insanın bile Kur’an’ı çok rahat anlamasının nedeni, O’nda, muhataplarının anlamayacağı hiçbir ÅŸeyin bulunmamasıdır, diyebiliriz.

Bunun yan ısıra; Ä°lahi vahyin kolay ve doÄŸru anlaşılması için yine o gün, toplum tarafından konuÅŸulan dilin tüm özellikleri, hitap ÅŸekilleri, anlatım biçimleri yani yemin, mecaz, ihbar, tekrar, müjde, tehdit, teÅŸbih, emsal, temsil, kıssa, muteÅŸabih ve benzeri birçok unsur Kur’an tarafından kullanılmıştır.

Aynı şekilde kâinata, tarihi olaylara, ticari kavramlara, iklim ve tabiata dair tüm atıflar ve tasvirler yine o günkü insanın dili ve algısı, düşünce ve kanaatleri üzerinden yapılmıştır. Hatta toplumda doğru bilinen yanlışlar üzerinden bile insanlara hitap edilmiştir.

W.Montgomery WATT(Hz. Muhammed’in Mekke’si, Bilgi Y., s.12 ve 17) bunu şöyle izah eder:

“Kur’ân’ın bizzat kendisi, O’nun Arapça bir Kur’ân olduÄŸunu söyler. Bu durum, sadece Kur’ân’ın Arap dili üzere olduÄŸunu ima etmekle kalmaz; ilk muhatap toplumun dünya algılamalarını da ifade eder. Hatta onların dünya algılamalarındaki yanlış olan hususları bile ihtiva eder. Kur’ân, mesajını duyururken Mekkelilerin ve çöldeki bedevilerin algıladığı ve aÅŸina olduÄŸu ÅŸartlara iÅŸaret eden birçok ayeti ve ibareyi kullanır. Buradan hareketle ÅŸu sonuca ulaşılabilir: Amacın bu tür düşünceleri düzeltmek olmadığı yerlerde Allah, onlara bu yanlış düşünceler çerçevesinde hitap etmektedir… Bu yanlış düşünceler, Allah’ın, amacı bakımından düzeltilmeyi gerektirecek kadar hayati öneme haiz deÄŸildi. (Araplar) muhtemelen yeryüzünün düz olduÄŸuna inanıyordu; hernekadar Beydavî gibi sonraki müslüman âlimler, dünyanın küresel ve düzlüğün yalnızca bir teÅŸbih olduÄŸunu biliyorlarsa da Kur’ân’da ilk muhatapların dünyayı düz olarak algılayabileceÄŸi ÅŸekilde, ‘yeryüzünün yayıldıkça yayıldığını’ ifade eden birtakım ayetler vardır.EÄŸer Kur’ân, -tesadüfen bile olsa- yeryüzünün güneÅŸin etrafında dönüyor olduÄŸunu söylemiÅŸ olsaydı, bu, o zamanki Araplar için inanılmaz bir ÅŸey olacaktı ve düşmanlarına Kur’an’ı reddetmek için ekstra bir gerekçe sunacaktı.Bunun yerine, oldukça açık ifadelerle Allah’ın yaydıkça yaydığı, düz bir yeryüzünden bahsedilir. Bunu ifade etmek için, birkaç farklı Arapça kelime kullanılmaktadır; ancak bunların hepsi, kuÅŸkusuz yeryüzünün düz olduÄŸuna dair özel bir vurgu taşımamasına raÄŸmen, ilk iÅŸitenler tarafından yeryüzünün düz olduÄŸu ÅŸeklindeki kendi inançlarına uygun olarak yorumlandı.”

Åžimdi, amacı bakımından düzeltilmeyi gerektirecek herhangi bir ÅŸeyin söz konusu olmadığı baÅŸka bir duruma örnek verelim. BirçoÄŸumuz tarafından bilindiÄŸi üzere; güneÅŸin doÄŸması veya batması söz konusu deÄŸildir, yani gerçekte güneÅŸ ne doÄŸar ne de batar. Ancak, herhangi birine, “güneÅŸ ne zaman doÄŸar veya batar” diye bir soru sormuÅŸ olsanız, sizi hiçbir ÅŸekilde yadırgamadan herhangi bir takvim yaprağına bakıp cevap verdiÄŸine ÅŸahit olursunuz.

Bu örnekte olduÄŸu gibi o gün de, aÅŸina olunan durum üzerinden kurulan iletiÅŸim veya diyalog, bugün de “güneÅŸ ne zaman doÄŸar veya batar” diye sorulan soruya, aÅŸina olunan durum üzerinden cevap verilir.

Görüldüğü gibi burada da, amacı bakımından düzeltilmeyi gerektirecek herhangi bir şey söz konusu değildir. Güneşin doğması veya batması konusunda, gerek doğru bilgiye sahip olanlar için ve gerekse yeni öğrenenler için yadırganacak bir şey olmaz ve diyalog devam eder.

Şimdi de, herhangi gerçek bir şeyin gerçekliğini izah etmek için,o şeyin gerektiğinde gerçek dışı olarak verilmesi durumunu bir örnek ile anlatmaya çalışalım.

Yeraltı ve yerüstü tren vagonlarının kapısının üzerinde yer alan seyir güzergâhını düşünelim. Bu güzergâhlarda, duraklar nokta ÅŸeklinde ve eÅŸit aralıklarla düz bir çizgi üzerinde gösterilir. Oysa gerçek durum bu deÄŸildir. Yani bu ÅŸematik çizim her yolcu için yeterli olmasına raÄŸmen tam olarak gerçeÄŸi yansıtmaz. ÖrneÄŸin bu ÅŸemalarda gösterildiÄŸi gibi duraklar eÅŸit mesafede deÄŸildir, gerçek güzergâh üzerinde eÄŸim aÅŸağı ve eÄŸim yukarı ve benzeri yönler ve farklı özellikler mevcuttur.  

Verilen bu şema, arazideki gerçeği yansıtmaz ama her seviyedeki yolcu için doğru bir yönlendirme olur. Çünkü burada esas amaç her seviyedeki yolcuyu doğru yere ulaştırmaktır. Hatta gidilen güzergâhı gerçek haliyle vermemek, her seviyedeki yolcuyu gerçek hedefine daha kolay ulaştırmış olduğundan daha faydalı olmuş olur. Bu nedenle herhangi biri çıkıp da, bizi kandırıyorsunuz demez, diyemez.

Son olarak, mecazın ve bazı kavramlar için kullanılan kelimelerin maddi anlamlarının genişletilerek, manevi anlama nasıl taşındığını ilgili ayetler üzerinden izah etmeye çalışalım.

610 yılı Hicaz sakinlerinin ekonomik yöneliÅŸlerini çöl ÅŸartlarının biçimlendirdiÄŸi çok aÅŸikârdır. GeniÅŸ bir aÄŸa sahip olan Arabistan’ın ticaret yolları, Yemen’den baÅŸlayarak Taif, Mekke, Medine, Hayber, Tebük, Mute ve Basra üzerinden Åžam’a ulaÅŸmaktaydı.

Ticaretin ve bu ticaret ağının gelişmesine; çölün tamamının yerleşime elverişli olmaması, tarım olanaklarının da kısıtlı olması önemli katkı sağlamıştır diyebiliriz.

Kur’an’ın nazil olduÄŸu dönemdeki bölgenin sosyo-ekonomik yapısı ve dili, önceden de ifade ettiÄŸimiz gibi Kur’an’ın dil yapısına da yansımıştır. ÖrneÄŸin o dönemde de sıkça kullanılan bazı ticari kelime ve kavramların, Allah-insan iliÅŸkisinin tanımlanmasında da kullanıldığına ÅŸahit oluruz.

‘Ticaret’, ‘borç’, ‘alma’, ‘satma’ ve benzeri kelimelerin tümü, daha çok ticari alanlara ait kelimelerdir. Ve tüm bunların, Kur’an’da sıkça kullanılması, mevcut dilin, algının ve kültürel olgunun anlamsal açıdan metne yansımış olduÄŸunu gösterir. AÅŸağıda verilen bazı ayetler, burada söylemek istediÄŸimizi çok güzel özetler. 

“Allah'ın kat kat fazlasıyla geriye ödeyeceÄŸi bir güzel borcu O'na verecek olan kimdir? Allah alır ve kat kat fazlasıyla verir…”(2/245). (2/16, 48, 123)

“Allah, kendi yolunda savaÅŸan müminlerin canlarını mallarını cennet karşılığı satın almıştır. Bu O'nun, Tevrat'ta, Ä°ncil'de ve Kur'an'da bizzat güvence altına aldığı bir vaattir… O'nunla böyle bir alış veriÅŸ yaptığınız için sevinin.” (9/111)

“EÄŸer Allah'a güzel bir borç verirseniz, O bunu fazlasıyla size geri ödeyecek ve günahlarınızı bağışlayacaktır.”(64/17). (3/187; 5/12, 57/11, 18; 73/20)

Bu kelimeler Kur’an’da gerçek anlamı ile deÄŸil de mecaz anlamı ile yer alır. Ancak, Müminlerin “Allaha güzel bir borç vermelerini” isteyen ayetlere Yahudiler, Allah fakirdir biz zenginiz diyerek (3/181) literal bir anlam yüklemiÅŸlerdir.

Bu literal Yahudi anlayışı, Kur’an’ın bizzat kendisi reddeder ve mecazın yanı sıra; kelimelerin aslına sadık kalmak kaydıyla maddi anlamlarını geniÅŸleterek, daha kuÅŸatıcı olan manevi anlama taşır.

Literal okumanın getirdiÄŸi felakete, Hud Suresi 78. ayette geçen diyaloÄŸu örnek vermek mümkündür. Bu ayeti literal okursak; Hz. Lut’un kendi kızlarını, evine gelen erkeklere teklif ettiÄŸini zannedebiliriz. Yahudiler daha da ileri giderek, Hz.Lut’un kendi kızıyla evlendiÄŸini bile iddia edebilmiÅŸlerdir.

Hâlbuki bu ayet; baÄŸlamından koparılmadan lafız, mana, maksat ile birlikte deÄŸerlendirildiÄŸinde yani anlam merkezli okunduÄŸunda; Hz. Lut’un, “Ä°ÅŸte kızlarım!” ifadesinin; sapık homoseksüel birliktelikten vazgeçilmesi gerektiÄŸi, doÄŸal ve meÅŸru bir iÅŸe yani, kavmindeki kızlarla (veya kendi kızlarıyla) evlenmeye davet olduÄŸu kolayca anlaşılmış olur.

Ä°slam’ı yaÅŸadığımız kadar Müslümanız. Müslümanı olmayan Ä°slam veya Ä°slam’ı olmayan Müslümanlara dönüşmemek için Kur’an’ın ilk muhataplarınca anlaşılmış halini anlama çabası içerisinde olmamız gerekir. Bu da ancak doÄŸru bilgi(vahiy, siyer, sünnet) ve temiz bir akıl ile mümkündür.

Çünkü Allah, dinini ‘akıl’a emanet etmiÅŸtir.

Kur’an’ı doÄŸru anlayabilmek için, O’nu kendi tarihinde okuyup günümüze aktarabilme diÄŸer bir ifade ile aktüalize edebilme cesaretini göstermek durumundayız. Kur’an’ın ne dediÄŸini anlamanın yanında ne demek istediÄŸini de anlamak gerekir.

Çünkü “...O’ndan sorguya çekileceÄŸiz.” (43/44)

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.