Gökhan Özcan: İç içe ama çok uzak
Kalabalık ÅŸehirlerde, kalabalık cadde ve mekanlarda, otobüslerde, metrolarda, çarşı ve pazarlarda iç içe ama birbirimizden habersiz yaşıyoruz. Kabuklarımız birbirine dokunuyor ama her birimiz içimizle ucu bucağı olmayan bir ıssızlığın ortasındayız. Birinin insanca yükü diÄŸerine taşınmaz gelmeye baÅŸladığından beri böyle bu! Korkuyoruz bir baÅŸkasının içine, insanlığına, içinden geçtiÄŸi ve içinden geçirdiÄŸi hikâyeye dokunmaya. Bu olmayınca birbirimizi anlamak için bir imkân da ortaya çıkmıyor. Bu kadar iç içe olup bu kadar birbirine yabancı yaÅŸamak… Hayat böyle bir ÅŸey olabilir mi? Tabiatı buna uygun olabilir mi? Olamaz elbette. Bu manzara, bizim hayatın tabiatında yaptığımız büyük tahribatın, belki daha doÄŸru deyiÅŸle büyük tahrifatın acıklı, kederli manzarası olabilir ancak!
Sinemanın büyük ozanı Tarkovski ‘Zaman Zaman İçinde’ isimli kitabında insanın insana dokunduÄŸu yere dair dikkate layık ÅŸeyler söylüyor: “İnsanın baÅŸka insana acı vermeden yaÅŸayabilmesi için baÅŸka bir ideali olmalı; manevi ve ahlaki bir ideali. Bir insanın yüreÄŸi, baÅŸka yüreklere dokunduÄŸunda anlar gerçek varlığını. Fakat dokunuÅŸlar bazen yara açar; bir söz, bir bakış, bir susku bile keskin bir bıçak gibi deÄŸer cana… Oysa iz bırakan her adım acıtmak zorunda deÄŸildir.”
Mutlak mutluluk saplantısı her geçen gün insanları kendi hayatlarının gerçekliÄŸinden uzaklaÅŸtırıyor. Acının, kederin, hayal kırıklığının bir ihtimal olarak bile önlerine çıkmasını istemiyor insanlar. Oysa bütün bunlarla piÅŸeriz biz, insanlığımız badirelerden geçerek olgunlaşır, tıpkı meyveler gibi ideal rengine, kıvamına, tadına ulaşır. Mutlak mutluluk beklentisi bizi bir yalanın eline esir düÅŸürmüÅŸ durumda.
“Seni çok düÅŸünceli gördüm” dedi masanın bir yanındaki. “Evet, çünkü ben gerçekten yaşıyorum!” dedi diÄŸer yanındaki.
Gözlerimizi gerçeklere açık tutabildiÄŸimizde hayatın her kıvrımının bizim için çok öÄŸretici, dolayısıyla da çok kıymetli olduÄŸunu idrak edebiliriz. Bizi mutlak mutluluk hedefinden uzaklaÅŸtıracağından korkarak kaçtığımız ÅŸeylerin sandığımız kadar endiÅŸe verici olmadığını, aksine böyle ÅŸeylerin bize kattıklarıyla mutluluklarımızı daha gerçek hale getirebileceÄŸini anlarız. YaÅŸamaktan muradımız ne, burada en önemli nokta bu. Dışımızla kalabalıkların içinde, içimizle koca bir ıssızlığın ortasında tek başına ömür sürmek mi? Yoksa insanlığımızı baÅŸka insanların insanlıklarıyla kaynaÅŸtırarak, hikayemizle baÅŸka hikayelere dokunarak, duygularımızı baÅŸka duygularla zenginleÅŸtirerek çok daha gerçek, çok daha dokunaklı bir hayat yaÅŸamak mı? İdeal olan, yaÅŸamaya gerçekten deÄŸer olan ne bizim için? İçimizdeki dokunma korkusu sertleÅŸtiriyor, katılaÅŸtırıyor bizi. Bu katılıkla yaÅŸayamayız. Zaten yaÅŸayamıyoruz da. Nefret, öfke, haset, fesat, kıyıcılık… Yeni hayat kültürümüzün baÅŸat duyguları, halleri bunlar! Sürekli harareti yüksek hayatımızın. O sıcaklıkla anlamıyoruz belki çoÄŸu zaman ama acıyor aslında canımız. Böyle yaÅŸamak incitiyor içimizi, insanlığımızı; çünkü fıtratımız böyle olmaya, böyle yaÅŸamaya hiç uygun deÄŸil!
Yine Tarkovski’nin cümleleriyle devam edelim: “Bir ideal gerek insana, ruhun karanlık dehlizlerinde yolunu kaybetmemek için. O ideal, yüreÄŸin en derin köÅŸelerinde yanan sönmez bir ışıktır; fırtınalı denizlerde sarsılmayan bir yelkendir. O ışık seni öfkenin kör kuyularından çıkarır, sevgiyi bir lütuf deÄŸil, bir zorunluluk hâline getirir.”
“Nefreti ardımızda bırakıp yolun karşı tarafına geçebilsek” dedi beyaz saçlı adam, “muhtemel ki, orada sevginin gülümseyerek bizi beklediÄŸini göreceÄŸiz!”
Gökhan Özcan
https://www.yenisafak.com/yazarlar/gokhan-ozcan/ic-ice-ama-cok-uzak-4780681

Henüz yorum yapılmamış.