Bir Deniz Feneri

Arif Arcan
Akif Emre Ağabeyimle son yüz yüze gelişimiz, 2015 senesinde, Sirkeci Garı’ndaki dergi fuarında vuku bulmuştu. Kızlı erkekli kaynaşan stantların çoğunu ziyaret ediyor, etrafında pervane olan dergi ilgilileri ile kısa sayılmayacak sohbetler yapıyor, tavsiyelerde bulunuyor, tam çıkışta birden bire geriye doğru dönüp, kenara çekilip içerisini, herhangi bir şeyi hedef almayan bir “uzak görüş” ile dakikalarca seyretdiyordu.
Hafızama kazıdığım bu resim, Ağabeyime duyduğum güvenin resmiydi.
Bu hali ile Akif Ağabeyim bir “deniz feneriydi”. Düşünceyi ve eylemi, gündemin ayartıcı sığlığına çarpıp paramparça olmaktan kurtaran bir deniz feneri; yalnız ama dimdik ayakta ve hâlâ çakmaya devam ediyor.
Ağabeyim bizi paramparça eden sömürgecilere ve onun üretimleri olan her şeye karşı her daim düşman kaldı. Hakkı söyledi, Hak olanın tarafını tuttu. “Her yazının bir kaderi var” derdi. En son yazısında “gâvuru” ve yerli işbirlikçilerini ile ifşa etmeye devam ediyordu:
“Suudi Arabistan'ı ziyaret eden (ticaret eden) Trump 110 milyar dolarlık silah anlaşması yaptıktan sonra uluslararası bir açılış yaptı. Riyad'da “itidal" adı verilen “Uluslararası Radikal Düşünceyle Mücadele Merkezi"nin açılışını gerçekleştirdi. Açılış sırasında ortaya çıkan fotoğraf her şeyi gölgelediği gibi, çok şeyi de açıklayacak mahiyette idi. Bir dünya küresine ellerini koyan üç isim. Aydınlatılmış kürenin alttan ışıklarının çehrelerine vurmasıyla karanlık mekânda ortaya çıkan manzara “gölgelerin gücü adına" savaş tamtamları çalan çizgi roman kahramanlarını hatırlatıyordu. Bir yanda askeri darbeyle iktidara el koymuş bir diktatör, diğer tarafta bir hanedan reisi ve demokratik dünyanın patronu… Üçü de küre-i arza el koymuş, meçhul karanlığa bakarak radikalizmle mücadele yemini ediyorlar gibi. Marvel'in Galaksinin Bekçileri'nden bir sahne sanki…Daha sofistike yöntemlerle çok daha ince toplumsal ağlara sahip yeni dalganın merkezinin Türkiye olduğu da çoğu kimseler tarafından atlanacaktı. Soğuk Savaş sonrasının yeni küresel ağları Orta Asya'dan Afrika'ya uzanan coğrafyada Amerika'ya eskortluk edecek bir misyon yüklenmişti. Beyaz, Müslüman, eğitimli insan malzemesi ve sömürgeci geçmişi olmayan küresel sisteme alan açan yeni bir hareket… Tüm dünyada hizmet adına bunca okulun, örgütsel ağın kurulmasına alan açanlar aynı zamanda Türkiye'de de İslami potansiyelin absorbe edilmesine göz yumdular. Muhtemelen Amerika ile zihnen bağımlı olan elitlerin göz yumduğu bu hareketin İslami hareketlere set çekeceği, yönlendireceği varsayılarak alan açılmasında, desteklenmesinde beis görmeyeceklerdi… Ancak zamanla sistemin kılcal damarlarına girerek küresel patron adına el koymaya başladığı fark edildiğinde çok geç olmuştu…”[1]
Akif Ağabeyim bizim coğrafyamızdı. Yeryüzündeki Müslüman topluluklar ile tanış olma gayreti içinde olmuştu. Afganistan’da, Endülüs’te, Bosna’da, Selanik’te, Üsküp’te, Kudüs’te, hâsılı Şarkta, Garpta, Mağrip ve Maşrıkta hep kardeşlerimizin izini sürmüştü. Kardeşlerimizi onun dili ve onun gözü ile tanıdık ve sevdik. En önemlisi Akif Ağabeyim, İslam Dünyasının bunca ıssızlığına, zulme ve kadre uğramasındaki derin umutsuzluğa ve bu umutsuzluğa eşlik eden derin yozlaşmaya karşın sahih bir umudu her zaman canlı tutmuştur:
“Dokunduklarımızı çürüten, işittiklerimizden gördüklerimizden dolayı içimizi, dışımızı karartan her ne varsa ya da neyin var olduğunu düşünüyorsak, bize öyle gelen her ne varsa her şeyi tepetaklak edecek bir silkinişle ölü toprağını üstümüzden atmakla işe başlamalı mesela. Sahte bir hakikat sunan kurguyu sorgulamakla işe başlayabiliriz mesela. Her şeyi yeniden konuşma cesaretini takınarak… Ne ki sahte hakikatlerin kararttığı çevremizde, dört bir yanımızı kuşatan yalancı mutlulukların perdeleyemediği, hayata anlam katan, kendi özümüzü hatırlatan bir ses, bir tebessüm, dokunduğu yerde bereketi yeşerten bir el mutlaka olacaktır.”[2]
Türkiye’nin temel sorunu olan “sivilleşememek” Akif Ağabeyimin esastan tartıştığı bir konudur. Akif Emre “sivil aklı” esir alan “devlet aklı”na sürekli işaret etmiş, netice karşılıklı olağan bir mahiyet farkının bulunduğu bu iki aklın ahenk içinde olmayışının krizli zatiyetini izhar etmiştir:
“Türkiye'de sistem denilen müesses nizamın hem kendi içinde hem toplumsal taleplere göre dönüşümü hep sancılı olmuştur. Temelde teknik bir sorun gibi görünen bu durum siyasal elitlerle toplumsal taban arsındaki ilişkileri doğrudan etkileyerek, krizlere neden olur… Siyaset gibi toplum da değişti, dönüştü. Ancak müesses nizamın alışkanlıklarının, daha doğrusu ideolojik kodlarının zaman ve topluma karşı direndiği de bir vakıa. Olanca devlet tecrübesine belki de bu onulmaz çelişkiye rağmen sistemi yürütme hususunda pratik devlet aklının zaman zaman tezahürleri hep canlı oldu… Bir sistemde 'devlet aklı ve devlet maslahatı'nın üstünde değerler yoksa despotizme yol açar. Önce adalet, ahlak ve toplumsal sorumluluk. Siyasilerin, bürokratların yanlışlarını frenleyecek başka ne var elimizde? Olağanüstü dönemlerden geçiliyorsa eğer ol/ağan değerlerimizde olağanüstü hassasiyet gözetmek gerekir.”[3]
Akif Emre’nin esastan tartıştığı diğer önemli bir konu da “aydın sorumsuzluğu”dur. Genelde İslam Dünyasındaki özelde ise Türkiye’deki aydın sorumsuzluğuna sıkça değinmiş olan Akif Emre sürekli olarak toplumdan yana tavır koymuştur. Özellikle İktidar ve aydın ilişkisinin “ayartıcı” bir aydın tipolojisini ortaya çıkardığının altını kuvvetlice çizmiştir:
“Edward Said, sömürgecilik karşısında kimi şair, edebiyatçı ve oryantalistlerin tutumunu tanımlarken çok açıklayıcı bir ifade kullanır. Emperyal haz…Doğunun egzotik hazlarında kaybolmuş bir aydının sömürgeciliğin ne anlama geldiği, sömürge altında yaşayan halkların ödettirilen bedeli görmezlikten gelmelerinin nedenidir bu emperyal haz. Sanatçı duyarlılığının aydın sorumluluğundan kaçarak hayatın gerçeklerine, emperyal siyasetlere gözlerini kapatan bir haz. Entelektüel olmanın yüklediği temel sorumluluğun muhalif duruş olarak tanımlanması tam da bu durumlar için geçerli ve de gerekli. Sorgulayıcı, eleştirel bir bakış açısının diri tuttuğu zihin; ancak güç ilişkilerinde mesafeli olmakla gerçeği, hakikati görme ve işaret etme imkânına sahip olabilir. Bu durum Müslüman aydın açısından birincil ve de sorumluluk gerektiren bir misyona dönüşüyor. Müslüman aydın, düşünür muhalif olmak için muhalefet yapmaz. Ancak Hakk'ın, hakikatin ortaya konması ve dillendirilmesi için siyaseten destekliyor olsa bile iktidar ilişkilerinde mesafeli olmak zorundadır. Bu tavır sadece belli bir ideoloji, sistem veya iktidara karşı sergilenecek bir tutumla sınırlı değil. İlkesel anlamda gücün ayartıcı etkisinden, siyasi ve ekonomik nüfuz alanlarından uzak durarak, mesafeli kalarak hakikati dillendirme, eleştirme, uyarma hakkını ve gücünü elinde tutabilir… Muhalif aydınların neredeyse tüm sorularını iptal edip, muhafazakârlaştıkları süreçte zihinsel kodlarında nasıl bir değişim olduğu hususu önümüzde bir soru işareti olarak durmaktadır. Belki de, zihinsel dönüşümden önce gelen, durumlarını açıklayıcı kavram şu olabilir; iktidar hazzı. Aydın olmanın temel vasfı ilkelerine sahip çıkmak ise aydın tutarlılığının en bariz biçimde göstermesi gereken düzlem de her tür iktidar ve güç ilişkisi karşısında ilkesel tutumunu sürdürebilmesidir. Bu tutum sadece aydın olmanın fiyakasından ibaret değil bir sorumluluktur. Bir şekilde belli iktidar alanlarını tutanlarla, aynı düşünceyi paylaşıyor olsa bile onlara karşı da sorumluluktur. Onları uyarma, eleştirme, hakikati gösterebilme imkânı nasıl korunabilir, ahlaki tutum başka nasıl sürdürülebilir ki.”[4]
Akif Emre, aydının iktidar aygıtı içinde erimesi ile birlikte nasıl bir sorun haline geldiğini tartıştığı kadar “popülizm” kavramsallaştırması ile “milletin” devlet içinde eriyerek bir sorun haline gelmesini de esastan tartışmıştır. Batı demokrasilerinde görülen popülist eğilim üzerinden kaleme aldığı bu sorunda satır aralarında parmak bastığı ana nokta; İslam Dünyasını oluşturan unsurlarda da iktidar/devlet ekseninde “ümmet” ana omurgasında “ötekileştirici” bir popülist dalganın oluşup oluşmayacağı endişesidir:
Popülizm; “Irkçılığın modern milliyetçilik formatıyla sağ siyasete dönüşerek merkeze çekilmesi, yumuşatılması anlamına geliyordu. Ne var ki milliyetçiliğin merkez siyasetin bir aktörü haline getirilerek ehlileştirilmesi bir yana temelde devlet ideolojisinin eksenlerinden biri olmayı sürdürdü… Sorun, sistemin kendi iç mekanizmalarını harekete geçirerek bu trendi kontrol altına alması mı yoksa siyasetin popülizmden beslenen yapısal özelliği ile yüzleşmek mi? Siyaset felsefesinin ana meselelerinden biri olarak toplumsal taleplerin “ideali” işaret edeceği tezi burada tökezliyor mu? Yoksa Batı dışı demokrasilerde olduğu gibi “memleketin özel şartlarından dolayı” vesayetçi sistemin meşrulaşmasına mı çıkacak?... Siyasal popülizmin mutlak ölçü haline getirilmesi her zaman iki taraflı keskin bıçak olabilir. En önemlisi vicdanları ve ilkeleri zedeleyen ahlaki yaraya dönüşebilir. Alternatif siyaset düşüncesi üzerinde kafa yoranlar için de demokrasilerin yaşadığı ilkesel krizler de önemli bir deneyim olarak öğretici olabilir.”[5]
Akif Emre Ağabeyimin tespit ve teşhisleri sahih bir umudu elden bırakmadan gittikçe ağırlaşan güncel sorunlara, çıkmazlara ışık tutuyor. Sığ suları, sığ suların örttüğü kayalıkları işaret ediyor. Fırtınalara, kalın bulutların örttüğü yıldızsız gecelere rağmen bir deniz fenerinin sabitliğinde, uzaklara, en uzaklara ışığını çakıp duruyor.
Ruhun şad, mekânın cennet olsun…
Ellerinden öpüyorum Ağabeyim.
Arif Arcan / 20.02.2018
[1] Akif Emre, Riyad’da Bir Marvel Filmi, Makale, Yeni Şafak Gazetesi, 23.05.2017
[2] Akif Emre, Çürüme de Umut da Hep Olacak, Makale, Yeni Şafak Gazetesi, 18.05.2017
[4] Akif Emre, Ayartıcı Aydın Hazzı, Makale, Yeni Şafak Gazetesi, 31.01.2017
[5] Akif Emre, Siyaset Dersi Olarak Popülizm, Makale, Yeni Şafak Gazetesi, 09.05.2017
Henüz yorum yapılmamış.