Sosyal Medya

Güncel

İhtisas olmadan içtihat olmaz. Ya da bir özeleştiri

Faruk BeÅŸer / Yeni Åžafak



Aslında Hicri ikinci asrın ilk çeyreÄŸinden itibaren Ä°slamî ilimlerde ihtisaslaÅŸma baÅŸladı. Fıkıh, kelam, tefsir ve hadis isimlendirmesi, en genel çerçevesiyle de olsa bunu anlatır. Ardından bu ilimler belli bir sistemle tedvin edildi. Fıkıh külliyatı, hadis külliyatı oluÅŸtu.

Genel olarak temizlik ve ibadetlerle baÅŸlayan, evlenme boÅŸanma ve muamelatla devam eden, cenazenin defni ve mirasının paylaşılmasıysa sona eren bir fıkıh sistematiÄŸi oluÅŸtu. O günden bugüne her kitap yazan fıkıhçı yazdıklarında bu sistematiÄŸe uydu ve aynı ÅŸeyleri biraz daha farklı cümlelerle, bazen açarak bazen ihtisar ederek tekrarladı.

Bu arada Ebu Yusuf “Siyer” baÅŸlıklı iki kitabıyla en azından milletler hukukunda bir ihtisaslaÅŸma baÅŸlattı. Batı bunu fark etti ve diÄŸerlerine ilgi duymazken bu ihtisas kitapları çok erken zamanlarda Batı dillerine çevrildi. Ama arkası gelmedi. Adalet, hak, özgürlük, devlet yapısı, yöneticilerin seçimi ve azli gibi alanlarda hukuk nazariyeleri ve ince ihtisaslaÅŸma yapılamadı. Sonuçta kamu hukuku, hayvan hukuku, doÄŸa hukuku, çekirdekleri var olsa bile geliÅŸmedi.

Zamanla fıkhın dünya ile ve tabiatla alakası tam olarak kurulamadığı için yeni ÅŸeyler söylenemedi. Her müellif tarafından fıkhın bütün konuları yazıldı ama iç ihtisaslaÅŸma olmadı.

Bizim dışımızdaki dünyada ise bilimin patlama yapmasıyla birlikte yeni hukuki alanlar doÄŸdu ama modern zamanlara kadar fıkıhta buralarda da ihtisaslaÅŸma olmadı. Bunda muhtemelen “içtihadın tecezzisi olmaz”, yani sadece belli konularda müçtehit olunmaz, müçtehit olma vasfını kazanan bir âlim her konuda müçtehit sayılır görüÅŸü, karşıt görüÅŸ var olsa bile, etkili oldu. Ulema-i kül olmak hedef sayıldı.

Tefsirde de aynı durum yaÅŸandı; Fatiha suresiyle baÅŸlayıp Nâs ile sona eren ve önceleri ağırlıklı olarak sayısı zaten sınırlı eser’le yani hadis, sahabe kavli ve tabiîn görüÅŸüyle yapılan, ardından kiÅŸisel yorumlarla devam eden bir tefsir geleneÄŸi oluÅŸtu. Ama herkes her ayette söz söylemeyi görev bildi. Sonuçta Kurân-ı Kerim’in yüzlerce konusu tek tek ele alınıp her birinde derinleÅŸme hedeflenemedi. Ä°htisas gibi sayılabilecek ahkâm tefsirleri doÄŸdu ama onlar da Mushaf’ta ahkâm ayeti diye isimlenen yüz elli ile beÅŸ yüz kadar ayeti ele aldı ve onları da herkes kendi mezhebinin fıkhî görüÅŸleriyle açıkladı. Mesela biz, en önemli ahkâm tefsircimiz olan Cessâs’ta hep Hanefî fıkhının en isabetli görüÅŸ olduÄŸunu gördük. Geriye kalan altı binden fazla ayetin neye yaradığı pek belli olmadı. Bilimin konularından söz eden ayetlerin, iÅŸaret edebilecekleri diÄŸer ahkâma deÄŸinilmedi. Özellikle yaradılış, insan, astronomi, bitkiler, hayvanlar, tabiat olayları üzerinde derinleÅŸilmedi. Genel hatları ile hep önceden söylenenler tekrarlandı. Oysa Kurân-ı Kerim bu ve benzeri konulara özellikle dikkat çeker, derinlemesine bakılmasını ve bu konularda akıl yürütülmesini (nazar) ister. Bu da bugünkü adıyla ancak bilimle olur. Aksi takdirde fezanın derinliklerine, hayvanların ve bitkilerin tabiatına, Kur’an’ın istediÄŸi nazar nasıl yapılabilir? O halde Kur’an bilimin yapılmasını da emretmiÅŸ sayılır.

Sünnetin toplanmasında ortaya konan çabalar aslında mucize düzeyinde bir emektir ve hadiste, sened ilmi baÅŸta olmak üzere hiçbir millette bulunmayan orijinal ilimler ortaya konmuÅŸtur. Ama bunun yanında “fıkhu’l-hadis” denen, sünnetin bütün olarak anlaşılması konusu yeterli ilgiyi görmedi. OlduÄŸu kadarıyla da Sünnet Kurân-ı Kerim’den bağımsız bir bilgi ve ilgi alanı olarak ele alındı. Kur’an-Sünnet bütünlüÄŸü hak ettiÄŸi deÄŸeri görmedi. Bu konularda eskiden ileri ihtisaslara zaten ihtiyaç hissedilmemesinin de etkisi vardır. Åžimdi ilahiyat fakültelerinin yapmaya çalıştığı hususlardan biri bu ihtisaslaÅŸmayı gerçekleÅŸtirmektir. Elbette saÄŸlam bir birikim ve gelenek olmadan bu iÅŸ kolay olmaz. Ama yine de bu fakültelerde doktora yapanların, eÄŸer hocası da güçlü ise, en az yüzde biri mutlak müçtehit olmasa da meselede müçtehit sayılabilir.

Bunlar nereden aklıma geldi. Sosyal medya grubumuzdaki bir arkadaşımız, Alman filozof Kant’ın (1724-1804) doktora tezinin giriÅŸ sayfasında Arapça orijinal harfleriyle Besmele bulunduÄŸunu, sayfanın resmini de koyarak paylaşınca, Kant’ın bunu niçin yapmış olabileceÄŸi tartışmaları baÅŸladı ve 1700’lü yıllarda sadece Almanya’da 1000 doktoranın baÅŸlangıç sayfasında bu besmelenin bulunduÄŸu kaydedildi. Bunun bir anlamı, daha o yıllarda Batı’da bu kadar doktoranın yapılmış olduÄŸudur. Doktora ihtisas demektir. Oysa Türkiye’de ilk doktora 1937 yılında Ankara Ziraat Enstitüsü’nde yapılmıştır.

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.