Sosyal Medya

Gökhan Özcan: Anlamanın limitleri nerede biter?

“İnsan bildiğini düşündüğü şeylerle mağrurca oyalanırken” dedi beyaz saçlı adam, “hayat sonsuz bilinmezlik kozasına nice yeni düğümler ekliyor.”



İnsan başka sözlerle ikide bir kesintiye uğrayan kendi kısa cümleleri arasında kendi uzun hikayesini kaybediyor.
 
Johann Wolfgang Von Goethe’den, neyin neden olmadığını anlaşılır kılabilecek birkaç cümle: “İçimden, göğsümü parçalamak ve beynimi dağıtmak geliyor; insanların, birbirleri için ne kadar az bir anlamı var. Ah! Sevgi, sevinç, yakınlık ve coşku kendi içimden gelmiyorsa, bir başkası da bunları veremeyecektir bana; soğuk ve güçsüz bir halde karşımda duran birini, ben de mutlulukla dolup taşan yüreğimle mutlu edemem.” Genç Werther’in Acıları kitabından aldım, başucunuza koydum.
 
İnsanların kendilerine yönelik bir merakları olmayınca, başkalarını anlayabilmek için gereken her türlü imkandan da yoksun hale geliyor. İnsanın bin bir türlü hadise içinde seyran eden bin bir türlü hali var. Her insanda her an ‘insan’ın başka bir hali tezahür ediyor. Bunun farkında olan için kendi hayat seyri; kendi yaşama serüveni içinden bulup çıkardığı insanca ayrıntılar, ‘insan’ı alabildiğine geniş anlamı içinde görüp anlamlandırabilmek için paha biçilmez fırsatlar sunuyor. Oradan yola çıkıp ipuçlarının içini sürenler, hayatın en büyük muamması olan ‘insanlık hali’ni keşfedebiliyor, bütün bütüne kavrayamasa bile ne kadar muazzam bir gizemle, ne kadar hayret verici bir sırla karşı karşıya olduğunun bilincine erebiliyor.
 
“Hiç bilemezsin!” dedi durup dururken. “Neyi?” diye sordu merakla karşısındaki. Kısa bir sessizliğin ardından, “Ağzımdan bir türlü çıkmayan kelimelerin içimin neresine takılıp kaldığını!” diye cevapladı karşısındakinin merakını daha da büyüten sorusunu.
 
Belki de önce her olan şeyin büyük hikayenin içindeki yerini merak etmeye başlamalıyız. Sadece o büyük hikayeyi bütünleyen, başı sonu olduğunu varsaydığımız küçük hikayelerin değil, yeryüzündeki her kıpırtının, yaşanan her anın, alınan her nefesinin, her hissedişin, her rengin ve o rengin her tonunun, her sesin, içimizden gelip geçen düşüncelerin, her an anlamlarına yeni katmanlar ekleyen kelimelerin, yüzlerin, yüzlerdeki izlerin, farkında bile olmadığımız birçok başka şeyin... İnsanın içinde yaşadığı bir anlam ülkesi var. İşte o ülkenin yüzölçümü, peşine takıldığımız samimi ve saf meraklarla hiç bilmediğimiz yönlere doğru keşiflere çıkabilir, hiç erişemeyeceğimizi sandığımız ufuklara kadar genişleyebilir. Hemen her gün hissettiğimiz daralma hali, tıkanma durumu, iç meraklarımızın sözüne kulak asmayışımızdan, bu anlam ülkesinin farkında olmayıp kendimizi aşılamaz dört duvarlar arasına mahpus kılışımızdan.
 
Bir de şunu düşünün; hayatının son nefeslerini alıp verirken, henüz pek bir şey yaşamadığını fark eden biri he hisseder?
 
“... insan dediğin dünyanın yalnızca canlılarda değil, cansız nesnelerde de tekrar tekrar ürettiği birçok formdan biridir; kuma, taşa ve suya çizilidir. Ve hayatın her zaman en önemli boyutu olarak alfıladığım kasvetli, boğucu ölüm, su sızdıran bir borudan, rüzgarda çıtırdayan bir daldan, askıdan kayıp yere düşen bir ceketten öte bir şey değildi” diye yazmış ‘Kavgam’ kitabında Karl Ove Knausgaard.
 
Cebimizden çıkardığımızda elimizi hayatın ayazı çevreleyiveriyor; işte tam o an, cebimizde kalan sıcaklığı elimizi çok özlüyor.
 
“İnsan bildiğini düşündüğü şeylerle mağrurca oyalanırken” dedi beyaz saçlı adam, “hayat sonsuz bilinmezlik kozasına nice yeni düğümler ekliyor.”
 
 
Yenişafak

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.