Sosyal Medya

İsmail Kılıçarslan: Kimdir bu Abdurrahman

Abdurrahman hikâyesini hiçbir zaman tamamen anlatmadı bana. Ben gram gram, söktüre söktüre öğrendim. Önüne bırakılan çayları yudumlayışından anladım ki “güvercin”dir Abdurrahman. Benim unutmaya başladığım Arapça ile onun öğrenmeye başladığı Türkçe yetişti sohbetlerimizde imdada.



Ben Abdurrahman’ı tanıdığımda Darıca’nın “kederine terkedilmiş” gibi duran sokaklarından birinin en kötü evlerinden birinde, iki odalı bir giriş dairede beş çocuk ve iki kadınla hayata tutunmaya çabalıyordu.
 
Tekstil atölyesinin insafını öptüğümünün patronu demiş ki “valla burada gördüğün her Suriyeli bin iki yüze çalışıyor. Beğenirsen başla, beğenmezsen işte kapı.”
 
“Hesap yaptım abi” diye anlatmıştı, “dört yüz elli kira, iki yüz faturalar, kalanı da karnımızı doyursa, şükür dedim.”
 
Her gün, hafif aksayan ayağıyla üç kilometre yürüyerek ulaştığı atölyede bir yıl kadar çalışmış.
 
Uzaktan uzağa kalbinin aktığı o kız günün birinde patronun odasından ağlayarak çıktığında “ne olacaksa olsun” deyip gömmüş kafayı. Böylece ayrılmış oradan. Dudakları titremişti anlatırken. Elli yaşındaki kart gavat su gibi kıza demiş ki “bir ev açayım sana, ayda da üç bin vereyim, hayatın kurtulsun.”
 
Sonra aynı paraya bir boya fabrikasına girmiş. O kesik öksürük de o zaman gelip yerleşmiş boğazına.
 
Abdurrahman hikâyesini hiçbir zaman tamamen anlatmadı bana. Ben gram gram, söktüre söktüre öğrendim. Önüne bırakılan çayları yudumlayışından anladım ki “güvercin”dir Abdurrahman. Benim unutmaya başladığım Arapça ile onun öğrenmeye başladığı Türkçe yetişti sohbetlerimizde imdada.
 
Halep’te, bir taraftan İslami ilimler öğrenirken diğer yandan “garanti bir işim olsun” diye Fransızca öğretmenliği okumaya başlamış. Fakültenin ilk yılı patlamış savaş. İlk bombardımanlarda biricik abisiyle iki yeğeni vurulup düşmüş. Savaşın ikinci yılında da eniştesi demiş ki “bacınla çocukları al git Türkiye’ye.”
 
Abdurrahman, yarım kalmış hayalleri, hafif aksayan ayağı, yirmi bir yaşı, kocasından haber alamayan bacısı, şehit abisinin geride kalan hanımı ve beş çocukla bulmuş Darıca’yı böylece.
 
Aşağı yukarı üç yıl oldu Abdurrahman’la tanışıklığım. Ben tabii ki Arapça’yı ilerletemedim ama o Türkçe’yi bayağı ilerletti. Birkaç iş değiştirdi. Yengesi de bir fabrikada iş bulunca elleri biraz rahatladı. Üç odası olan, ikinci kat bir eve geçtiler.
 
“Al işte o kızı. Sana bir de düğün yaparız” diyorum ona ara sıra. O da mahzun mahzun gülümseyip “düğünü Halep’te yapmak lazım abi” diye cevap veriyor.
 
“Abdurrahman’ın yedi insanın canını selamete almak için Türkiye’ye sığınmasından kimler, niçin nefret ediyor?” diye soruyorum zaman zaman kendime.
 
Irkçı gibi ırkçı faşistler, kendilerini solcu sanan ırkçı faşistler, güya memleketin selametini düşünüyormuş gibi yapan gizli ırkçı faşistler. Hepsinin ortak noktası ne bunların?
 
Bence şu: Anlamıyorlar insanın halinden. Bombaların başlarına yağmadığı şehirleri için, yayıla yayıla geviş getirdikleri sıcacık yuvaları için şükretmek bir an olsun gelmiyor akıllarına. Kimse “düşene bir tekme de sen atma, öyle yaparsan insan olamazsın” dememiş çünkü bunlara.
 
Burada; bu cümle mazluma yurt, cümle mağdura sığınak olmuş bu aziz topraklarda doğmuş olma şansını “üstünlük” zannederek heba ediyorlar sadece. Oysa bu topraklarda doğmuş olmak demek “mazluma oba, zalime cehennem” olma şansıdır. Asıl şansımız budur işte. Hem dünyamızı hem ahiretimizi mamur edecek asıl şansımız budur.
 
Abdurrahman mı? Gitmedi bir yere. Sekiz nüfuslu evlerine giren üç bin beş yüz lirayla ve senin ona layık gördüğün aşağılık muameleye maruz kalarak tutunuyor hayata.
 
Anlatmıyor ama biliyorum. Her gün kuruyor o düğünün hayalini. Hem de Halep’in girişindeki kır bahçelerinden birinde, Suriye’nin özgürlüğünün birinci yılında şöyle sazlı sözlü bir düğün…
 
 
Yenişafak

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.