Sosyal Medya

Özel / Analiz Haber

Alev Alatlı: Topu taca atmak, gidişatı seyretmekle yetinmek, yani ideolojisizlik

Aydınların toplumun gidişatını etkilemek gibi bir “ahlâki sorumluluk”ları var mıdır, yoksa, Edward Said’in liberal aydınların çoğunda saptadığı gibi olan biteni “bir iyi, bir de kötü tarafından ele almak suretiyle” asli meselelerden soyutlanır, (ki, bu tutuma Said, ‘ahlâki korkaklık’ der) gidişatı seyretmekle yetinir hatta kendilerini akıntıya mı bırakırlar?



Konuya ilişkin kişisel düşünce sürecimi başlatan, Noam Chomsky’nin 1967’de “New York Review”da yayınlanan “Entelektüellerin Sorumluluğu” başlıklı makalesidir. Chomsky, makalesine, sadece Alman ya da Japon değil, İngiliz ve Amerikan kamuoyunun İkinci Dünya Savaşı’nın misli görülmemiş vahşetindeki payını sorgulayarak başlıyor, “bir o kadar rahatsız edici” dediği, “aydın sorumluluğu”nu irdeliyordu.
 
“Aydınlar, yönetimlerin yalanlarını teşhir edebilecek; icraatları, nedenleri, amaçları ve çoğu kez gizlenen niyetleri itibarıyla çözümleyebilecek durumdadırlar. En azından Batı dünyasında, bilgiye ulaşım, ifade özgürlüğü ve siyasi bağımsızlıklarından kaynaklanan güçleri vardır. Aydınların ayrıcalıklı bir bölümünün tahrif, yanlış takdim, ideoloji ve sınıfsal çıkar perdesinin altında gizlenen doğruları araştıracak eğitim, imkân ve konforları vardır. Bu ayrıcalıklar ışığında, aydınların sorumluluğu halkın sorumluluğundan çok daha derindir.”
 
Öte yandan, “aydın sorumluluğu” denince akla onların “toplumu çözümleme ve ideoloji yaratma”daki rolleri gelir. Burada “ideoloji”den kasıt, “bir ahlâki inançlar dizini”dir ki, bu “dizin” toplumsal manivelâya dönüşür, halkın “hayat tarzını” değiştirmeye yönelir.
 
Batılı aydınların, “düşüncelerini topluma mal etmek, toplumu dönüştürmek”ten vazgeçtikleri söylenir. Dahası, liberal akım, böylesi faaliyetlere dudak bükmekte hatta tepeden inme dayatmacılıkla suçlayabilmektedir. Çoğulcu demokrasiyi gerçekleştiren ülkelerde, “toplumların daha fazla dönüştürülmesi gerektiği” düşüncesi kaybolur. Güncel yaşam biçimlerine dair birkaç yorum getirilebilir ancak fark edilir bir şekilde dönüştürmeye çalışmanın “doğru olmadığı”na inanılır.
 
Diğer bir anlatımla, “ideolojilerin ölümü” aslında, bir “aydınlar ittifakı”dır. İdeolojilerden vazgeçenler, halk değil, aydınlardır. Bu söylediğim, bir bakıma “reform yorgunluğu”na benzer ki, Türkiye’de yaşayan bizler, bunu Cumhuriyet aydınlarımızdan devrimci aydınlarımıza, “Özal” dönemi aydınlarımıza kadar, pek çok dönemde gözlemlemişizdir.
 
Öyle görünüyor ki, servet ve güç kazanan ya da böylece kazanacağını “hisseden” aydınların arasında, toplumu olduğu gibi “kabul etmek” ve toplumun “itibar ettiği değerleri” yüceltmek hususunda bir mutabakat oluşuyor. Akademisyen–uzmanlar arasında da benzeri bir mutabakatın varlığından söz etmek mümkündür. Nasıl olmasın ki? Hem, örneğin, IMF’nin ince işleyişlerine akıl erdirecek mekanizmaların üstesinden gelecek, hem de daha adil bir toplumsal düzeni gerçekleştirecek ideoloji tertiplemeye çalışacaksınız! Hem, Kopenhag kriterlerini alkışlayacak, hem de, örneğin, gay barları rahat bırakmayacaksınız! Hem, “Türkmen” sözcüğünün “Irak” diye bir ülke yaratmak niyetiyle İngilizlerin uydurdukları bir sözcük olduğunu bilecek, hem de orada yaşayan insanlardan bahsederken “Türk” kelimesini ağzınıza almayacaksınız!
 
Topu taca atmak, ahlâki değer yargısı içeren konularda açık tavır almaktan, önyargılı ya da bağnaz olmakla suçlanmaktan, olası itibar kaybını, muhtemel fonların kurumasını göze almaktan evlâdır. Topu taca atmak, gidişatı seyretmekle yetinmek, yani ideolojisizlik.
 
Ne ki, “demokratik kurumların tam işlemesini sağlamanın, halkın kendi seçimini –ve dolayısıyla fedakârlıklarını– yapmasının önündeki engelleri kayıtsız şartsız kaldırmanın” yeni bir toplum yeşertmeye yetip yetmeyeceği şeklinde kadim bir mesele var. “Kadim” bir mesele, çünkü, insanlık tarihinin “ahlâki değerler tarafından denetlenmeyen özgürlüklerin şer lehine bükülmelerinin kaçınılmaz” olduğuna dair deneyimi de var.
 
“Kurallar esnetilip, mezhepler genişletildikçe, kuralları ihlâl edenlerin alkışlanmaları hatta cezasız kalma ihtimalleri artıyor. Yasaları uygulamaya kalkan hükümetlerin karşılarına suçlunun ‘insan hakları’nın ihlâl edildiğini iddia eden binlerce avukat dayanır oluyor.”
 
Mesele, “popüler kültür” diye geçiştirilen hatta akademisyenlere konu olan aykırılıkların kökünde yatan ideolojisizlikte. “Mesele”, toplumların insanoğlunun yıkıcı dürtülerine karşı duracak donanıma sahip olup olmadıklarında. Mesele, yıkıcı ve sorumsuz özgürlüğe terk edilen alanın sınırlarının nerede çizileceğinde, özgürlüklerin suiistimalinde, genç ruhların ihlâlinde, porto, dehşet, tecavüz üzerine kurulu gösterilerin yaygınlığında, ‘sanat’ın bütün bunlara mazeret olabilmesinde.
 
Köle ticaretinin, beyaz kadın ticaretinin, işkence dehlizlerinin, engizisyonların geri gelmesi o kadar kolay, umumhane sahiplerinin saygın işadamları olarak alkışlanmaları o kadar kolay, ülkenin yağmalanmasına mazeretler uyduranlar öyle güçlüler, aydınlar öyle yorgunlar ki, ürkütücü.
 
Hayır, toplumun sorunlarını çözmenin, “değer yargılarından arındırılmış” bir toplum yaratmaktan geçtiği düşüncesi, doğru değil. Gelişmeler karşısında sessiz ve tarafsız kalanlarımız, sorumluluklarını bir kez daha değerlendirmelidirler.
 
04.10.2003

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.