Sosyal Medya

Makale

Taraf Olmanın Dayanılmaz Hafızasızlığı

Kendimizi ille de bir yerlere konumlandırarak taraf olmak zorunda hissettiğimiz durumlarda haklılık ya da haksızlığa işaret eden bütün deliller, delil olma vasıflarını birden yitirirler. Tarafgirlik, muhakeme kabiliyetini dumura uğratır; eski olanın zemininde ortaya çıkan yeni durumları, yeniyi kendisini doğuran değişimlerin mantığı dâhilinde kritiğini yapmadan kabul ya da ret ederiz. Zira kabul ya da ret durumu, taraf olunan merkez aklının işareti ile belirlenmektedir.

 

George Orwell ‘1984’ adlı romanında iktidar düzeneğinin yaşanılan zamanı kontrol etmekle kalmayıp geçmişi de sürekli olarak nasıl değiştirdiğini anlatmaktadır. Dün düşman olan bugün birden dost olabilmektedir. Ya da dün dost olan bugün düşmandır. İşin trajikomik tarafı; dün düşman ya da dost olanın esasında dün de dost ya da düşman olduğu yönünde bir beyin yıkama faaliyetinin beyin yıkayıcıları tarafından da kabul görmesidir. Romanın kahramanı dünü yani tarihi değiştiren bir birimde çalışmaktadır ve neyin gerçek ya da yalan olduğuna dair şek ve şüphesiz herhangi bir bilgiye sahip değildir. Tarihe mal olması gereken gazete, radyo, televizyon haberleri yeni duruma göre hızla değiştirilmekte yeni duruma uyarlanmaktadır.

 

Son ‘Askeri Şura’ toplantısında ‘Ergenekon, Balyoz, Ayışığı, Sarkıkız’ vb. davaları ile sanık sandalyesine oturtulmuş birçok asker kişi bir üst rütbeye terfi ettirildiler. Dün vatan ve millet hainleri olarak lanse edilen kişilere bugün kahraman gözü ile bakılıyor. Değişenin ne olduğu tartışılmadı. Hâlbuki bu ülkede asker-sivil, asker-iktidar, asker-siyaset ilişkisinin alabildiğine sorunlu bir geçmişe sahip olduğu temel bir gerçekti.

 

Akparti’nin sivil toplumcu bir dil kullanarak kitlenin teveccühünü kazandığı ve sivil söylemi ile iktidara geldiği herkesin malumudur. Klasik ‘aşkın devlet’ anlayışını kıyasıya eleştiren Akparti’nin süreç içerisinde ‘devletçi’ bir dile evrilmiş olması ve bu evrilmenin politiğini bir türlü izah edemeyişi de henüz tartışılmamıştır.

 

Dayandığını iddia etmiş olduğu milletin ve onun iradesinin, devleti ile olan çatışık ve çelişik geçmişi üzerinden siyaset yapan Akparti’nin devletçi tutumu, devleti bütün bir geçmişi ile birlikte kucaklaşmaya hazırdır. Bu geçmiş içerisinde CHP’nin ‘Tek Parti’ döneminin de olduğunu hatırlatmak herhalde abesle iştigal olacaktır. Akparti’nin devletin geçmişi ile yüzleşmesi ‘Dersim Olayları Özürü’ ile göstermelik 12 Eylül ve 28 Şubat askeri darbelerin yargılanması girişimlerinden öteye geçememiştir. Türkiye’deki siyaset, temel çatışma alanlarını oluşturan unsurlarıyla hakkıyla ‘helalleşip hesap kapatma’ yolunu bir türlü seçememektedir.  

 

Akparti’nin klasik aşkın devlet algısının meydana getirmiş olduğu ‘devlet aklının’ hikmetinden sual olunmaz zırhını kuşanması, siyasal varlığını koruma yönünde başvurduğu taktik ve stratejiyi aşan bir olgudur. Akparti klasik devlet anlayışını sahiplenmekte ve soyut bir varlık olmak durumunda bulunan devleti kendi somut varlığı ile ihata edip omun içini doldurmak istemektedir. Akparti’nin hükümferma bir geçmiş retoriğinden hareketle tanımlamaya çalıştığı devlet, Türkiye’yi bölgedeki çatışma alanlarına taraf olmaya zorlamaktadır. Bu zorlamanın aksisedası hepimizin malumudur.

 

Türkiye’nin hükümferma geçmişinin analizi yapılmadan bu geçmişi bugünün uluslararası siyaset dinamikleri ile çakıştırmak bir tür anakronik yanılgı içine düşülmesine yol açmaktadır. 19. Yüzyılın sonları ile 20. Yüzyılın başlarındaki sömürgeci güçlerin bölgedeki etkinlikleri ile bugünkü toplumsal hareketleri çakıştırmak anakronik yanılgının temelini oluşturmaktadır. Osmanlı Devleti’nin bölgedeki varlığına son veren salt sömürgeci dinamikler değildi ve Osmanlı Devleti’nin bölgedeki etkinliğinin içeriği ve yoğunluğu doyurucu olarak tartışılmamıştır. Türkiye’nin Ortadoğu ile olan ilişkilerinin tarihselliği izaha muhtaçtır ve kısır bir ‘sadakat’ kavramı ile bütün bir siyaseti açıklamak yönetsel bir körlüğün itirafından öteye geçememektedir. Mesela; güncelde Türkiye kendi Kürt ve Alevi sorununu çözemeden bölgede bir varlık göstermesi mümkün görülmemektedir. Akparti’nin devletçi dili ve devlet aklını merkez alan eylemleri yeni ve yeniden bir ulus-devlet inşasını gündeme getirmektedir. Bu inşada hâkim bir sosyal ve siyasal sınıfın oluşması, ulus-devlet tipi siyasal örgütlenmenin mantığı dâhilindedir. Yeni ve yeniden bir ulus-devlet inşasında ya da eskisinin tahkim edilmesinde bu defa hangi sosyal ve siyasal unsurlar yok sayılacaktır?              

 

Türk Demokrasisindeki ‘temsil’ mekanizmalarının adil olmadığı yönündeki eleştirilerin içeriği her zaman için aritmetik bir sorun olmaktan öteye geçememiştir. ‘Ulusal oy oranı barajı’nın sorunsallığı siyasal unsurların kendilerini konumladıkları ve tanımladıkları yer ile paralel seyretmektedir. HDP’nin barajı aşarak doyurucu bir temsil kabiliyetine erişmesi ‘normalleşmeyi’ sağlayamamıştır. Aksine seçimlerden sonra patlak veren şiddetinin siyasal bir dil olarak yeniden hayat bulmasının bu doğrultuda bir açıklaması bulunmamaktadır.

 

Şiddet ve karşı şiddet ortamında tarafgirliklerin artması kaçınılmazdır. Tarafgirlik, haklının ve haksızın ayırt edilmesini engelleyen bir ortam oluşturur. Adalet bu ortamda barınamaz, bütün itiraz ve talepler tarafgirlik ortamında fitne ya da ihanet olarak algılanarak sosyal ve siyasal alanlara alacakaranlık hâkim olur. Kimin dost kimin düşman olduğu ayırt edilemez; öteden beri dost olanalar düşman, öteden beri düşman olanlar ise dost olarak algılanır ve bu algılama içinde bütün bir toplumsal hafıza sıfırlanır.

 

Toplumsal hafıza tarihsel yürüyüşler ile oluşur. İnsan türü durağan olmayan bir mahlûk; akar, hareket eder, etkiler ve etkilenir. Etkilediği ve etkilendiği ile bir dünya kurar ve oluşturmuş olduğu değerler bütünü ile kurduğu bu dünyayı anlamlandırır. Güncelde yaşanan Kur’an İslam’ı ile gelenek İslam’ı tartışmaları salt ilahiyat tartışmalarını aşan bir duruma karşılık gelmektedir. Allah kelamı tarih üstüdür, muhatabı insan ise tarihseldir. Tarih üstü Allah Kelamı, tarihsel bir varlık olarak yaratılmış bulunan insanın hareketleriyle anlamını izhar eder. Allah katından tenezzül buyurularak inzal edilmiş bulunan Kur’anı-Kerim, ‘Furkan’ vasfını ancak eylemde bulunan insan ile açımlayabilir.

 

Kur’an İslam’ı söyleminin iyi niyeti pak ve kâmil bir dinin muhafazası yönündeki endişedir. Fakat bu iyi niyetin ‘gelenek’ olarak adlandırılan toplumsal hafızayı hedef tahtasına oturtması; Müslümanların tarihsel yürüyüşü ile oluşturmuş oldukları ‘değerler bütününü’ de hedef almaktadır. Hafızasız bir toplumsallık aynı zamanda oluşmayan ve oluşmadığı kadarıyla devredilemeyen değerler bütünü demektir. Hâlbuki vahyin bizatihi kendisi peygamberlik müessesesi vasıtasıyla bir süreklilik anlamına karşılık gelmektedir.

 

Asli kaynaklara dönme talebi ile başlayan Protestanlık tarihsiz ve yıkıcı bir beşer profili oluşturmuştur. Protestan ve Püriten iman, ancak kendisi ile kâin bir dünya kurmuş, bağnaz ve ötekileştirici bir ahlak ile eski dünyaya saldırmıştır.

 

Tarafgirlik; haklılık ya da haksızlığa işaret eden bütün delilleri çürüten, tarihsel yürüyüşümüzün oluşturduğu değerler bütününü yiyip bitiren hafızasızlaştırıcı bir virüstür. Dost ve düşmanı ayırt edemeyecek kadar hafızasını yitirmiş bir toplumsallık kimilerin işine yarar acaba? Gâvurun ne demek olduğunu unuttuğumuz gibi…        

 

 

   

   

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.