Sosyal Medya

Hepimizi “yabancı” kılmış dünyada bir de mülteci olmak

Yasin Aktay / Yeni Şafak



Yakın zamanlarda Irak, Suriye, Afganistan, Yemen, Libya, Mısır, Keşmir ve Myanmar’da yaşananlar yeterince hatırlatmadıysa, Ukrayna’da yaşananların bizi uyandırmış olması gerekiyor gerçeğimize: Hepimiz mülteciyiz bu dünyada. Hem potansiyel olarak şu tekinsiz dünyada başımıza ne geleceğini bilmediğimiz için hem de zaten her birimizin yakın, orta veya uzak geçmişimizde mutlaka bir göçe, bir ilticaya dayanıyor olmamızdan dolayı.

Diğer yandan aslında yaşamakta olduğumuz dünya özü itibariyle herkesi “yabancı” kılan bir büyük gurbetten başka nedir ki?

Modernlik bir yanıyla da herkesi göçmen kılan bir toplumsal hareketliliğin adı olarak görülebilir. Böyle bir tanım, ilk anda modernlikle birlikte küresel çapta meydana gelen göç olgusunun çağımız toplumsallığındaki merkezî yanına işaret eder. Gerçekten de bugün yaşadığımız dünyayı en fazla belirleyen gerçek, küresel çaptaki başdöndürücü hareketliliktir. Dünya nüfusunun, gittikçe artan sayıda, çok büyük bir kısmı ekonomik nedenlerle, eğitim için veya şu veya bu nedenle doğduğu yerleri terk ederek yeni bir yerleşim yerinde hayatını sürdürmekte; çok önemli bir kısmı da ikinci yerinde de devamlı kalmayıp yeni bir yer arayışına yönelmektedir. Açıkçası yaşadığımız dünya neredeyse hiç kimsenin doğduğu yerde ölmesinin mümkün görünmediği bir savrukluğa doğru sürüklenmektedir.

Tabi bu durum, sözkonusu hareketliliğin ancak coğrafî görünümünü ifade etmektedir. Bu yanıyla da insanlık tarihi boyunca çok büyük göçler, çok büyük toplumsal hareketlilikler, savaşlar, güçlü toplumsal organizasyonlar vs. her zaman için insanların toplumsal hareketliliğini beslemiştir. Bugün bu hareketliliğin bir toplumsal yapıyı ve tarihsel durumu karakterize edecek şekilde yerleşik bir hale gelmesinden sözedebiliyoruz. Ancak yine de unutmamalıyız ki, insanın doğduğu yerde ölmemesi, insanoğlunun yeryüzündeki varoluşunun en gerçek durumlarından biri olarak insanlık tarihi kadar eski bir durumdur. Oysa, hepimizi göçmen kılmış bir modernlikten sözederken biraz daha farklı bir durumdan söz ediyoruz. Coğrafî hareketliliğe katılan korkunç hızdan ayrı olarak işin daha ziyade kültürel ve zihinsel katmanlarda yolu açılan hareketlilik, kuşkusuz geçmiştekiyle karşılaştırılamayacak boyutlardadır.

Kuşkusuz göç olayının kendisi modernliğe gerçek muhtevasını verirken, insanları belli köklerden, yerlerden, zaman ve mekanlardan koparıp kendi başlarına bırakırken, diğer yandan modernliğin kendisi de göç olayının mahiyetinde radikal bir değişiklik meydana getirmiştir. Bu değişiklik en azından artık kimin göçmen, kimin yerli olduğunun iyice “muğlaklaşması” ve hatta böylesi bir sorunun anlamlı hiçbir karşılığının kalmadığı bir kültürel durumla ifade edilebilir.

Tabi sığınma yoluyla oluşan yurtsuz kalma halinin bütün bu hareketlilik içinde apayrı bir yeri var. Bir açıdan bir rehabilitasyon sayılabilecek bu muğlaklaşmaya ulaşıncaya kadar büyük acılarla yaşanan bir tecrübe olduğu kuşkusuz. Burada insanlığın ortak durumu ve tecrübesine işaret etmekten maksat sığınmacının haline dair bir empatiyi harekete geçirmektir. Bir sığınmacıya bulunduğu yerde “bir yabancı” olduğu herkes tarafından değil de az insan tarafından bile sıkça hatırlatıldığı için sürekli kendi içinde iki kişilikle yaşamak zorunda kalır. Frantz Fanon’un “Siyah Deri Beyaz Maske”de resmettiği Apertheid altındaki zenci gibi… Yurdundan koparılmak öyle bir şeydir. Yer değiştirme değildir, yurtsuz kalmaktır. Bunu telafi etmenin yolu erdemli bir siyasettir elbet. Sığınmacıyı Muhacir görmek, ona Ensar olmaktır.

Bugün karşılaştığımızdan çok daha kötü durumda olanları var, kendilerini kimse duymadığı için en kötü durumlarını bir kader olarak yaşamaya devam eden, o kötü şartlar altında insanlığa dair umutları da tükenmiş olarak, durumu kabullenip kanıksamış olarak yaşamaya devam eden, yeryüzünün lanetlileri.

Myanmar’da yaşayan ve sadece Müslüman oldukları için açıktan bir ayırıma tabi olan Asya’nın kara kuru, çelimsiz, yersiz yurtsuz, kimliksiz, evsiz, barksız, feryatsız ve sahipsiz evlatları. Sadece Müslüman oldukları için 1970 yılından itibaren, kendi yurtlarında kendilerine vatandaşlık verilmeyen Arakanlılardan bir milyon insan sistematik saldırılarla yurtlarından edildi. 40,000 kişi diri diri ateşlerde yakıldı, onbinlercesi ateşli silahlarla veya bıçaklarla katledildi, başlarını soktukları derme çatma kulübeleri bile yakıldı. Kadınlarına, çocuklarına tecavüz edildi.

Bu sistematik saldırılar 1970 yılından beri devam ediyor ama son yıllarda iş tam bir soykırım boyutuna varmış durumda. Yetmişli yıllarda Pakistan, Bangladeş ve Suudi Arabistan gibi ülkelere sığınmak zorunda kalan Arakanlıların bu ülkelerde bile hala bir vatandaşlık belgeleri yok ve tutunmak için herkesten çok daha fazla çalıştıkları halde tutunamamaktadırlar.

Ne yazık ki Arakanlılara “bunlar bizim dinimizden” diyerek kucak açıp kabul eden dindaşları da, “bunlar bizim ırkımızdan” diyerek sahip çıkan soydaşları da yok.

Bana göre sığınmacılığın bu en dipteki örneği üzerinden düşünmeye başlamamız lazım. Hem halimize şükretmek için hem de, tabii ki, ilticalara yol açan dünya düzenimizin ve mülteciler arasında ayırımcılık yapan anlayışlarımızın insanlığı çektiği girdabın farkına varmak için.

Kendilerine yapılanın binde biri bize yapılsa hayatımızı zindan edecek zulmü kanıksayıp bir kenarda unutmuş olduklarımız dolayısıyla biz de unutulmayalım.

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.