Sosyal Medya

Özel / Analiz Haber

Sait Faik ve Ahmet Haşim ışığında insanın doğa düşmanlığı

“Doğa ve Kültür’ün ayrı değil karşılıklı birbirini inşa eden kavramlar olduğunu düşünürsek, fütursuzca kıyılmamış ormanlar, hayvanlar bize daha derinlikli eserler verebilmemizi de sağlayabilir”



Sait Faik’in Son Kuşlar öyküsünde, anlatıcı güz zamanlarında küme küme adaya gelen isketeler, sakalar, floryalar ve serçeleri son iki senedir artık göremediğinden dem vurur. Duyduğu sesler artık sadece karga sesleridir. Hikâye boyunca yazar, bize güçlü imgelerle dolu güz mevsiminin adadaki görünümlerini çizerken kuşların adadan silinmesinin nedeni olarak gördüğü kuş avlayan Konstantin’i anlatır. Çevresine çocukları toplayan Konstantin gökyüzünde esmer lekeleri görünce “Bizim pilavlıklar geldi” diye düşünür. Kuş avlama sahnesi, okurken insanın içini sızlatır, kafesteki çığırtkan kuşun sesine gelen kuşlar kafesin asılı olduğu ağacın ökse yapışkanı sürülü dallarına yapışıp kalırlar. Avcılar dişleriyle kuşları canlı canlı boğarlar ve hemen tüylerini yolarlar. Kuşların soylarının tükeneceğini düşünen anlatıcı, “Her memlekette kaç tane Konstantin Efendi var kim bilir?” diye sorar. Sait Faik bize adaya gelmeyen kuşları anlatırken aslında insanın haddini aşan açlığını, kıyıcılığını anlatıyor. Sınırı aşan, doğanın dengesini bozan bu “yeme” bugünkü ekolojik krizlerin tohumu gibi duruyor. Nitekim Sait Faik, usta bir insan ve doğa gözlemcisi sezgisiyle hikâyenin sonunda dünyanın değiştiğini, günün birinde “gökyüzünde esmer lekeler” göremeyeceğimizi söylüyor.

Bugün yaşadığımız çevre krizini düşündüğümüzde bu kısa öykünün henüz 1990’larda gelişmeye başlayan ekoeleştiri ve hayvan çalışmalarının temel meselelerini içerdiğini görürüz. Ekoeleştiri edebiyat çalışmalarına doğa merkezli bir bakış açısı getirmeyi öneren bir bilim dalı, toplumsal-politik bir hareket olarak doğdu. Ekoeleştiri isimli çalışmasında Greg Garrard en geniş anlamda ekoeleştiriyi, insanla insandan gayrı canlılar arasındaki ilişkinin insanlığın kültürel tarihi boyunca incelenmesi ve bizzat “insan” kavramının eleştirel bir incelemesi diye tanımlıyor.

***

Eleştirel hayvan çalışmaları ise ekoeleştirinin bir müttefiki olarak ekolojik etik kurabilmeyi amaçlar. Hayvanların da dahil olduğu ahlak anlayışını içeren bir ekolojik etikte, hayvan özgürlüğü, hayvan adaleti ve hayvan haklarının meşruiyet kazanarak uygulanabilir olması amaçlanır. Ekolojik etik, insanın mikro ve makro ölçekte diğer canlılarla birlikte ve adaletli bir şekilde yaşamasını savunur.

Aşırı yeme, aşırı tüketme çevre krizinin başlangıcında yatan ve sanayileşme sonrası yavaş yavaş yeryüzünün tamamına yayılan bir tümöre dönüşmüş gibi duruyor. İnsanın aşırı et tüketmesi, hayvanların fabrikalarda yetiştirilmesi, endüstriyel meta hâline dönüşmesi, daha fazla buğday ekimi için orman içinde açılan tarlalar. Doğayı yiyen aç insan, sonrasında insanı öldüren kanserli doğa. Ahmet Haşim’in “Hayvan İntikamı” isimli iç dökmesi de yine bir önyazı sanki. Arkadaşıyla bir kır yürüyüşündeki Haşim, soğuktan hastalanmış bir koyunu görür, onun için üzülür ve sanki onunla aynı ıstırabı çeker. Sonra koyunların insan eliyle kesilmesi üzerine hayıflanır, “Bu masum kıtalinin intikamını insanlardan kim alacak?” diye sorar. Arkadaşından gelir cevap, “Bizzat masumlar o intikamı alıyor. Biz hayvanları öldürüyorsak onlar da bizi öldürüyor!”. Hayvan etinin insana pek de faydalı olmadığını, etin insanı zehirlediğini, ayrıca et vasıtasıyla insanın maneviyatının bozulduğunu, tembelleştiğini söyler Haşim’in arkadaşı.

Hayvanların insan eliyle öldürülürken, hastalıktan, sakatlıktan bizim anlayamadığımız duygusal nedenlerle acı çekmeleri, felsefi tartışmaların yapıldığı başat bir mesele. İnsanın acı çekme yetisi, tıpkı akledebilme ve dil yetileri gibi onu diğer canlılardan ayıran bir özellik olarak düşünülmüş. Oysa ekoeleştiri ve hayvan etiğinin gelişmesine yol veren tartışmalar tam da bu noktalardan çıkıyor. Derrida bu alanlar için kurucu sayılan kült metni The Animal That Therefore I am’de (L’animal que donc je suis) insanın konuşma, akletme, düşünme, acı çekme gibi yetileri kendine atfederek hayvanları “öteki” olarak tanımlamasına karşı çıkıyor. Derrida, 19.yüzyıl düşünürü, hayvan hakları savunuculuğunun öncülerinden Jeremy Bentham’ın “Hayvanlar acı çekebilir mi?” sorusuna, sorunun sorulma şeklini eleştirerek cevap verir. “–ebilmek” kipiyle kullanılan cümle daha kuruluşundan problemlidir. Bu yapı sorunun algılanışını etkiler. Soru kendi içerisinde duraksamayı ve tereddüdü içerir. Soru kendi kendini çeler, “acı çekmeyi beceremiyorlar mı?” der gibidir, bir yetersizliği, acizliği de ima eder. Derrida bu soruda saklı insana atfedilen gücün, en azından burada acı çekebilmenin, sorgulanması taraftarıdır (27-28).

Yine Garrard’dan alıntılarsak Peter Singer hayvan haklarıyla ilgili öncü çalışması Hayvan Özgürleşmesi’nde “Eğer bir varlık acı çekiyorsa bu acıyı dikkate almamak için herhangi bir ahlaki gerekçe olamaz” diyor. Ayrıca Singer insanın çektiği acının hayvanın çektiği acıdan doğal olarak daha önemli sayılmaması gerektiğini savunuyor (198).

Aslında ekoeleştiri ve hayvan çalışmaları hem teoride hem de pratikte birbirlerinden ayrışmalarına rağmen, meselenin özünde insan merkezci ahlaka karşı birleşirler. İnsanın yaratıklar hiyerarşisinde kendisini en üstte konumlandırmasına karşı çıkarlar. Bir piramit yerine, insanı hayvanlarla ve diğer tüm canlılarla birlikte var olduğu bir dairenin içine yerleştirirler. 

Bu tartışmalar bizi, İslami medeniyetle ve gelenekle hemhal olmuş kendi coğrafyamızda doğayla, hayvanlarla ilişkimizi, Kur’an’da insanın ve doğanın konumunu sorgulamaya götürüyor. Bu konuda yapılan çalışmalardan “İslam ve Ekoloji: Bahşedilmiş Bir Emanet” bize 1998’de Harvard İlahiyat Okulu Dünya Dinlerini Araştırma Merkezi’nde düzenlenen “İslam ve Ekoloji” konulu konferans metinlerini sunuyor. Bu metinlerdeki ortak vurgu dini ekoloji ve çevre etiğinin temelinde bütün yaratılmışların, gerçekliğin birliği (tehvid) ve doğanın dengesi/ölçüsü (mizan) kavramlarının olduğudur. Kitapta, İbrahim Özdemir’in “Kur’an Perspektifiyle Bir Çevre Etiği Anlayışına Doğru” yazısında doğanın amaçlılığı, düzeniyle insanın anlamı arasındaki ilişkiye dikkat çekilir: “Kur’an evrenin kusursuz düzenine yalnızca Allah’ın varlığının değil, onun birliğinin kanıtı olarak da başvurur. Bu birlik İslam teolojisinde (kelam) ‘Allah’ın varlığının kevni (kozmolojik) delili” olarak da bilinir. Yaratılmış her varlık Allah’ın yüceliğini gösterir. Dolayısıyla her varlık bu yüzden özeni ve saygıyı hak eder. Doğa, diğer yaratılmışlar ve insan arasındaki sınır çok keskin değildir. Tüm mahlukatın O’nu anlatması, O’nu zikretmesi aramızda ciddi bağların varlığını gösteriyor. 

İbrahim Özdemir, İslami gelenekte doğadaki canlıların insanlar için yaratıldığı genel kanısını Rahmân suresinin şu ayetleri üzerinden kırıyor: “Allah yeri yaratıklar için var etti. Orada meyveler ve salkımlı hurma ağaçları vardır. Yapraklı taneler, hoş kokulu bitkiler vardır (10-12). Buradaki anahtar kelime “en’âm”dır; yaratılmış bütün canlı mahlûkat anlamına geliyor. Özdemir’e göre bu ayetten, dünya nimetlerinin sadece insanların yararlanması için değil, dünyadaki bütün yaratıklar için yaratıldığı çıkarımı yapılabilir. Bu anlayışa göre ise hayvanlarla ilişkimiz salt onlardan yararlanmak üzerine kurulu değildir. İnsan bütün varlık zincirinin en tepesinde yer alır ama doğanın sahibi değildir. İnsanın aşırılığa kaçmaması ve sınırlarını bilmesi gerektiği yine 10. yüzyıl alimlerinden el-Bîrûnî tarafından şöyle ifade edilmiş: “İnsan doymak bilmez arzuları uğruna diğer âlemleri istismar etme hakkına sahip değildir ve onları ancak Allah’ın yasasına ve tarzına uygun olarak kullanabilir” (İslam ve Ekoloji, 58).

Yazıdaki şu dipnot da sanırım hayvan haklarıyla ilgili çok şey anlatıyor: 9. yüzyıl mutasavvıfı Bayezid, Hamedan’da biraz kakule tohumu satın alır, şehirden ayrılmadan önce geriye kalan küçük bir miktarı cüppesinin cebine koyar. Şehre vardığında tohumu cebinden çıkarınca içinde bir dizi karınca olduğunu görür. “Zavallı yaratıkları yuvalarından alıp uzaklara getirmişim” der ve derhal yola koyulup Hemedan’a geri döner, hem de birkaç yüz kilometrelik yolu yürüyerek (65).

***

Karıncaların gurbet acısını, mahrumiyetini, evlerinden uzakta çekebilecekleri fiziksel acıyı derd edinen mutasavvıf Bayezid ile Batı metafiziğini yapı sökümüne uğratan, hayvanların acı çektiklerine ilişkin şüpheli soruyu ters yüz ederek hayvanlarla ilgili çalışmaları, hayvan adaletini kışkırtan Derrida hayvan hakları konusunda aynı düzlemde buluşabiliyor. Modernitenin doğada açtığı gediği, insanın doymak bilmez açlığını, azmış kıyıcılığını belki bu tür buluşturmaları gündeme getirmekle iyileştirmeye çalışabiliriz. Geniş bir literatüre dayanan Ekoloji, hayvan çalışmaları, İslam ve Ekoloji konuları edebiyatımıza referansla da incelenmeli. Nitekim Sait Faik, Ahmet Haşim, günümüz yazarlarından Mustafa Kutlu ve daha başka yazarlar bu perspektiften bakıldığında bize hem incelikli analizler hem de çözüm önerileri sunuyor. 

Doğa ve Kültür’ün ayrı değil karşılıklı birbirini inşa eden kavramlar olduğunu düşünürsek, fütursuzca kıyılmamış ormanlar, hayvanlar bize daha derinlikli, kuşatıcı kültürel, edebi eserler verebilmemizi de sağlayabilir. Sait Faik Son Kuşlar’da öyle diyordu; “Halbuki sonbahar kocayemişleri, beyaz esmer bulutları, yakmayan güneşi, durgun maviliği, bol yeşiliyle kuşlarla beraber olunca insana sulh, şiir, şair, edebiyat, resim, musiki, mesut insanlarla dolu anlaşmış, sevişmiş, açsız, hırssız bir dünya düşündürüyor.”

Hale Sert / Karar-Görüş

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.